* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Utanmıyorsan Dilediğini Yap  (Okunma sayısı 174 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı KOYLU

  • *****
  • İleti: 2314
Utanmıyorsan Dilediğini Yap
« : Ekim 18, 2021, 04:25:23 ÖS »
Utanmıyorsan Dilediğini Yap
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
“Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe Peygamberin evlerine girip de yemeğin hazırlanmasını beklemeyin; fakat yemeğe çağrıldığınızda girin; yemeğinizi yiyince de hemen dağılın, söze dalıp oturmayın. Bu davranışınız peygamberi rahatsız ediyor, size söylemeye çekiniyor, oysa Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez.”

(Ahzâb, 33/53)

Türkçede utanma duygusunun, edep ve ar kelimelerinin karşılığı olarak kullanılan hayâ, dinî bir kavram olarak insanın kötülüklerden sakınması ve onları terk etmesidir (Rağıb el-İsfehânî, Müfredat, 323). Kur’an-ı Kerim’de hayâ kelimesi geçmez. Bu kökten türeyen istihyâ kelimesi çekinme anlamında üç ayette yer alır. Bunlardan Mushaf sırasına göre ilki Bakara suresinde Allah için kullanılmış ve Allah’ın kitabında örnek verdiği şeylerden çekinmesinin mümkün olmadığı dile getirilmiştir (Bakara, 2/26). İkincisi Kasas suresinde, Hz. Şuayb’in kızlarından birinin Hz. Musa ile konuşmaya giderken ki tavrının utangaç olduğunu dile getirmektedir. Yukarıda metnine ve mealine yer verdiğimiz Ahzâb suresi 53. ayette istihyâ kelimesi hem Yüce Allah’ın hem de Hz. Peygamber’in aynı olaydaki tutumunu ifade etmektedir. Ayetin iniş sebebi olarak İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre ashaptan bir kısmı Hz. Peygamber’in evine yemeğe davet edildiklerinde ya erken gelerek yemek pişene kadar ya da yemekten sonra hemen kalkmayıp sohbete dalarak uzun süre oturuyorlardı. Sevgili Peygamberimiz bu durumdan rahatsız oluyor ancak utandığı için misafirlerini uyaramıyordu. Oysa eve izinsiz girenlerin ve ihtiyaçtan fazla duranların çıkarılması haktır (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 332). Allah inananları Hz. Peygamber’in şahsında uyararak ev sahibini zora sokacak davranışlardan uzak durmalarını emretmektedir. Ayet Hz. Peygamber’in insanları incitmekten geri durduğuna değinerek güzel ahlakına, utanıp çekinen kişiliğine, nezaket ve zarafetine dikkat çekmektedir (Kur’an Yolu Tefsiri, DİB).

Yüce Allah hakkı söylemekten, onu açıklamak ya da ortaya çıkarmaktan çekinmez. İstihyâ kelimesi Allah için kullanıldığında “utanma, sıkılma” gibi insanlara mahsus bu duyguyu Allah’tan uzaklaştırır, daima iyi olanı yapma anlamına gelir. Ashabın hanımları Hz. Peygamber’e soru sorarken Allah’ın bu özelliğine işarette bulunur, kendi özel hâllerine dair konuları çekinmeden sorarlardı (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, XVII, 207). Hz. Âişe de onların bu yönünü överek “Ensâr hanımları ne iyi kadınlardır. Hayâları, onları dinî meseleleri derinlemesine öğrenmekten alıkoymamıştır.” (Müslim, Hayız, 61) der.

Kendisinden utanılmaya en layık olan Allah’tır. Kimsenin görmediği yerde kulunu gören, içinden geçirdiklerini dahi bilen Allah’tan hayâ göstermek insana değer katar. Hz. Peygamber “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz” (Müsned, I, 387) buyurarak açıkta ve gizlide edep üzere bulunmayı, Allah’tan hayâ ederek duyu organları, akıl ve bedeni günahlardan korumayı tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber yaratıcısına saygı gösterme konusunda da ümmetin örneğidir. Hoşlanmadığı bir şey yüzünden anlaşılacak kadar utanma duygusuna sahip olan Sevgili Peygamberimiz “Arsızlık nerede ve kimde olursa olsun çirkinleştirir; hayâ ise nerede ve kimde olursa olsun zarifleştirir.” buyurmuştur (Tirmizî, Birr, 47).

Hayâ kaybolduğu zaman insanı en çok zarara uğratacak ahlaki özelliklerden biridir. Yaratılıştan kaynaklanmakla birlikte kişinin içinde yaşadığı toplumun dinine, örf ve âdetlerine, yaşam tarzına göre şekillenir. Bu nedenle toplumdan topluma değişiklik gösterebilir. Değerlerin önemsenmediği bir ortamda tamamen yok olması da mümkündür (Hadislerle İslâm, III, 219).

Hayâ insanlık tarihi boyunca değer gören bir üstünlük olmuş, “Eğer utanmıyorsan istediğini yapabilirsin!” (Buhârî, Edeb, 78) hadisi peygamberlerin ortak söylemleri olarak insanlığa yol göstermiştir. Bu söz kötülüğü yapmaya teşvik anlamı taşımaz, tam tersine hayânın kötülüğü engelleyen bir yeti olduğunu işaret eder. Özgürlük adı altında insanın arzu ettiği her şeyi yapabileceği düşüncesi ile oluşan zihin yapısı hayâ duygusunu reddeder. Bu duygunun insanı kısıtladığını düşünür. Hz. Peygamber’in hadislerinde imanla birlikte anılan utanma duygusu imanın varlığına işaret eden bir göstergedir. İman Allah’ın yasaklarından sakınmayı icap ettirirken kullara karşı sorumlulukları da benimsetir. Hz. Ali’ye atfedilen “Allah’tan korkmayanın kuldan utanmayacağı”na dair sözü de bu anlamdadır. Benzer bir ifade ile “Hayâdan mahrum olmuş insanı artık kötülükten alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak bir engel kalmaz; bu kişi dilediğini yapar, istediği gibi yaşar.” denmiştir (Mustafa Çağrıcı, “Hayâ” DİA).

Hayâ insanın hakkını aramasına, ihtiyaç ve isteklerini dile getirmesine engel olmamalı, öz güven, medeni cesaret gibi olumlu özelliklerle birlikte her yaşta teşvik edilmelidir. Bu yaklaşım ebeveynde cinsiyeti kız ya da erkek olsun bebeklikten itibaren çocuğunun mahrem yerlerini gizlemekle başlayıp, dili, gözü, kulağı başta olmak üzere bütün bedeni korumaya yönelik davranışlarla devam etmelidir.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

TABİAT, KÂİNAT VE FITRAT ÜZERİNE…
Hatice KURT
Sakarya İl Müftülüğü Adrb Vaizi
Bir ilkbahar sabahı. Cıvıl cıvıl cıvıldayan, birbirleriyle belli ki uzun koyu muhabbetler eden sanki bir bayram sevinci veya muştu almışçasına kulaktan zihne ve gönle doğru huzur salan kuş cıvıltıları, uzaklardan gelen ezanın güzel sesiyle birleşince bir başka neşve oluşuyor insanın ruhunda. Temiz bir hava ve bir de güzel kokular eşliğinde yeni bir güne, yeni bir hayata umutla uyanmak. Ömrümüzde geçen onca bahara yazık demeden bu baharın, bu bahar sabahının kıymetini bilip şükredelim mi öyleyse?

“Sabahı aydınlatan O’dur ve O, geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, aziz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.” (En’am, 6/96)

Her sabah yeniden yaratılıyor uyuyan, geçici olarak ölen her şey. Yeni bir hayat doğuyor. Sonbaharda yapraklarının dökülüşüyle çıplak kalan ağaçların cansız bir odun gibi dinlenişe duruşu, iç yolculuğu ve toprak üstünün aksine altında devam eden canlı bir hayata sessizce devam edişi ve sonrasında gün yüzüne çıkmak için güçlenişi…

Mevsimler, her sene özenle hazırlanan, birbirini tamamlayan, hayatı özetleyen, gönlün derinliklerinde açık ve gizli sevinç barındıran okunması gereken rengârenk dört güzel mektup. Hem gönderilenin güzelliği hem de gönderenin bizi bunca nimete, güzelliğe layık görmesi ne büyük bir mutluluk sebebi değil mi?

Her bahar gelip gidiyor sessizce diğerleri gibi. İtidalin mevsimi. Her şeyin ortası, kararı, kıvamı. Ne sıcak ne soğuk. Her şeyi çabucak büyüten bol iyonlu, bereketli yağmurlar abıhayat insana, hayvana, bitkilere. Ardından yakıcı olmayan güneş, gökkuşağı, gözlere esrarengiz bir cümbüş, gönüllere cuşuhuruş…

Kocaman ağacı içinde saklayan çekirdekler hep ilginç gelmiştir bana. Bazılarını afiyetle yeriz. Bazıları yenmez ama her biri birbirine yakın cinsten de olsa, her insanın parmak izlerine vurulan ilahi damga gibi onlarda da vardır bir farika, emek verenlerin onlarla hem hal olan ehl-i irfanın anlayacağı dilde…

Ektiğimiz tohumun, diktiğimiz fidenin veya fidanın ben de varım artık bu hayatta demesini izlemek… Çekirdeğinde saklı durduğu onca zaman sonra karanlık yaşamdan aydınlığa çıkmak için çabalaması, kabuğunu atmak için mücadelesi ve sonrasında her günkü değişimleri. Beklemeye ve görülmeye değer nice sayısız mucize gerçekleşiyor etrafımızda…

“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp filizlendirendir. Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki nasıl çevriliyorsunuz?” (En’am, 6/95) İnsanın fıtratına atılan ilahi tohumların kalbinde güzelce filizlenmesi için bitki çekirdeğinin ışık, su ve diğer besinlere ihtiyaç duyduğu gibi tevhit, tövbe, takva, tefekkürle takviyesi gerekmez mi?

“Gökten su indiren O’dur. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinden üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşil bitki, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik; birbirine benzeyeni var, benzemeyeni var. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (En’am,6/99)

Kadim zamanlarda insanlar birbirlerine yaşlarını “Kaç bahar gördün, azizim?” diye sorarlarmış. Bu yaşımıza geldik. Kaç bahar gördük ömrümüzde? Bahar dediğimiz gönül hoşluğu mudur? İyilikle geçen her gün ömrün baharı mıdır? Her görenin bakamadığı, her bakanın da göremediği bir çağda öylesine mi bakıyoruz kâinata. Rabbimiz’in A’raf süresinin 179. ayetinde “Kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla işitmezler.” diye anlattığı hakikate erişme yolunda olmayanların vahim durumunu anlatır bizlere. İnsana yakışan kendisine, sonra da çevresine derin bir nazarla bakması değil midir? Bu güzellikleri alelade bir güzellik olarak görüp bunları yaratanı, sanatkârını düşünmemek olur mu? Allah’tan gelen güzel zarflı, mis kokulu, gönle, ruha ve bedene iyi gelen bir hediye her bahar. Her şey kıymetini, güzelliğini Rabbine nispetle almıyor muydu? Biz nerelerdeyiz? Güzelliği, yaratanın eseri olarak görebiliyor muyuz? Biz hangi güzelliğimizle Rabbimizi hatırlatıyoruz görenlere? Küçücük yerdeki çiçek miyiz? Yoksa gözleri alıkoyan manolya ağacı mıyız? Biz kimiz?

Kalplerin, ruhların bu kadar kirlendiği, paslandığı ve bedenden geride kaldığı bir çağda bizi hakikate götüren yoldaki işaretleri yürürken, bakarken, duyarken, tadarken, dokunurken fark edebiliyor muyuz?

Yaşamayı unuttuk uzun zamandır, yaşıyor gibi yapıyoruz. Yaşamak demek, derinden nefes almaktı, gökyüzüne dönüp dönüp bir daha bakıp güneşi, ayı, yıldızları seyre dalmaktı. Sonra da başını eğip yere bakmaktı. Bir ağacın çiçeğe hazırlanışını, bir kaktüsün bir günlüğüne içindeki güzelliğini mis kokulu çiçeği ile sunduğu günü, bahçedeki bir ağacın ilk meyve verişini kaçırmamalı değil miydi insan? Yaşantı oburu olduk. Bedenimiz aç, gözümüz aç, en önemlisi de ruhumuz aç. Bir doyurabilsek ruhumuzu hepsi doyacak sonrasında. Beden burada, ruh başka zamanlarda, başka mekânlarda, başka işler peşinde. İş, güç, çoluk çocuk üçgeni. Neredeyse her günü birbirinin aynı olan sıradan günler, monotonlaşan hayatlar. Her gün güneşin farklı bir şekilde doğduğunu ve battığını seyretmek iyi geliyor hâlbuki insana. Bir ağacın kuru dallarından tomurcuklanması, tepesine kadar görülmeyen damarlarıyla suyu çekmesi, tazecik farklı modelli yapraklarla yeşillenmesi, çiçeklerin tomurcuklanması, yavaşça açması ve dışarıya vuran mis kokular, tohumları birbirine nakletme görevini dikkatlice yerine getiren, çiçeklerin ortasında uzun süre uyuyan arılar ve üzerine konan kamuflajlı böcekler, kelebekler ve bir de esinti gücü fazla olmadığında hissedemediğimiz fakat her zaman esen rüzgârlar. Rıh ile ruh, gökler ile kökler arasındaki bağlantılar…

Yakaladığımız küçük mutluluklar bizi büyüklerine götürür. Zaten mutluluk dediğimiz şey küçük ayrıntılarda saklı değil midir? Sen onları sevdiğinde büyük oluverirler. Mutluluğu hep yarınlara bağlamak niye? Daha çok şeye sahip olunca musmutlu mu olacağız? Hayır, hem de hiç…

İnsan eliyle boyanmış bir tablo karşısında hayran kalıp dururken, yeryüzü tablosunda hiç yoktan güzellikler yaratan “Musavvır’ı” tanımamak nasıl akıl tutulmasıdır? Rabbimizin özenle yarattığı şaheser minnacık çiçeklere dahi renkler kattığı, gönlü hoş eden nakışlarla bezediği bu muhteşem işçiliğe ve boyacılığa ne demeli? “Allah’ın boyasıyla boyandık. Boyaca O’ndan daha güzel olan kim vardır? Biz yalnız O’na kulluk ederiz.” (Bakara, 2/138) demeli!

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/190-191)

“İnsan dünya hayatında da asıl sahibi olanı aramakta ve Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği üzere, gönlü ancak O’nu anmakla huzur bulmaktadır.” (Ra‘d,13/28)

Kâinat kitabı yazılarla dolu… Bazısı gözle, bazısı kulakla, bazısı akılla, imanla, kalple okunur. Yeter ki okumayı istesin insan. Bundandır ilk emrin ‘oku’ oluşu. Evet, yazı vardır harflerle, yazı vardır nakışlarla yazılır. Söz vardır kelimelerle söylenir, söz vardır, kelimeye hacet yoktur. Her yazıyı herkes okuyamaz. Her sözü herkes işitemez. Rabbimiz çeşit çeşit yaratmıştır hakikate giden seçenekleri bizlere merhamet ettiği için…

Bir gülün kokusunu, bir rüzgârın esişini, bir kuşun eşiyle işbirliği içinde yuva kuruşunu, yavrularını sırayla doyuruşunu, çok sayıdaki kuzuların sevk-i ilahi ile annelerini buluşunu, kelebeğin kanatlarındaki kendini savunabilsin diye ona sunulan iki kocaman göz desenli görüntüsünü, suyun dolana dolana akışını, yukardan aşağıya dökülürken kulaklara değen musikisini, ölü gibi gözüken toprağın içindekilerle paylaştığı hayatı, içine konulanı kabulünü, daha güzeliyle cömertçe karşılık verişini, güzelce okumalı değil midir insan?

Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayeten Allah Resulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar” (Buhârî, Tefsir, Rum, 2)

Rabbimizin "Yeryüzünde bir halife var edeceğim." sözüyle başlamıştır insanın yaşam serüveni… Ardından Yüce Allah (c.c.), insanı "en güzel surette" yaratmış (Bakara, 2/30-34) zira onu değerli kılmış ve yarattıklarının pek çoğundan üstün tutmuştur. (İsra, 17/70) Yerde ve gökte ne varsa onun hizmetine sunmuş, ona dilediği her şeyi vermiştir ve bu yaratılışın tek bir amacı vardır: Yalnızca bir olan Allah’ı ilah kabul etmek ve O’nun razı olacağı bir hayat sürmek. (Zariyat, 51/56) İnsanın bu hayattaki sınavı, kendisini en güzel ve değerli surette yaratan Rabbinin kendisine verdiği tertemiz fıtratı koruyarak geliştirmek ve yaratıcısına kâmil bir mümin olarak dönmeyi başarabilmek değil midir?

İnsanoğlu geçmişin kederini, geleceğin kaygısını hep bugüne taşıyarak hem dem ve hem hâl olamaz. Bizler her ânı, her nefesi kendilerine verilmiş bir ihsan olarak bilir ve değerlendirmeye çalışır, önemli olanın geçmiş ve gelecek değil, yaşanan andan gâfil olmadan şu an olduğunu idrak edebilirsek eğer; bu dünya hayatına mana katan öbür hayata da hazırlık yapmış olur muyuz? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış derken geçip giden ömrün ardından, yeni güpgüzel ve hiç bitmeyen daimî bir bahara (cennete) uyanma niyazıyla…

Dem bu demdir dem bu dem…

 


* BENZER KONULAR

Rahîm Ve Rahmân Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:28:55 ÖÖ]


Davranışlarımız Kaydediliyor Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:22:46 ÖÖ]


Biliniz Cesedin Öyle Bir Et Parcası Vardır Ki Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:18:08 ÖÖ]


Melek Girmeyen Evler Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:04:30 ÖÖ]


Doğru Çalışma Methodu Gönderen: türkiyem
[Bugün, 10:59:59 ÖÖ]


Başınızı Çevirip Gitmeyin Gönderen: türkiyem
[Bugün, 10:39:23 ÖÖ]


Ozan Birgül 320 kbps - 2 kısım Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 09:15:33 ÖÖ]


Ozan Birgül - İlahiler 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 09:04:09 ÖÖ]


Dualarımız Neden Kabul Olmuyor Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:10:43 ÖÖ]


Birlikte Hizmet Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:59:59 ÖÖ]


Gizli Halleri Açık Hallerinden Daha Hayırlı Adamlara İhtiyacımız Var Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:40:31 ÖÖ]


Mücahitler Kazandığınızı Kaybetmeyiniz Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:32:32 ÖÖ]


İnsanlardan Övgü Beklemek Ateşle Oynamak Gibidir Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:24:29 ÖÖ]


Zamanın Kıymetini Bilmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:17:13 ÖÖ]


Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Dün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Dün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Dün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Dün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Dün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Dün, 08:09:36 ÖS]