Hakikate Uygun Olan Rabbânî Terbiye Süreci
Hakikate uygun olan terbiye, Rabbü’l Âlemin’e râm olmaktır. Rabbanî terbiye sürecine razı olmak, Allah’ın âlemlerin Rabbi olduğuna iman etmiş olmanın bir muktezasıdır. Terbiye “Rububiyet”ten gelir ve Kur’ân’ın terbiye kitabı oluşu, Kur’ân’la buluştukça, insanoğlunun kişilik çerçevesini Rabbü’l-Alemin’in yed-i kudretine sunmasıdır. Peygamberimiz Efendimiz (sav), “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyurarak, muazzez şahsiyetinin Allahû Teâla’nın (cc) kudret elinde şekillendiğini bildirmektedir. O terbiye, Peygamberimiz Efendimiz’i (sav) “Huluk-ı azim – Yüce ahlâk” timsali haline getirmiştir. Rabbanî terbiye süreci, aynı zamanda Müslüman toplumun örnek ve önder insan ihtiyacını giderme sürecidir. Çünkü hakikate uygun olan terbiyeyi Rabbimizin Peygamber Efendimiz’e (sav) vahyettiği nasslardan öğreniyoruz. Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ettiği hakikatleri tasdik etmek ve bağlı kalmak imandandır.
Hakikate Uygun Olan Rabbânî Terbiye Süreci
HAKİKATE uygun olan terbiye, Rabbü’l Âlemine râm olmaktır. Rabbanî terbiye sürecine razı olmak, Allah’ın âlemlerin Rabbi olduğuna iman etmiş olmanın bir muktezasıdır. Dinini Rabbinden alan, terbiyesini de Rabbinden alır. Rabb, terbiyecinin (mürebbi) ta kendisidir. Çünkü kâinatın geniş safha ve sahifelerinde terbiye ettiği binlerce hâdise için lâzım gelen ne kadar şey varsa hepsini Allah yapmaktadır. Özetle: Sadece beşerin terbiyesini ele alacak olsak, beşere cenneti gösteren, onu terbiye eden Allah’tır. Cehennemi gösteren, ondan sakındıran, Peygamberimiz’i gösteren, O’na uymayı teşvik eden, Kur’ân hakikatlerini gösterip insanın gözünü gönlünü açan, Kur’ân’da da kâinatı dile getiren, kâinatı anlatıp insanın karşısına apaçık hakikatleri ayân beyân seren, Allah’tır. “Rabb” kelimesi ve ardından da bütün âlemler ma’nâsına “âlemîn” kelimesi zikrediliyor. Bütün âlemlerin terbiyecisi ve bütün âlemleri kemâle erdiren Allah’dır. Dolayısıyla bütün âlem Allah’ın terbiyesindedir. O’nun terbiyesini görmeyen kemâle eremez. O’nun terbiyesini almayan ot, ot olarak varlığa eremez. O’nun terbiyesiyle tımar olmayan ağaç meyve veremez. O’nun terbiyesinden geçemeyen hava zehirden arınamaz. O’nun terbiyesini görmeyen şeker kamıştan ayrı olamaz. O terbiyedir ki, ummadığımız taş gibi kaskatı şeylerden, hayat sahibi canlı varlık meydana getirir. O terbiyedir ki, çok ölüleri hayata mazhar edip dipdiri yapar. O terbiyedir ki, en basit şeyleri dahi kemâle mazhar edip en mükemmel, en muhteşem, en muallâ şeyler haline getirir. Ve siz ona gösterilen itina ve itiyat karşısında hayret ve hayranlık secdesine kapanırsınız. Terbiye, bir şeyin, olabileceği en son noktaya ulaştırılması demektir. Bir otun çiçek açma kabiliyeti varsa, onun nihaî gelişme noktası çiçek açmaktır. Bir ağaç meyve veriyorsa onun son noktası da meyve vermektir. Esasen meyve vermesi gereken bir ağaç meyve vermiyorsa o, terbiyede kemâle ermemiş, terbiye olmamış demektir. Bir yılanın terbiyesinde de bir son hudûdu vardır. Eğer bu yılan zehirli ise, onun terbiyedeki kemâli, zehrin teşekkül etmesidir. Kör yılanın gözü görmez, fakat hayatta yaşamasını devam ettirecek mekanizma tam ve en mükemmel şekilde onda teşekkül ederse, artık o fıtratın kendisine tayin ettiği hududun bu son noktasına varmış sayılır. O, onun kâb-ı kavseynidir. Meyve veren ağacın meyve vermesi, çiçek açan bir otun çiçek açması, bir hayvanın fıtraten kendisine çizilmiş olan hudutların son noktasına ulaşması hep onların kâb-ı kavseynidir. İnsanın da bir kâb-ı kavseyni vardır. Ve o En Kâmil İnsan’da Mi’râc’da ifade edilmiştir. Büyük mürebbî Nebiler Sultan’ı (sav) Kâb-ı Kavseyn’e çıktığını anlatırken; Allah eliyle terbiye edilmekte en son noktaya vardığını anlatmaktadır. İmkân âleminden sıyrılması, çokluk âleminden çıkması, birliği kavraması, sonra da çokluk âlemindekileri vahdete götürebilme aşk ve heyecanını duyması... İşte biz bu âna imkân ve vücûb arası ma’nâsına “Kâb-ı Kavseyn” diyoruz. Terbiyeyi Rabbü’l Âlemin’den almanın yolu, Allah’ın terbiye ettiği Peygamberine bağlanmakla ve bağlı kalmakla mümkündür. Varlığa gelen ve eren bütün mahlûkatı terbiye eden Allah’tır. Ve her varlık, bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından kendi fıtrat hudutları içerisinde terbiye edilmektedir. Terbiye hudutlarının dışına çıkmış hiçbir varlık gösterilemez. Bu âlemşümûl terbiyenin tek ve yegâne sahibi Rabbül-âlemîn olan Allah’tır. İnsanı da terbiye eden O’dur. Belki, hidâyet ve dalâlet yolunu göstermek ve gönderdiği peygamberleri, dünya ve âhiret hayatının lider ve önderleri kılmakla Cenâb-ı Hakk insanı terbiye etmektedir. Ve yine, bir nebi ile bir bedeviyi, kabiliyet ve istidat ölçülerine göre terbiye etmektedir. Beşeriyet, ancak O’nun terbiyesi ile hakiki kemâle ulaşabilir. Bunun en sağlam yolu ise, Kur’ân’ı rehber edinmektir. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Onları kemâle erdiren ise, Rabb olan Allah’dır. Fatiha sûresinin ilk âyeti; “Âlemlerin Rabbine Hamd olsun.”(1) Dikkat edilirse, Allahû Teâla bir âlemin değil, âlemlerin Rabbidir. Allah, bütün âlemlerin terbiyecisidir. “el- Âlemin” kelimesinin, akıllıların çoğul yapıldığı bir kip ile anılması da, esasen bu âlemlerin terbiye şeklini anlayıp idrâk edeceklerin akıl sahibi insanlar olmasına tatlı bir işarettir. Bu işaretten de anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk’a alâmet olmayan bir âlemin var olmasının ma’nâsı yoktur.
İslâm, Rabbanî bir dindir. İslâm, insanları sahte Rablerin kulluğundan kurtarıp bir tek Rabbü’l Âlemine kul etmek için gelmiş olan bir dindir. İslâm, bütün doğruluk tartışması tasavvurda başlayıp tasavvurda biten, hayata ve şahsiyete uzanan boyutu bulunmayan bir felsefî ekol değildir. O Rabbanî bir tasavvur disiplinidir, bir hayattır. Tasavvurdaki doğrulama, insana, sadece İslâm’ın kapısını aralar. İnsan o kapıda tasavvurda doğruladığı bir dünya görüşüne inancını belirtir. Şehadet eder. Şehadet kelimesi, insana, İslâm’ın kapısını açan bir anahtardır. Ancak, ondan sonra uzunca bir süreç başlar. Bu, İslâm’ı hayat ve şahsiyet haline getirme sürecidir. Bu sürece aynı zamanda Rabbanî terbiye süreci de diyoruz.
Rabbanî terbiye sürecinden geçenler, ferd, aile, cemiyet ve devlet seviyesinde İslâm’dan gayrisine teslim olmazlar. İslâm’ın hayat ve şahsiyet şablonunu belirleyen ana ölçüleri Kitab ve Sünnet’tir. Kişi, İslâm dairesine girdikten sonra, hayatını Kitab ve Sünnet ölçüleri içinde şekillendirmeye, şahsiyetini Kitab ve Sünnet’e göre yeniden inşâ etmeye gayret eder. Bunun adı İslâmi terbiyedir. Kişi, ancak bu terbiye sürecinden geçtikten sonradır ki, İslâmi bir hayata kavuşur, bir Müslüman şahsiyeti ile donanır. Bir tablet değildir şehadet kelimesi ki, alınıverince farklı bir dünyaya uçuş mümkün olsun. İslâm boyası, bir küpe daldırılıverince edinilebilecek bir boya da değildir. İslâm kişiliği bir eğitim sürecinde bünyeye mal edilecek, sürekli bir eğitimle korunabilecek değerler bütünüdür. Rasûlüllah’dan itibaren, İslâmi hayat böyle bir süreç içinde yaşanır hale gelmiştir. Bizzat Rasûlüllah bir eğitimden geçmiştir. “Beni Rabbim terbiye etti. Ve gerçekten güzel terbiye etti.”(2) şeklinde hadis-i şerif, Rasûlullah (s.a.v)’ın geçirdiği terbiye sürecini anlatır. Kırk yıl dünya hayatında gerçekleşen ancak daha da öncelerden, ta elest bezminden başlayan bir terbiyedir bu. Rasûlüllah’ın pâk, muazzez ruhları, böyle bir göreve göre terbiye edilmiş, hazırlanmıştır. Bu terbiye, risaletleri boyunca da devam etmiştir. Vahyi yaşamada Rasûlüllah erişilmez bir önderdir. O yüzden O’nun her sözü, Allahû Teâlâ tarafından vahiy diye vasıflandırılmıştır: “O kendi hevâsından konuşmaz. O’nun konuştuğu kendisine inen bir vahiyden ibarettir.” (3) Bu, Allahû Teâlâ’nın, Peygamberinin şahsiyetindeki arı duruluğa bir kefaletidir. O’nun şahsiyetine nakşedilmiş mâsûmiyetin ifadesidir. Allah’ın terbiyesinden geçmiş, Allah’ın murakabesinde yaşamış bir Peygamberin ümmetiyiz. Terbiyesiz bir hayat, bizim hayatımız değildir. Müslümanların hayatlarının alâmeti, Rabbanî terbiyedir.
Terbiye Rabbanî bir mektebdir. Bu mektebte okuyanlar, bir tek Allah’ı Rabb edinenlerdir. Rabbi Allah olanın mektebi terbiye olur. Çünkü Allah Rabbü’l Âlemindir; kâinatta bulunan herşeyi ve herkesi terbiye edendir. Münkir ve Müşrik insanlar Allah’ın terbiyesine itiraz edenlerdir. O’na yedek Rabbler bulmaya çalışanlardır. Kur’ân, Allahû Teâla’dan insanoğluna gönderilen ilahi bir insanlık çerçevesidir ve bu vasfıyla Kur’ân, bir terbiye kitabıdır. Terbiye “Rububiyet”ten gelir ve Kur’ân’ın terbiye kitabı oluşu, Kur’ân’la buluştukça, insanoğlunun kişilik çerçevesini Rabbü’l-Alemin’in yed-i kudretine sunmasıdır. Rasûlüllah Efendimiz, “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyurarak, muazzez şahsiyetinin Allahû Teâla’nın kudret elinde şekillendiğini bildirmektedir. O terbiye, Rasûlüllah’ı “Huluk-ı azim – Yüce ahlâk” timsali haline getirmiştir.
Rabbanî terbiye süreci, aynı zamanda Müslüman toplumun örnek ve önder insan ihtiyacını giderme sürecidir. Çünkü Rabbimizin terbiyesini Rabbimizin Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’den öğreniyoruz. Hz. Peygamber (sav)’e bağlanmak ve bağlı kalmak imandandır. Hz. Peygamber (sav)’in hayatında tecelli eden Rabbanî terbiye, imanımızın bize kazandırdığı bir imkândır. Rabbanî terbiye sürecini yaşamayanlar, Rabbanî terbiye çerçevesini aşanlar, insan kalamazlar..
Rabbanî terbiye fıtrî bir ihtiyaçtır. Kur’an’ı Rahman öğretir. İnsanı Rahman yaratır. Beyanı Rahman öğretir. Semayı Rahman yükseltir, ölçüyü Rahman koyar. Kur’an’a Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlanır. Her işe Rahman ve Rahim olanın adıyla başlanır. “Bismillahirrahmanirrahim”in bir Müslüman’ın hayatında bu ölçüde yoğun olarak var olması, bir terbiye hassasiyetinden ayrı düşünülebilir mi? Belli ki Hâlık-ı Zülcelal, “Rahman ve Rahim” ismi şeriflerinin dilimize pelesenk olmasını isteyerek, onun, hayatımızın bütün alanlarına bir iksir gibi girmesini dilemiştir. Su içerken, yemek yerken, ayakkabımızı giyerken, eve girerken, evden çıkarken, iş yerimizin kapısını açarken, yazıya – söze başlarken, bebeğin kundağını sararken, kurbanın boğazına bıçağı çalarken.... Rahman ve Rahim olana kalbimizi raptederek... Her an ve her işte rahmet insanı olarak... Sanki rahmete doymamız, kılcal damarlarımızın onunla yıkanması istenmiştir. Günde kırk defa namazda okuduğumuz Kur’ân-ı Kerim’in Fatiha sûresi, Rabbanî terbiye sürecinin temrini ve teminatıdır. Allah Rasûlü torunlarını öpüp, koklarken, namazda bile onların sırtına çıkmasına mani olmazken, etrafındaki insanları, bir rahmet terbiyesine sokmuş olmuyor mu? Rabbanî terbiye sürecinin amacı Allah’ın âyetleriyle Rasûlüllah (sav)’in örnek ve önderliğinde “Rahmet insanı” nı inşa etmektir. İslâm, nasıl bir insanı hedeflemiştir, diye bir soru sorulsa, bunun en kapsayıcı cevabı “Rahmet insanı” olmaz mı? Şu hadisi şerife bakınız:
“Cennetlikler üç gruptur.
Adil ve emanete riayet eden devlet başkanı.
Yakınlarına ve Müslümanlara merhametli ve yufka yürekli kişi.
Ailesi kalabalık olduğu halde haram kazançtan sakınıp, kimseden bir şey istemeyen adamdır.”(4)
“RAKİKU’L - KALB!”
İşte Peygamber Efendimiz (sav) böyle buyurmuştur. “Yufka yürekli”den de öte bir derinliği var bu ifadenin... “İnce, duyarlı, hassas, ve yufka yürekli...” Bu ifade, Müslüman için efradını câmî ağyârını mânî bir tarif gibi bile görülebilir. Rabbanî terbiye sürecini yaşayanların başka terbiye süreçlerine ihtiyaçları yoktur.
İslâm’ın “Rahmet insanı” yaşanan bir gerçek olmak içindir. Rasûlüllah Efendimiz, Mekke toplumunun vahşet arenasından insanların yüreklerini teker teker, başlangıçta neredeyse iğne ile kuyu kazarcasına bir emekle kurtarmış ve rahmetle yeniden inşa etmiştir. Kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan, birer şefkat abidesi çıkarmak, onların yüreğini yeniden yoğurmak anlamına gelen bir peygamber terbiyesini gerekli kılmıştır. Bugün Müslümanların toplumlarında, kediye karşı atış talimi yapan çocuklar varsa, birbirinin camiini kundaklayan insanlar varsa, İslâm İslâm diyerek vuruşanlar varsa, Rasûlüllah’ın “Rahmet terbiyesi” ile araya, uçurumlar girmiş demektir. İslâm Rabbanîdir; Rabbanî insan ve Rabbanî toplum ister. Müslümanların toplumu, Rabbanî bir toplumdur.
Rabbanî terbiye sürecinden geçmeyen bir İslâm toplumu olamaz. “İslâm toplumunun genel karakteri “kardeşler toplumu” olmasıdır. İlişkiler bu doğrultuda yürütülmelidir. İnsan, kardeşlerinin yanlış yapmasına göz göre göre sessiz kalamaz, kalmamalıdır. Değer yargıları, anlayışları, kaygıları karmakarışık olmuş, uzun yıllar bu karmaşıklığı sistem olarak yaşamış ortamlardaki Müslümanların, ister yönetici ister yönetilen olsunlar, herkesten fazla uyanık ve uyarıcı olmak zorunluluğu vardır. İdare ve iktidar el değiştirir, şekil değiştirir, isim değiştirir. Müslüman için değişmeyen ve değişmeyecek olan Müslüman’ca yaşamaktır. Bunun için de şartlara göre sürekli bir İslâmî titizlik ve uyanıklık şarttır.
Rabbanî terbiye, Rabbü’l Âleminin âyetleriyle hayata uyanmaktır. Peygamber (sav)’in örnek ve önderliğinde Rabbanî olmaktır. Bakınız Rasûlullah (sav), çağrısına uyup İslâm dairesine girenlere kendi kişiliğinden ışıklar yansıtabilmek için yoğun bir terbiye süreci başlatmıştır. Vahiyle gelen her ilâhî buyruk önce kendi kişiliğine yansımış, oradan da, etrafındaki mü’minlerin kişiliğine aktarılmıştır. Her âyet, çeliğe su verilmesi gibi bir ameliyedir Rasûlullah’ın etrafındaki mü’minler için. Hazreti Ömer’deki değişimi düşünmek gerek. Rasûlüllah (sav)’in başlattığı Rabbanî terbiye süreci, Kız çocuğunu toprağa diri diri gömen bir adamdan bir gönül eri inşâ edecek eğitimidir. Bu eğitimin kalitesini görmek için, bir tek kişide bile, İslâm öncesi ve İslâm sonrası şahsiyeti tahlil etmek kâfidir. Rasûlüllah (sav), öğrencisini her türlü özelliği ile tanıyan, herkese, onun şahsiyetini İslâm’a göre biçimlendirecek yolu gösteren, beşeri zaafların aşılmasında ümmetine yardımcı olan örnek bir öğretmendir. Rasûlüllah’ın “En güzel hareket tarzı nedir?” şeklindeki sorulara verdikleri farklı cevaplar vardır. Bunlar birbirini nakzeden cevaplar değildir. Ancak farklılıklar arz eden davranışları belirlerler. Bunun da sebebi, Rasûlüllah’ın, soruyu soran kişinin algılama gücünü dikkate almasıdır. Aynı şekilde, Rasûlüllah’ın etrafındaki mü’minlerin her biri, O’nun en çok kendisini sevdiğine inanırmış. Bu da, İslâmî kişiliği kazanma sürecinde, öğretmen ile öğrencinin nasıl bütünleştiğini gösteren bir örnektir. İşte bu ortamda yürüyen eğitim sürecinde Rasûlüllah’ın “yıldızlar” diye nitelediği bir “dost insanlar-Sahabe” topluluğu yetişmiştir. İmran İbnu Huseyn radıyallahu anhüma anlatıyor: “Râsûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir.” İmran radıyallahu anh der ki: “Kendi asrını zikrettikten sonra iki asır mı, üç asır mı zikretti bilemiyorum.” bu sonuncuları takiben öyle insanlar gelir ki kendilerinden şahitlik istenmediği halde şahitlikte bulunurlar, onlar ihanet içindedirler, itimat olunmazlar. Nezirlerde (adak) bulunurlar, yerine getirmezler. Aralarında şişmanlık zuhur eder.” Bir rivayette şu ziyade var: “Yemin talep edilmeden yemin ederler.”(5)
Dikkat edilirse, Rasûlüllah, bu insanlar için “Ümmetin en hayırlı nesli” övgüsünde bulunmuştur. Sonra onları takip edenler (Tâbiin) sonra da onların takipçileri (Etbau’t-Tâbiin) geliyor. Rasûlüllah’ın bu üç nesli, ümmetin hayırlı nesilleri olarak tebcil ediyor. Bu üç nesil, Rasûlullah’ın terbiyesini, birbirinden devralan nesildir. Sahabeyi Rasûlüllah eğitmiş, tâbiûn’u sahabe, etbau’t-tâbiini ise tabii nesli eğitmiştir. Bu üç nesilde, Rasûlüllah’ın terbiyesinin izi vardır.Rasûlüllah’ın kişiliği bu üç nesle derece derece yoğunlukla intikal etmiştir. Bu üç nesilden sonra İslâm dünyasında bir şahsiyet problemi başlıyor. Kitab ve Sünnet ortada. Bu iki ana kaynağa bağlılıklarını ifade eden insanlar da mevcut. Ama Kitab’ı Sünnet’i bir hayat ve şahsiyet haline getirmede aksama var. İslâm dünyası büyümüş, değişik kültür ve inanç muhitleri ile temaslar başlamış. Gerek bu temaslarla gelen farklı kültür kırıntıları, gerekse beşeri zaaflar, İslâm’ın bir toplum şahsiyeti halinde yaşanmasında aksamalar ortaya çıkarıyor. Toplumda gedikler açılıyor. Yer yer şahsiyet çöküntüleri oluşuyor. Bu noktada, bazı insanlar çıkıyor ve Kitab ve Sünnet çizgisindeki İslamî hayat ve şahsiyeti aramaya koyuluyorlar. Önce kendi kişiliklerinde yoğunlaşıyorlar. Bu, bir tür kendi kendini terbiye etme olayı. Kitab ve Sünnet’e göre kişiliğini ve hayatını yeniden inşâ olayı. Bu nefis terbiyesinde Allah’a imanı gerçek iman, Rasûlüllah’a bağlılığı gerçek bağlılık haline getirme çabası var. İmanda tevhid şuurunu yakalamak için yoğun bir arınma ameliyesi geçiriyorlar. Sevgileri yeniden sınıyorlar. Tevhide aykırı olanı ayıklıyorlar. Dünya ile alakayı yeniden sınıyor ve Allah’a bağlılığı engelleyen dünya ilgilerini kesip atıyorlar. Tevhidi devamlı kılmak için, Allah’la her an beraber olma çabasına giriyor ve dillerini zikirle meşgul ediyorlar. Bütün bunlar, özel bir gayret isteyen davranışlar. O özel gayret, şahsiyeti yeniden inşâ yolunu açan bir terbiye sistemi Kitab ve Sünnet’i hayatının merkezine koyan bir terbiye sistemi. Tıpkı Rasûlüllah’ın yaşadığı ve yaşattığı gibi. Bütün hayatı, Allah için kılan bir anlayışa yönelme...
İşte, Müslümanlar tarihinde mürebbiler diye geçen insanlar bunlar. Hasan Basri ve Cüneyd Bağdadî, bunlardan ikisi... Bunların hayatı, Rasûlüllah’a ve O’nun ilk öğrencilerine benzeme çabası içinde geçiyor. Allah’ın kitabı bunların hayat ölçüleri... Kitab ve Sünnet dışında bir ilkeleri, ölçüleri mevcut değildir. Bütün gayeleri İslâm’ı gerçek lezzeti içinde yaşamak. Kulluğun zevkine ermek. Allah sevgisi ile yıkanmak. Bütün çabaları, gittikçe yaygınlaşan “şeklî Müslümanlık” sürecinde eriyip gitmemek. İmanın halavetini kaybetmemek. İçi boşalmış, kabuktan ibaret bir Müslümanlığa mahkum olmamak... Bir insan, gönlünü tevhidle yıkar da, bir cazibe merkezi haline gelmez mi? Bu gönül erleri, İslâm toplumlarındaki aşınmadan tedirgin olan insanların ilgi odağı haline geliyorlar. Bir tür, sığınak. Bir tür dayanışma ihtiyacı. Bir tür örnek ve önder arayışı. İnsanlar adeta, Hasan-ı Basri’den, Cüneyd’den yola çıkıp Rasûlullah’a ulaşmak istiyorlar. Ya da Hasan-ı Basri’de, Cüneyd’de, kaynağı Rasûlüllah’da bulunan bir sevgi pınarı görüyorlar. O pınara dudaklarını dayayıp, Rasûlüllah’la halvet oluyorlar. Bu da ilk Rabbanî terbiye sürecinin toparlanışı oluyor. Yani Kitab ve Sünnet’i Saadet Çağı zenginliği içinde yaşamak için ilk dayanışma... Hz. Peygamber (sav)’den ve O’nun pak sahâbelerinden bize Rabbanî terbiye süreci miras kaldı. Hz. Peygamber (sav)’e vahyin 23 yıl zarfında nazil olması, Müslüman neslin Rabbanî terbiye sürecidir. Sahâbe kıvamında Rabbanî terbiye sürecinden geçirilerek yetiştirilmek istenen Müslüman bir nesil, ancak Peygamber döneminde olduğu gibi 23 yılda yetişir. Sahâbelerin her birisi kendi başına bir mürebbi idi. Sahâbeler gittikeri yerlerde insanları Rabbü’l Âlemin’in âyetleriyle tezkiye ve terbiye ediyorlardı.
Rabbanîler, toplumun ruh mimarlarıdır. Hepsinin ortak gayesi, insanları Hakkın rıza çizgisine çekmek, ebedî saadetlerine vesile olmaktır. İslâm’ı bir bütün halinde nefislerine, ailelerine, cemiyet ve devletlerine hakim kılmak amacıyla ortaya çıkmış bütün Müslüman meşrepler, Rabbanî terbiye sürecini tamamlayan parçacıklar hükmündedirler. Bunların hepsinin amacı, insanları sahte Rablerin ellerinden, kurum ve kuruluşlarından çekip bir tek Rabbü’l Âlemin olan Allah’a bağlamaktır. Topladıkları ve toplamaya çalıştıkları insanları Rabbü’l Âlemin olan Allah’a bağlamayan ve onları Rabbanî terbiye sürecinden geçirmeyen meşrepler, ümmet bütünlüğünün dışında kalanlardır. Onlar İslâm’ın ve Müslümanların değil, sahte Rablerin sermayesinden sayılanlardır.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Fatiha Sûresi/ 1
(2) Süyûtî, el-Câmiu’s-Sagir, nr. 310. Hadisi, Sem’ânî, Edebü’l-lmlâ adiı eserinde, İbn Mes’ûd’dan rivayet etmiştir. Bk. Sehâvî, el-Ma-kâsıd, s. 45; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, nr. 164
(3) Necm Sûresi/ 3
(4) Sahih-i Müslim, Cennet, 63
(5) Sahih-i Buhari, Şehadat: 9, Fezailu’l-Ashab: 1, Rikak: 7, Eyman: 27; Sahih-i Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 214, (2535); Sünen-i Tirmizi, Fiten: 45, (2222), Şehadat: (4) (2303); Sünen-i Ebu Davud, Sünnet: 10, (4657); Sünen-i Nesai, Eyman: 29, (7, 17, 18)