İnsani İlişkilerde Edep – AHLAK - ve Ölçü
Edep; topumda örf, âdet ve kural haline gelmiş tutum ve davranışlardır. Diğer bir ifade ile insanın tabiatında bulunan olgunluğu, fazileti, güç ve kapasiteyi eyleme dönüştürmektir. Edep; toplanma manasına da gelmektedir. Bir bakıma hayır, iyi ve güzel hasletlerin bir insan üzerinde yoğunlaşmasıdır. Aynı kavram; dili ve hitabeti düzeltme, kelimeleri yerine göre seçip söyleme, anlamları güzel sözcüklerle ifade etme, konuşmayı hatalı sözlerden korumanın bilimi olarak de tanımlanmıştır. Bu durumda edep, insanın hamuruna katılmış bir mayadır. Yüce Allah insanı, bu özelliği tercih edebilecek bir kabiliyette yaratmıştır. Çünkü kişi, bu tür manevi müeyyideler ve davranışlar sayesinde çevresinde daima takdir görmüştür.
Edep, tasavvuf kültüründe de zengin içeriğiyle geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Buna göre güzel ahlakın merkez noktası edeptir. İnsan ile Allah ve insan ile diğer varlıklar arasındaki her işlemin ön şartı ve anahtarı yine edeptir. Dolayısıyla nefsini edeple ıslah eden, Allah’a da samimiyetle ibadet eder. Hasan-ı Basri edebi dinde bilgi, dünyaya değer vermeme ve Allah’ın üzerimizdeki hukukunu bilmek şeklinde değerlendirmiştir. Sonuç olarak; dinin hoş gördüğü, aklın güzel saydığı bütün tavırlar, sözler, iffet, zarafet, nezaket, adalet, lütuf ve insaf gibi ahlaki davranışları simgeleyen güzel sıfatların her biri edep kabul edilmiştir. Bunlar bireysel ve toplumsal ilişkilerle sosyal hayata yansımaktadır. Şimdi yeri gelmişken Hasan Basri Çantay’ın tercüme ettiği Şems-i Tebrizi’nin şu beyitlerini de buraya alalım.
“Efendi, anla ki insanın tenindeki can ne ise, edep de odur. Efendi insanların kalbindeki, gözündeki, nurlar edepten ibarettir. Âdem ulvi âlemdendir (yaratılışı yüksektir), onu süfli ve alçak sanma! Bu kâinat kubbesinin dönüşündeki nizam ve revnak edeptir. Gözünü aç da baştanbaşa Tanrı kelamına bak: Ayet ayet bütün Kur’an’ın manası edepten ibarettir. Akla “İman nedir?” diye sordum. O kalp kulağıma dedi ki: “İman edeptir! ”Ey Şems-i Tebrizi, artık sus ki, sen Huda’nın bir sırrısın. Geceleri parıldayan en nurlu ve en üstün ışık edepdir.” (Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, 1964, s. 72.)
Bilindiği gibi edep; hadis, ahlak, kültür ve vaaz kitaplarında müstakil bölümler halinde yer almıştır. Özellikle hadis kaynaklarında bu konudaki ana başlık altında çeşitli alt konular yer almaktadır. Örneğin Sahih-i Buhari’nin “Kitabü’l Edep” kısmında, 128 bab (bölüm) ve 249 hadis metninin yer aldığını görüyoruz. Bu bölümler; anne babaya karşı sorumluluk, ailenin temelini oluşturan eşlerin birbirlerine karşı görevleriyle başlamakta; komşu, akraba ve arkadaşlık hakkı, canlılara merhamet ve şefkat, dul, fakir, yetim ve kimsesizlere yardım, güzel söz ve hoşgörü, işlerde kolaylık sağlamak, çocukların hukuku ve eğitimi, Allah’ın rahmetinin bolluğu gibi konularla devam edip gitmektedir.
Bu başlıklar; esneyen kişinin ağzını kapatması ve aksıran kişiye de “Allah sana merhamet etsin” diyerek dua edilmesinin gerektiği hatırlatılarak sona ermektedir. Şüphesiz ki bu bölümlerin her biri başlı başına bir çalışma konusu olarak ele alınabilecek bir zenginliktedir. Fakat bizim bir makalenin hacmiyle bu konuların tamamına temas etmemiz mümkün değildir. Ancak biz yeri gelmişken insani ilişkilerde önemli bir yeri olan konuşma üslubu, söz, iletişim ve davranışlarla ilgili bilgi, görgü ve edep kurallarını irdelemeye çalışacağız.
İnsanlar birbirlerine meramını, duygularını, düşüncelerini ancak görüşerek ve konuşarak aktarabilirler. Dolayısıyla karşılıklı sevgi, saygı ve güven ortamı da bu şekilde oluşmaktadır. Bu nedenle kişinin konuşma esnasındaki ses tonu, kelimelerin seçimi, dinleyici üzerindeki etkisi, inandırıcılığı, güvenirliliği ve ikna gücü önem arz etmektedir. Bu bağlamda dil, insan ilişkilerinde önemli bir ölçüdür. Bazen az konuşarak sözün daha tesirli olmasını sağlamak mümkündür. Çok ve gereksiz yere konuşmanın da sözün etkisini azalttığı bir gerçektir. Bu nedenle kişinin itibarı, konuşmasıyla orantılıdır. Ya güzel sözler söylemeli veya susmayı tercih etmelidir. Nitekim peygamberler bile insanlara; akılları düzeyinde konuşmakla görevlendirilmişlerdir. Onların insanlara güzel öğüt ve hikmetle yaklaşmaları tavsiye edilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in şu ayetleri de bu hususa ışık tutmaktadır:
“(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 125.)
“Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır. Yahut korkar.” (Taha, 43-44.)
“(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve “ben Müslümanlardanım” diyenden kimin sözü daha güzeldir. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir biçimde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 33-35.)
“Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.” (İbrahim, 24.)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde ortak bir payda olarak insanlara; güzel söz ve hikmetle hitap edilmesi tavsiye edilmektedir. Aslında bu görev, öncelikle peygamberlere hatırlatılmıştır. Bu nedenle bütün peygamberler, tebliğ ve davetlerinde bu usule riayet etmişlerdir. Dolayısıyla tarihin her döneminde, bu görevi üstlenen insanların da aynı duyarlılığa riayet etmeleri gerekmektedir. Hiçbir dönem ve toplumda kötülük kötülükle önlenememiştir. Bütün olumsuzluklar ancak güzel haslet ve davranışlarla giderilebilir. Buna göre; küfür imanla, kötülük iyilikle, öfke sabırla, cehalet bilimle, tembellik çalışmakla, kibir ve gurur tevazu ile, hastalık tedavi ile, kin ve nefret ise ancak barışla yok edilebilir. Bu nedenle toplumda barış ve huzur ortamının sağlanmasında gönül ve dilin kullanımı belirleyici rol oynamaktadır. Kur’an’da Allah’a şükretmesi için kendisine hikmet verilen bir kul olarak anılan Lokman’a bir gün efendisi, bir koyun kesmesini ve en tatlı yerinden iki çiğnem et getirmesini istemiştir. O da bir koyun kesip efendisine dilini ve kalbini götürmüştür. Bir süre sonra efendisi ona yine bir koyun kesmesini ve bu kez en kötü yerinden iki çiğnem et getirmesini istemiştir Lokman yine kestiği koyunun dilini ve kalbini takdim etmiştir. Efendisi, Lokman’a bu iki zıt teklife karşılık aynı usul ile cevap verilmesinin sebebini sorduğunda Lokman şu açıklamayı yapmıştır: “Eğer bunlar (dil ve kalp) güzel olursa onlardan daha güzeli yoktur. Şayet bunlar kötü olursa, takdir edersiniz ki onlardan daha kötüsü de yoktur.” (Prof. Dr. S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c.7, s. 61.)
Hz. Peygamber (s.a.s.) de konuşmasında, az söz ile çok manayı içine alan (Cevamiu’l-Kelim) bir üslup kullanmayı tercih etmiştir. Çünkü güzel, kısa, öz ve yerinde konuşmak onun nübüvvetinin bir özelliğidir. (Buhari, Kitabü’l Cihad Ve’s-Siyer, 121.) Bu nedenle güzel ve hoş bir sözün sadaka yerine kaim olacağı bildirilmiştir. Bu nedenle sahabenin bulunduğu bir mecliste cehennem ateşini zikretmiş ve bu nedenle Allah’a sığındıktan sonra şöyle buyurmuştur: “Sizler tek hurmanın yarısı ile, bunu da bulamazsanız güzel bir sözle de olsa ateşten korununuz!” (Buhari, Kitabü’l Edeb, 34.)
Diğer taraftan en zor konuları bile şiir ve beyitleriyle yumuşatarak anlaşılır hale getiren Yunus Emre de güzel sözün fert ve toplum üzerindeki etkisini şöyle ifade etmişlerdir:
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ide bir söz.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de konuşmanın adap ve usulü hakkında şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Bazen susmak, aklın ziyneti ve cehaletin örtüsüdür. Güzel sözlü ve güleç yüzlü ol! Asla yalan söyleme. Dili tatlı olan, gönüllere taht kurar. Mizahı meslek edinenin ve çok gülenin heybeti az olur. Abartılı ve yapmacık sözlerin ne sahibine ne de dinleyicisine faydası yoktur. Zira sözün en güzeli, kısa ve anlamı derin olandır. İnsanı helak eden ve nimeti elinden alan dilidir. Dilin sürçmesi ayağın sürçmesinden daha beterdir. Dil yarası kılıç yarasından daha acı verir. Bu nedenle dilin suskunluğu, mümtaz bir hikmettir ki; çok azı bu hikmete sahiptir. Bir kimse, birine yalnız bir yerde gizli bir şey söylerse, o söz ona emanettir. Bir başkasına söylemek emanete hıyanet olur. Unutmayalım ki iyilerin sineleri, sırların gömülü olduğu kabirlerdir.” (Marifetname, s. 292-296.)
Çağımızda; sosyal hayatın ihtiyaçları ve problemleri çok farklı bir biçimde şekillenmiştir. Zira insanların yaşantıları, beklentileri ve düşünceleri olabildiğince dünyevileşmiştir. Buna bağlı olarak mesken, sağlık, gıda, giyim kuşam gibi doğal ihtiyaçlar, hızla lüks tüketime kaymıştır. Böylece her alanda kapsamlı bir gelişim ve değişim süreci yaşanmaktadır. Buna paralel olarak, “ben merkezli” bir tutum ve anlayış gittikçe yardımlaşma ve paylaşma duygusunu zayıflatmaktadır. Öyle ki; toplumun bir bölümünün lehine harcama ve israf kalemleri artarken diğer taraftan yoksulluk, fakirlik ve işsizlik gündemdeki varlığını hissettirmektedir. Şüphesiz ki bu gelişmelere ilave olarak dünyanın değişik yerlerinde yaşanan gerginlikler, iç ve dış çatışmalar veya aniden ortaya çıkan doğal afetler ve üzüntüler sorumluluğumuzu bir o kadar daha derinleştirmektedir.
Oysaki insanlık ailesi bir geminin yolcuları kadar birbirine yakın ve duyarlı olmak zorundadır. Hiç kimse kendisi için arzu ettiğini başkası için de arzu etmediği müddetçe olgun bir imana sahip olduğunu iddia edemez. Yukarıda da açıklandığı gibi toplumu oluşturan bireylerin sevgi, saygı, hoşgörü ve tebessüme ihtiyaçları vardır. Bu hoşgörü ve güzel değerler, üyesi bulunduğumuz toplumdan esirgenmemelidir. Aile içinde; anne, baba, kardeş, çocuklar birbirlerine karşı sevgi, saygı ve merhamette yoğunlaşmalıdır. Akraba, arkadaş, yakın ve uzak komşularla olan ilişkiler, daha samimi, karşılıklı ilgi ve yardımlaşmaya dayalı bir anlayışla yürütülmelidir. Bazen tatlı bir söz ve gülen bir yüz buzların çözülmesine, gönüllerin yumuşamasına, bir atasözünde ifade edildiği gibi yılanın bile deliğinden çıkmasına vesile olabilir. Bu durumda yakınlaşmaya, tanışmaya ve yardımlaşmaya daha samimi olarak fırsat sağlanmış olur.
Diğer taraftan dışımızdaki olaylara bakarken bardağın dolu tarafını da görmeye çalışmalıyız. Ortak değerlerimizi ve zenginliklerimizi paylaşalım. Tarih boyunca bizi bir arada tutan; adalet, doğruluk, güzel ahlak, edep, terbiye, bilgi, görgü, örf ve âdetlerimize sahip çıkalım. Bu değerler, sosyal hayatın değişim ve dönüşümünü dengeleyen çok önemli iletişim kanallarıdır. Çocuk ve gençlerin anne, baba, başta olmak üzere büyüklerin ellerini öpmeleri ve saygı duymaları; büyüklerin ise küçükleri sevip kucaklamaları ne kadar güzeldir. Tanıdık veya tanımadık herkese selam vermek ve onlardan selam almak gibi daha büyük bir kazanç düşünülemez. Esasen insanlara iyilik yaparak maddi menfaat yerine, onların gönüllerini ve dualarını almanın mutluluğu da tarif edilemez.
Nitekim bizim asli niyet, irade, arzu ve inancımız; kolaylık, hoşgörü, affetme ve yardımlaşma esası üzerine kurulmuştur. Hedef; korkutmak değil, müjdelemek, zorlaştırmak değil, çözüm üretmektir. Bu alandaki kapılar ve gönüller açık tutulmalıdır. Belki de Yunus’un dediği gibi bazen sitem edene dilsiz, dövene elsiz olmanın çilesine katlanılmalıdır. Keza gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, katı ve sert olana tebessümle yaklaşmak ise, daha anlamlı bir erdemliktir. Kim bilir belki de bu tür özveri ile toplumun gerginliğini, stresini ve yorgunluğunu önemli ölçüde hafifletmiş olabiliriz. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de, insanlığa gönderilişindeki asıl hikmeti şöyle açıklamaktadır: “Allah beni zorlaştırıcı, şaşırtıcı ve sıkıntı verici olarak değil, bir muallim ve kolaylaştırıcı olarak göndermiştir.” (Müslim, Talak, 29.)