Hayâ ve Edep
Allah-u Zülcelâl bir ayetinde şöyle buyuruyor:
“İman edenlerin arasında kötülüğün, hayâsızlığın yayılmasını isteyenler ve sevenler için dünyada da ahirete de elim bir azap vardır.” (Nur, 19)
Allah celle celâluhû, insanı eşrefi mahlûk olarak yaratmış ve onu bütün güzel hasletlerle donatmıştır. Bu özelliklerle beraber insanın bir de nefsanî yönü vardır. İşte insanın imtihanı kazanması ya da kaybetmesi, ruhanî yönü ile nefsanî yönü arasındaki tercihlerle belli olmaktadır; ya ruhi ve insani özelliği ağır basar, aklını kullanır, melekût âleminin bir ferdi olur ya da aklını devre dışı bırakıp onu nefsinin emrine vererek hayvanlar âleminin bir ferdi durumuna düşer.
İnsanı insan, belki de sultan edecek, onu en güzel derecelere ve en ulvî makamlara yükseltecek bu değerlere sahip çıkmalı. Bunların başında iffet, hayâ ve edep gelir. Ahlak-i hamide sahibi bir insanın en bariz özellikleri olan bu erdemler insanı hayvanlardan ayıran en önemli unsurlardandır.
Mevlâna hazretleri der ki:
“Eğer âdemoğlunun edepten nasibi yoksa Âdem değildir
Çünkü insanla hayvan arasındaki fark edeptir.
Gözünü aç da bak cümle Kelamullah’a
Ayet ayet bütün Kur’an’ın manası edepten ibarettir.”
Edep ile muamele nice lütuf ve ihsanlara vesile olur. Hayâ ve edep insanı bütün çirkinliklere karşı korur. Bu erdemlerin başı ise insanın haddini bilmesidir. Haddini bilen nerede ne yapması ve nasıl olması gerektiğini bilen insandır. Böyleleri kararlarında daha isabetli ve korktuklarından daha emin oldukları gibi Allah’ın rahmetine de daha layıktırlar.
İslam dini bütünüyle güzel ahlaktan ve edepten ibarettir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Hayâ, imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darmadağın olur her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı da hayâ’dır.” (İbn Mâce, Zühd, 17) buyurmuştur. Bu da bütün davranışlara şamil bir haslettir; her hususta gereklidir.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün ashabına:
“Allah’tan gerektiği gibi hayâ ediniz” buyurmuştu. Sahabeler:
“Ey Allah’ın Resulü, elhamdülillah, biz Allah’tan hayâ ediyoruz” demişlerdi. Bunun üzerine Allah Resulü:
“Gerçek hayâ o değildir. Fakat gerçek anlamda haktan hayâ eden başını (baştaki duyu organlarını) ve başın (içindeki düşüncelerini) korusun, karnını ve karnının ihtiva ettiğini (yeme ve içmesini) kontrol etsin, ölümü ve musibetleri hatırlasın, ahireti isteyen dünya hayatının süsünü terk etsin, böyle yapanlar Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olurlar.” (Tirmizi, Kıyamet, 25) buyurmuştur.
Evet, hayâ her şeyden önce, Allah’tan korkmakla, Ondan utanmakla başlar. Allah korkusu olmayanın hayâ ve edebi de olmaz. Allah’tan utanmayanlar, kuldan da utanmazlar.
Allah’tan hayâ etmenin yolu hadisi şerifte belirtildiği gibi, bütün organları O’nun emrine amade kılmakla mümkündür. Gözü harama bakanın, eli harama uzananın, şehvetini gayr-i meşru şeylerle tatmin edenin hayâsından söz etmemiz mümkün olamayacağı gibi düşüncesi, fikri ve zikrin bulanık olanın da hayâ sahibi olmasından söz etmemiz mümkün olmaz.
Karnını haram lokmayla dolduranın utanmazlığı ve hayâsızlığı ne çirkindir. Ahirete inanıp dünyaya bel bağlayan, dünyanın aldatmalarına kanan insan da hayâ sahibi olamaz.
Fudayl b. İyaz rahmetullahi aleyh şöyle demiştir:
“Şu beş şey, kulun bedbahtlığının ve ilahi rahmetten uzaklığının alametidir: kalbinin katılığı, gözlerinin ağlamaması, hayânın azlığı, dünyaya rağbet ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ihtiraslı olmak.”
Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam “Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır,” buyuruyor. Böyle insanlar bilirler ki; kul hakkını ihlal etmek Allah katında en büyük günahtır. Kul hakkını ihlal eden Allah’ın emrini ihlal ettiğinden dolayı her şeyden önce Allah’a karşı hayâ ve edepte kusur etmiş olur.
Hayâ ve edep hem ferdi planda hem de toplumsal alanda huzur ve saadeti sağlayan, içtimaî hayatın düzenini temin eden en önemli unsurdur. Bütün bunların kaynağı, hayatı Allah’ın huzurunda geçiriyormuş gibi bir edep ve ahlaka sahip olmaktır.
Gizli ve açıkta, yalnız ve kalabalık içerisinde bulunduğumuz anlarda dahi “Allah beni görüyor ve biliyor,” bilinci ve şuuruyla olmaktır edep ve ahlak. Cibril hadisinde bu makama sahip olmayı “ihsan” kavramıyla ifade etmiştir Allah Resulü; “Biz Allah’ı görmüyorsak da O celle celâluhû bizi görüyor ve biliyor,” imanına sahip olma derecesidir bu makam.
Rivayete göre Alkame b. Ulase radıyallahu anh Allah Resulüne “Bana nasihat et” deyince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimiz “Kavminin etkileyici kişilerinden utandığın gibi Allah’tan da utan.” Buyurmuştur.
İbadetlerde Bile Edep Gereklidir
Edep ve hayâdan yoksun, ahlaki erdemden uzak ibadetlerin bile insana faydası dokunmaz. Edep ile yapılırsa dua icabet bulur. Öyle ya, halini Allah’a arz eden bir mümin bunu arz makamına en güzel bir şekilde iletmesi gerekir, bu da edep ile mümkündür. Kalbin edebi, duanın neticesine razı olmaktır; Rabbimizin verdiği her şeyi gönül rızalığı ile karşılamaktır.
Namazdaki edep, zahirde hudû, kalpte huşû şeklinde kendini gösterir. Allah’ın karşısında olma bilinci kalp ve kalıp ile kendine çeki düzen vermeyi gerekli kılar. Tadil-i erkâna riayet kadar kalbin sükûnuna ve huzuruna riayet de namaz için gereklidir.
Edeple huzur-u İlahîyi gözlemleyen insanın kalbi titrer, gönlü korku ile ümit arasında bir hal alır. Öyle bir edepten ibarettir ki namaz, Allah Resulü durduğunda o huzura korkudan kalbinde tencere tokurtusu gibi sesler duyulurdu. Namaz vakti girdiğinde kimseyi tanıyamaz olan Allah Resulünün bu hali Allah’a karşı olan hayâ ve edebinden başka hiçbir şeyle izah edilmez.
Hz. Ali radıyallahu anhunun namaz vakti girdiğinde rengi sararır bir haşyet kaplardı. Bu da onun Allah’a karşı zahir olan edep ve hayâsıdır.
Zekâttaki edep ve ahlak verdiğini Allah’ın bir lütfu gibi görmek, verdiğin şeyi fakirin başına kakmamaktır.
Yahya b. Muaz ibadette ki hayâyı şöyle tarif etmiş:
“Bir kul Allah’a ibadet ve itaat ederken bile Allah’tan hayâ ederse, günah işlediği sırada O kuldan hayâ eder.”
Hayâ İmanın Neticesidir
Edep, hayâ ve utanma duygusu imanın bir meyvesidir. İmanın gücü ve kalpteki tesiri oranında bütün bu hasletler hayata yansır.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “İman, altmış küsur şubedir. Hayâ da imandan bir şubedir.” (Buhârî, Îmân, 3) buyuruyor. İmanı olmayanın hayâsı da olmaz. Hayâsı olmayanın insanlığından söz etmemiz mümkün değildir.
“İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” (Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78.) Nebevi uyarısı, utanma duygusunu yitirenlerin her kötü davranışa meyilli olacaklarını bildirmektedir.
Utanma duygusunu bir insan yitirmişse imanında sıkıntı var demektir. Utanma duygusu Allah’ın bir insanı her an görüp gözettiğine inanması, O’nun her şeyi melekler vasıtasıyla yazdığının bir göstergesi neticesinde zahir olur. Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam bir başka hadisi şerifinde haya ile imanın sıkı ilişkisini şöyle vurgulamıştır:
“Hayâ ile iman bir aradadır, biri gittiğinde diğeri de gider.” (Taberani)
Mevlana hazretleri de şöyle der bu hususta:
“İman nedir? Diye aklımdan sordum; akıl kalbimin kulağına fısıldadı: iman edepten ibarettir.”
Hayâ ve edep bir elbisedir giyeni bütün kötü ve çirkin davranışlardan korur, nefsin kötülüklerinde, heva ve hevesin kulu ve kölesi olmaktan muhafaza eder. İnsan zahiri şeylerini nasıl ki elbise ile muhafaza edip koruyorsa, hayâ edep ve ahlak elbisesiyle de insani melekelerini ve güzelliklerini muhafaza eder, korur.
Hayâ sahibi insan günaha girmeden önce bin düşünür. O işin kendini ne derece mahcup edeceğini, o çirkin işin neticesinin kendisi için ne kadar ağır olduğunu anlar ve o şeyi yapmaktan kaçınır.
Her insanın başına bir polis ve zabıta koyamazsınız lakin hayâ duygusunu kalbine koyduğunuzda bütün çirkinlikleri önlemiş olursunuz. Bugün bütün ahlaksızlıkları önlemek, haksız ve hukuksuzlukların önüne geçmek, iffet ve namusları muhafaza etmek; kanunlar çıkarmakla, ya da “bu olmadı onun yerine yeni kanun ve yönetmelik getirelim” demekle değil, ahlak ve erdemi kalplere yerleştirmekle, imanı hayatımıza hâkim kılmakla mümkündür.
Hayâ insanı hayra hayâsızlık da insanı şerre götürür. Hayâ insanın süsü, hayâsızlık ise insanın ruhunu kirleten bir pislik gibidir. Hayâ, edep insanın ziynetidir.
Hayâ İtibar Vesilesidir
Hayâ ve edep sahibi insan hem Allah’ın katında hem de insanlar nazarında itibar sahibidir; başkaları tarafından saygı gösterilmeye namzettirler. Ahlak yoksunu insanların sözleri, davranışları ne kadar nazik ve güzel görünse de bu, dışı süslü içi bozuk, dışı sağlam içi çürümüş meyveye benzer. İnsan yedikçe zehirlenir ona para verip aldıkça aldanır.
İnsanlar dış görünüşüne bakıp böyle insanlara aldanırlar. İçi çirkin olanın dışının güzel görünmesi bir anlam ifade etmeyeceği gibi içi güzel dışı çirkin insanında eksikliği söz konusudur.
Hayâ ve edep kalpte incelik, ruhta derin bir anlayış sağlarken, dışta nezafet ve güzellik; zarafet ve izzet şeklinde kendini gösterir. Utanma duygusuna sahip olan böylelerinin sözleri hassas, davranışları kibar, ilişkileri sağlam olur.
Hayâ toplum için ne kadar önemliyse hayâsızlık da daha fazla zararlıdır. Bir toplumun felaketi ve helak olması hep hayâ duygusundan mahrum olması nedeniyle olmuştur. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Hiç şüphesiz aziz ve celil olan Allah, bir kulu helak etmek istediği zaman, ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı alınca, o kul ancak gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı zaman, kendisinden emanet (güvenirlik) kaldırılır. Emanet kaldırılınca, o ancak hain olur. Hain olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lanete uğrar ve mel’un olur. Lanete uğradığı ve mel’un olduğu zaman da kendisinin İslam ile bağı koparılır!” (Suyûtî, el-Camiu’l-Kebîr, 1/31)
Hayâ perdesi yırtılmış, iffeti yok olmuş, utanma duygusunu kayıp etmiş edep ve ahlak yoksunu insanlar bütün çirkinlikleri sergilemekten çekinmezler. Ar-namus mefhumunu hayatına vurulmuş bir pranga gibi görürler.
Böyleleri, çirkinliklere bulaştıkça kendini özgür hissedecek kadar rahmetten uzaktırlar. Başkalarının kınamasına da aldırmazlar. Çünkü kalp mühürlü, gözler kördür eğriyi doğru, doğruyu eğri hakkı batıl batılı hak, güzeli çirkin çirkini güzel görmektedirler. Güvenirlikleri kalmamış böylelerine hiçbir söz tesir etmez; kulakları vardır duymazlar, gözleri vardır görmezler, kalpleri vardır hissetmezler. Maalesef günümüz böyle insanlarla dolu.
Ebu Muhammet el-Cerîrî insanlığın bu erozyonun aşama aşama nasıl gerçekleştiğini şöyle ifade etmiştir:
“Asrısaadet nesli aralarındaki muamelelerinde dini esas alırlardı. Ancak bir süre sonra din zaafa uğradı. Derken ikinci nesil insanlar muamelelerini vefa üzerine inşa etmeye başladılar. Ama bir süre sonra vefa da ortadan kalktı. Böyle üçüncü nesil insanlar muamelelerini mürüvvet üzere inşa eder oldular. Bir süre sonra mürüvvetten de eser kalmadı. Sonra dördüncü nesil kimseler muamelelerini hayâ üzerine inşa ettiler. Bu nesilden sonraki insanlar ise muamelelerini menfaat üzerine inşa etmeye başladılar.”
Her erdemliliğin başı hayatı dinin kuralları ve emirleri üzerine ve rıza-ı ilahi için inşa etmektir. Membâını iman ve İslam’dan alan iffet, hayâ, edep ve utanma duygusu gibi güzel hasletler her an vahyin kaynağından beslendiklerinden hem daim hale gelir hem de insanın ebedi mutluluğu kazanmasına vesile olur.
Abdüllatif Acar.