İslam Ahlakının Özü
Mü’minlerin inanç ve ahlâk çerçevesini özetleyen âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve böbürlenenleri sevmez.”1
Bu âyet-i kerîmenin, âile huzurunun teminine yönelik düsturları ihtiva eden âyetlerden sonra gelmesi önemlidir. Buna göre hüsn-i muâşeret için de asgarî ölçüde burada sayılanlara sahip olmak lâzımdır. Tefsirde belirtildiğine göre Allah’a kul olmanın gereği, böyle bir ahlâka sahip bulunmaktır. Kaba-saba davranışlarda bulunan ve Allah’ın mahlukatına haksızlık edenlerle zalim, cimri ve herkese kötülük edenler, yalnızca bazı ibadetleri yapmakla Allah katında makbul bir kul olamazlar. Bu itibarla konumuzu teşkil eden âyet-i kerîmenin İslâm ahlâkının özüne işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bir Müslüman ilk önce kötü vasıflardan arınarak, temelde burada sayılan erdemlere sahip olmaya gayret etmeli; daha sonra bunları ikmâl eden erdemleri kuşanmak için çalışmalıdır.
Konumuzu teşkil eden âyet-i kerîmede, Nisâ sûresinin ana konuları arasında bulunan beşerî münâsebetler ele alınmıştır. Çünkü Allah’a inanan ve O’na kulluk eden fertlerden müteşekkil bir toplumun birbirleriyle olan ilişkileri hep iyilik ve ihsân üzerine kurulmalıdır. Buna göre ana baba başta olmak üzere âyette sayılanlara iyilikle davranmak, İslâm ahlâkının esasını teşkil eder. Dolayısıyla bir Müslümandan sâdır olan ve “İhsân” kelimesinin kapsamına giren bütün güzel davranışların müstehakkı, öncelikle anne-babadır. Bundan sonrası, âyet-i kerîmede zikredildiği üzere genişleyen daireler şeklinde devam eder.
Âyette emredilen hususlardan yetim haklarının gözetilmesi, yoksullara iyilikle davranılması ve komşu hakları gibi başlıklardan sonuncusuna dair, bir kaç kelime söylemek istiyoruz. Burada her şeyden önce, âyet-i kerîmede uzak ve yakın komşudan bahsedilmesini bu gün nasıl anlamak gerektiğini düşünmek lâzım. Tefsirde, “Yakın ve uzak kavramları, akrabalık bağının bulunup bulunmaması veya Müslüman olup olmamaları ölçülerine göre değerlendirilir.” deniyor. Bu gün bunu; “Mü’minler, muttali oldukları her ıstırabı gönüllerinde hisseder.” şeklinde açabiliriz. Çünkü günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde bulunan muhtaçlara ulaşmak veya yardım göndermek mümkün hâle gelmiştir. Âyet-i kerîmedeki “komşu” kelimesini bu açıdan daha kapsamlı değerlendirmek gerektiğine inanıyoruz. Burada Efendimiz (s.a.v.)’in İslâm toplumunda geniş anlamda kurulması ve korunması gereken birlikteliği anlatmak üzere söylediği; “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler...”2 hadîsini hatırlamakta fayda var.
Yine bize ilham olacak başka bir hadîs-i şerîfte; “İzni ve kudretiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki mü’min; temiz yiyen, temiz üreten, konduğu yeri kırıp bozmayan bal arısı gibidir.”3 buyruluyor.
Bu hadîs-i şerîfin özellikle hatırlanması ve üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyoruz. Çünkü burada mü’minle bal arısı benzerliğini veciz bir şekilde ifade edilmiş; Müslüman’ın beslendiği kaynaklarla, ondan sâdır olanların nezafet ve zerafetine dikkat çekilmiştir.
Arı, üzerine konduğu bitkiyi kırıp dökmeden oradan alacağını alıyor. Bunu yaparken aynı zamanda üzerine konduğu bitkiyi aşılamış oluyor.
Üremeye, bereketlenmeye vesîle oluyor. Küçücük ayaklarına bulaşan zerrelerle kilometrelerce uzaklara bolluk ve bereket götürebiliyor...
Konumuzu teşkil eden âyet-i kerîmenin son cümlesinde, “Allah kendini beğenen ve böbürlenenleri sevmez.” buyruluyor. Demek ki Allah’ın sevmediği mütekebbirlerin, yukarıda bahsedilen insânî mesuliyetleri yerine getirme gibi bir dertleri yoktur. Vazifesini müdrik olanlar “Mülkün sahibi Allah’tır” diyebilen mütevazı insanlardır. Böbürlenenler, Allah’a hakîkî mânada kul olma şuurundan uzak oldukları gibi âyetin başında men edilen şirkten de tamâmen kurtulmuş sayılmazlar. Şu hâlde yakın ve uzak çevresine yardım eli uzatmaya gayret edenler tabiî olarak böbürlenmekten uzak duracakları gibi, kibredenler de bu güzel vasıfları hâiz olamazlar. Buna göre mü’min, sahih bir itikad sahibi olarak hiç bir şeyi O’na ortak koşmadan Allah’a kulluk eden ve ibâdullaha karşı sorumluluklarının bilincinde olandır. Mü’min, sadece maddî alanda sınırlı olmamak kaydıyla veren eldir, paylaşandır; her nerede neye ihtiyaç varsa, orada olandır; verirken gülümseyendir; her şeyin bittiği zannedilen yerde bile Allah’tan ümidini kesmeyerek ümit aşılayandır.
-----------------------------------------------------
Dipnotlar: 1) Nisâ sûresi, 4/36.
2) Buhârî, Edeb 27.
3) Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/199.
KÖTÜ AHLÂKIN TEMELİ
Nisâ sûresinde şöyle buyruluyor: “Bunlar cimrilik eden ve insanlara da cimriliği tavsiye eden, Allah’ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık. Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahirette azaba dûçâr olacaklardır). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır.” (4/37-38)
Bundan önceki âyet-i kerîmede “Allah kendini beğenen ve böbürlenenleri sevmez.” buyrulmuştu.
Burada Hak katında sevilmeyen vasıflar sayılmaya devam ediliyor ki, onların ikincisi cimriliktir; Allah’ın lütfuyla kendisine verdiklerini mahlukatına ikram etmekten sakınmaktır. Allah Teâlâ böylelerini kâfirler için hazırlanan alçaltıcı azap ile tehdit etmektedir.
Hak katında sevilmeyen diğer bir zümre de malını gösteriş için harcayanlardır. Ahirete dair beklentisi olmadığı için ve belki de inancı tam olmadığı için “desinler” diye harcayanlardır. Yüce Mevlâ, bunları da sevmez; çünkü O, içinde riya ve gösteriş bulunan amelleri kabul etmez.
Biliyoruz ki, Allah Teâlâ zalimleri sevmez, müsrif ve müfsidleri sevmez, mütekebbirleri sevmez, hâinleri sevmez, haddi aşanları sevmez. Kötü ahlâk emâresi olan hiç bir şeyi sevmez. Fakat bütün bunların başı tekebbür, cimrilik ve riyâkârlıktır. Herhalde bunlar, kötü sıfatların anasıdır; insanı nefsin esîri ve şeytanın oyuncağı haline getiren tutkuların kaynağıdır.
Bencilliğin alabildiğine revaç bulduğu bir zamanda, âyetlerdeki hatırlatma fevkalâde önemlidir.