DOSDOĞRU YOLUN DÖRT ZIRHI - KORUMASI
Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyuruyor:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendisine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi, ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa, 69)
Sırat-ı müstakim yani dosdoğru yol, en genel tarifiyle İslâm üzere olmaktır. Kulluğun hedefi sırat-ı müstakimdir. Kalp ve sözle, amel ve ahlâkla İslâm dininin gerekleri yerine getirilmeden bu hakikate ulaşılamaz.
Kıldığımız her namazda okuduğumuz Fatiha-i Şerife’de tekrar ettiğimiz bir dua vardır: “Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna…” (Fatiha, 6-7). Bu iki kısa ayet, ilk başta verdiğimiz ayet ile tefsir edilmiş, açıklanmıştır. Buna göre istikamet üzere, dosdoğru yolda olmak Allah Tealâ’ya ve Peygamberi’ne itaat etmekle elde edilir. Zaten bu hal üzere olan da nimet verilmiş olanların yolundadır.
Müminler olarak nimet verilmiş olanların yolunda olmak için dikkat edeceğimiz, bir zırh gibi kuşanacağımız haller vardır. Bunlardan ilki takva halidir.
Takva, Allah Tealâ’nın emirlerine ve tavsiyelerine uymak, aksi hal ve davranışlardan sakınmak, korunmaktır. Takva, dinin edeplerini hakkıyla gözetmek, Allah Tealâ’dan uzaklaştıran her şeyden kaçınmak, nefsin kötü arzularını terk etmek, haramlara bulaşmamaktır. Bunun en güzel ölçüsü de bütün söz ve işlerinde Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’e tabi olmaktır.
Hüccetü’l-İslâm İmam Gazalî rh.a. hazretleri şöyle buyurur:
“Takva, günah olması ihtimali olan şeyleri terk edip, günah olması ihtimali bulunmayan şeylere yönelmek; sakıncalı olabilir diye sakıncalı olmayan bazı şeyleri de, hatta bazı mübahları terk etmektir.”
Adamın biri, Emevî döneminin sekizinci halifesi Ömer b. Abdülaziz rh.a.’e şöyle sordu:
– Kul ne zaman takvanın zirvesine ulaşır?
Ömer b. Abdülaziz şöyle cevap verdi:
– Söz gelimi, gönlündeki bütün düşünceleri bir tabağa koyup, onları çarşıda herkese utanmadan göstereceğin kıvama geldiğinde…
Takva en şerefli makamdır. Müminler arasındaki fazilet de takvaya göre belirlenir. Ne ırk ve renk ne de soy ve bilgi fazilet için esas değildir.
Kulun kuşanacağı bir diğer zırh da tefekkürdür. Tefekkür, kulun kainatı, varlıkları anlama ve onların üzerinden Rabbinin kudretini düşünmesi, idrak etmesidir. İstikameti doğru, takva hali ile hallenmiş bir kişinin, bir anlık tefekkürü dahi zikirdir, ibadettir.
Tefekkür, kulun dünyaya aldanmasına, zenginlik ve makamına bakarak gururlanmasına engel olur. Aklını başına almasını sağlar. Adımlarını acziyet idrakine göre atar, işlerini bu şuurla yapar. Müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de beş yüz kadar ayetin sonunda “Hiç tefekkür etmiyor musunuz?”, “Akletmiyor musunuz?” ikazıyla daima düşünmeye, tefekküre davet ediliyoruz.
Olgun mümin olma yolunda lazım olan bir diğer hal de tevekküldür. Tevekkül, sebeplere baş vurup imkanları seferber ettikten sonra neticeler hususunda Cenab-ı Mevlâ’nın takdirine razı olmaktır. Tevekkül, kulun Allah Tealâ’nın vaadlerine hulus-u kalp ile güvenmesidir.
Tevekkül, bazı insanların yanlış anladığı gibi, kişiyi tembellik ve boş vermişliğe sevk etmez. Hatta daha çok çalışıp gayret etmesini sağlar. Çünkü çalışmayı, emek vermeyi, gereken sebeplere baş vurmayı emreden de Cenab-ı Mevlâ’dır. Fakat mütevekkil kimse işlerin/amellerin neticelerini kendinden bilmez, her şeyin O’nun iradesi ve kudreti ile vuku bulduğunu bilir.
Âriflerden Maruf-i Kerhî k.s. şöyle buyuruyor:
“Kim Allah Tealâ’ya tevekkül ederse, O’na sığınır ve güvenirse, Allah Tealâ onun yardımcısı olur.”
Şakik-i Belhî k.s. da şöyle buyurmuştur:
“Rızık hususunda Allah Tealâ’ya tevekkül eden kimsenin güzel huyları fazlalaşır, cömert olur ve ibadetlerinde vesvese bulunmaz.”
Her müminde olması gereken bir diğer zırh da kanaattir. Kanaat hem elde olanla yetinmek, dünyaya tamah etmemek, hem de elde olanı dikkatli ve ölçülü kullanmaktır.
Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Asıl zenginlik malın çokluğu değil, kalp zenginliğidir.” (Buhârî, Rikâk, 15; Müslim, Zekât, 40)
Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:
“İnsanoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, ikincisini ister. İnsanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhârî, Rikâk, 10, Tirmizî, Zühd, 27)
Tefekkür, tevekkül ve kanaat, kişinin rızık endişesini ortadan kaldırdığı gibi sırtından dünyayı da indirir. Huzur ve itminan verir. Böylece kul, Rabbinin rızasına erebileceği amelleri daha kolay yapar. Çünkü insanın kalbindeki korkular, dünyalık endişeler Rabbine teslim olmasını zorlaştırır.
Fakat müminin bir zırh gibi kuşandığı haller, onu daha güçlü ve sebatlı bir kul haline dönüştürür. Böylece sırat-ı müstakimden ayrılmaz. Her rekâtta dua ettiğimiz gibi nimet verilmiş olanların yoluna, yani nebilerin, sıddıkların, salihlerin, şehitlerin yoluna istikamet bulur.
Cenab-ı Mevlâ’nın istikamet sahibi kimseler için verdiği müjdeyle bitirelim. Mealen:
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip istikamet üzere yaşayanlar (var ya, ölüm anında, kabirde ve mahşerde onların) üzerine melekler iner ve onlara derler ki:
– Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında sizin dostunuz idik, ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Çok affedici çok esirgeyici Allah’ın bir ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır.” (Fussilet, 30-32)