Kötülük Sahibini Yaralar
Aradan birkaç gün geçti. Onu tanıyanlardan biri, bir seher vakti kuyunun yanından geçerken duymuş olduğu feryâd ü figân üzerine meraklandı ve kuyuya iyice yaklaştı. Kötülüğüyle nâm salmış olan o kâhya ile göz göze geldiğinde ise onu hemen tanıdı. Anî bir hareketle yerden aldığı taşı kâhyanın başına atarak kafasını yaraladı. Bu esnâda da ona hitaben şöyle diyordu:
«-Nasılsın? Şimdiye kadar sen bir kimsenin imdâdına koştun mu ki, şimdi yardım istiyorsun. Dâimâ insâniyetsizlik tohumunu ektin, merhamet ve şefkat yoksulu idin. İşte şimdi de zulmünün acı meyvelerini topluyorsun. Senin yaralı canına kim merhem koyacak? Sen dertli, muzdarip gönülleri hiç düşünüyor muydun? Sen gam ve hüzün bulutlarıyla sırılsıklam ıslanmış ve soğuktan buz kesmiş yüreklere güneş olabiliyor muydun ki, şimdi merhamet bekliyorsun. Hayır! Bilakis sen dâimâ bizim hayır ve huzur yolumuzda kuyu kazıyordun. Neticesi ne oldu, kazdığın kuyuya kendin düştün!»"
İşte insanlar hakkında kötülük düşünen, Cenâb-ı Hakk'ın mümtaz kıldığı gönlü incitmek ve ona sivri yılan diliyle diken batırmakta hiç tereddüt göstermeyen bir kimsenin insanlar nazarındaki mevkii ve neticede düşeceği vahim âkıbet.
Şeyh Sâdî, naklettiği bu kıssayı, şu hikmetli sözleriyle nihâyete erdirmektedir:
"İnsanlar için kuyuyu iki maksatla kazdırırlar: (Bunlardan biri gerçek, diğeri ise mecâzî mânâdaki kuyudur.)
İyi huylu insan, susamışlara su temin etmek için kuyu kazar. (Gerçek mânâdaki kuyu kazmak böyledir.) Kötü huylu biri ise halkı içine yuvarlamak için kuyu kazar. (Mecâzî mânâdaki "kuyu kazmak" da, bu niyetle kurulan tuzakları ifâde eder.)
Lâkin kötülük ediyorsan, iyilik umma! Çünkü ne kadar emek sarf etsen meyvesiz bir çöl bitkisi olan ılgın ağacı yemiş vermez!
Yine sonbaharda arpa eken, hasat vaktinde buğday alamaz! Zakkum ağacını besliyorsan, ondan tatlı meyve yiyeceğini ümit etme! Zira onun meyvesi zehirden ibârettir."
Mevlânâ Hazretleri, insanların kötülüğünü arzu eden ve elindeki nîmetleri bu hususta kullanan zâlimlere hitâben şöyle buyurmaktadır:
"Ey zâlim! Sen, zulmünle bir kuyu kazmadasın ama, şunu bil ki: O kuyuyu ken din için kazıyorsun. Bütün bilginler; «Zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyudur.» demişler dir. Her kim daha fazla zâlimse, kuyusu daha korkunçtur, daha karanlıktır.
İlâhî adâlet, betere beter ceza buyurmuştur. Zayıfları yardımcısız sanma, Kur'ân'dan; "Allâh'ın yardımı gelince" (en-Nasr, 1) âyetini oku. Sen bir fil bile olsan, düşmanın senden ürküp kaçsa, ebâbil kuşları ce zâsı seni de gelir bulur." Yani yaptığın kötülüğün cezâsını er geç görürsün.
Hiç unutulmamalıdır ki, insan, metrajı belli olmayan bir makara gibi, her saniye ne zaman biteceği meçhul olan bir ömür sermâyesini tüketmektedir. Bu hayat nîmeti boyunca da yapmış olduğu en ufak bir hayrın veya bir kötülüğün, kıyâmet gününde hesâbının kılı kırk yararcasına sorulacak olması tartışılmaz bir hakîkattir.
Bundan dolayı bir müslüman kalp kırmaz, gönül yıkmaz, gönlün bir nazargâh-ı ilâhî olduğunu unutmaz. Bilakis kalbini dertli ve ıztıraplı tüm yüreklerin ve yorgun gönüllerin huzur bulduğu bir dergâh hâline getirir. Zira o bilir ki:
"Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir." (Fussilet, 46)
"Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz..." (el-İsrâ, 7)
Tarihin silinmez sayfaları şâhittir ki, kim hayatı boyunca rüzgâr ekmişse, neticesinde daima fırtına biçmiş; tabağına ne doğramışsa kaşığına o gelmiştir. Hayatı huzurla yaşamak için, kendisinden başka herkesin huzûrunu kaçırmış olan bu gibi kimselerin dünyada süreceği safâ, gelgeç nefsânî sevdâlarla yaşadığı üç-beş güne münhasır kalmaya mahkûmdur. Nitekim Firavun, Nemrut ve emsâli insanların yaşadıkları zâlimâne saltanat, ancak mezarlarının başına kadar sürebilmiştir!..
Yine Mevlânâ Hazretleri, zâlim bir kimsenin, âhiretin tarlası olan şu dünyâ toprağına serpmiş olduğu zulüm tohumlarının ukbâ âleminde nasıl yeşereceği hakîkatini şu ifâdelerle idraklere sunmaktadır:
"Elinden bir mazlûm yaralandı, zulüm gördü ise, o zulüm cehennemde bir ağaç olur, ondan zakkum meyvesi husûle gelir. Sen hiddete kapılıp, gönüller kırdı, gönüllere ateş düşürdü isen, o ateş cehennem ateşinin mayası olur.
Senin öfke ateşin, bu dünyada insan yakardı. Ondan doğan cehennem ateşi de, orada seni yakar, yandırır. Senin hiddet ateşin, burada, insanlara kastederdi. Ondan doğan cehe nnem ateşi de, orada yine insana, yâni sana saldıracaktır.
Dünyada hiddete kapıldığın zaman ağzından çıkan yılan ve akrep gibi insan sokan sözlerin, orada yılan ve akrep olup senin kuyruğundan ya­kalayacaktır."
Bu sebeple gönül kazanmak, insanlara iyi davranmak, bütün insanlığın iyiliğini istemek ve rahmet lisânına sâhip olmak çok ehemmiyetlidir.
Nitekim ashâb-ı kirâm, bazen Peygamber Efendimiz'e gelerek:
"−Yâ Rasûlâllah! Müslüman olmak üzere Sana biat edeceğim." dediklerinde Peygamber Efendimiz r bu biatı ya aynen veya bazı şartlar ileri sürerek kabul ederlerdi. Zaman zaman ileri sürdüğü şartlardan bir tanesi de:
"−Herkese iyi davranmak, herkesin iyiliğini istemek şartıyla biatını kabul ediyorum!" ifâdesi olurdu.
Şüphesiz ki, bu gönül kıvâmına ulaşabilmek için, insana, Mevlânâ Hazretleri'nin şu beytinde ifâde buyurduğu hakîkat penceresinden bakmak lâzımdır:
Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azer'est
Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber'est
Yâni, "Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh'ın nazargâhıdır."
Kalb ve onun mânevî varlığının adı olan gönlün, insanın saâdet ve selâmetini temindeki yüksek ehemmiyeti dolayısıyladır ki, başkası tarafından bir kötülük neticesinde incitilmesi, bütün tasavvuf erbâbınca çok ağır bir cürüm sayılmıştır. Nitekim Hazret-i Mevlânâ, gönlün gerçek değeri hakkında şöyle buyurmuştur:
"Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsî'den de, Levh'ten de, Kalem'den de!.. Hor bile olsa gönlü hakîr tutma! O, horluğuyla yine de üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allâh'ın nazar ettiği varlıktır. Onu yapan can ne mübârektir. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tâmir etmek, Allah katında birçok hayır hasenâttan daha yeğdir... Sus! Her kılında ikiyüz dil olsa da söyle sen, gönül, yine de anlatılamaz."
Kâinât manzûmesinin en bediî, en güzel ve en mükemmel kalbine sahip olan, merhamet menbaı ve gönüller sultanı r Efendimiz, bütün insanlığa bu irfan penceresinden bakmış, kendisine yapılan hatâ ve kusurları affetmenin ötesinde, kötülüğünü gördüğü kimselere dahî iyilikle muâmelede bulunmuş ve onların ıslah ve hidâyeti için Cenâb-ı Hakk'a duâ etmiştir. Nasıl ki bir sedef, başını taşla vuran kimseye dahî içindeki nâdide inciyi takdim ederse, Efendimiz r de Tâif'te kendisini taşlayanlara gönül sedefinden rahmet incileri lutfederek onların hidâyeti için Rabbine yalvarmış, Uhud'da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduâ etmeyip istikâmet bulmaları için duâ etmiş ve getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke'de insanların gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin İslâm'la şereflenmelerini istemiş olması, buna kâfî bir misaldir.
Yine bu mübârek ve nûrlu yolun, zamana yayılmış zirvelerinden olan Hallâc-ı Mansur'un, kendisini taşlayanlara karşı:
"-Yâ Rabbi! Benden evvel beni taşlayanları affet!" diyerek Cenâb-ı Hakk'a duâ ve niyâzda bulunmuş olması, bu hususa bir başka misâl olmaktadır.
Velhâsıl Âlemlere Rahmet Efendimiz'in ümmetinden olmak şerefine nâil olan bizlere düşen de şahsımıza karşı yapılan kötülüklere iyilikle mukâbele etmeye gayret göstermek ve O'nun rahmet lisânından hisseler almaya çalışmaktır. Zira bu hâl, olgun ve kâmil bir kalbin sanatıdır.
Yâ Rabbi! Gönüllerimizin, bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir dergâh; lisanlarımızın da yüreklere Sen'in aşk ve muhabbetini aşılayan rahmet lisânı olmasını lutf u kereminle ihsan buyur...
Aradan birkaç gün geçti. Onu tanıyanlardan biri, bir seher vakti kuyunun yanından geçerken duymuş olduğu feryâd ü figân üzerine meraklandı ve kuyuya iyice yaklaştı. Kötülüğüyle nâm salmış olan o kâhya ile göz göze geldiğinde ise onu hemen tanıdı. Anî bir hareketle yerden aldığı taşı kâhyanın başına atarak kafasını yaraladı. Bu esnâda da ona hitaben şöyle diyordu:
«-Nasılsın? Şimdiye kadar sen bir kimsenin imdâdına koştun mu ki, şimdi yardım istiyorsun. Dâimâ insâniyetsizlik tohumunu ektin, merhamet ve şefkat yoksulu idin. İşte şimdi de zulmünün acı meyvelerini topluyorsun. Senin yaralı canına kim merhem koyacak? Sen dertli, muzdarip gönülleri hiç düşünüyor muydun? Sen gam ve hüzün bulutlarıyla sırılsıklam ıslanmış ve soğuktan buz kesmiş yüreklere güneş olabiliyor muydun ki, şimdi merhamet bekliyorsun. Hayır! Bilakis sen dâimâ bizim hayır ve huzur yolumuzda kuyu kazıyordun. Neticesi ne oldu, kazdığın kuyuya kendin düştün!»"
İşte insanlar hakkında kötülük düşünen, Cenâb-ı Hakk'ın mümtaz kıldığı gönlü incitmek ve ona sivri yılan diliyle diken batırmakta hiç tereddüt göstermeyen bir kimsenin insanlar nazarındaki mevkii ve neticede düşeceği vahim âkıbet.
Şeyh Sâdî, naklettiği bu kıssayı, şu hikmetli sözleriyle nihâyete erdirmektedir:
"İnsanlar için kuyuyu iki maksatla kazdırırlar: (Bunlardan biri gerçek, diğeri ise mecâzî mânâdaki kuyudur.)
İyi huylu insan, susamışlara su temin etmek için kuyu kazar. (Gerçek mânâdaki kuyu kazmak böyledir.) Kötü huylu biri ise halkı içine yuvarlamak için kuyu kazar. (Mecâzî mânâdaki "kuyu kazmak" da, bu niyetle kurulan tuzakları ifâde eder.)
Lâkin kötülük ediyorsan, iyilik umma! Çünkü ne kadar emek sarf etsen meyvesiz bir çöl bitkisi olan ılgın ağacı yemiş vermez!
Yine sonbaharda arpa eken, hasat vaktinde buğday alamaz! Zakkum ağacını besliyorsan, ondan tatlı meyve yiyeceğini ümit etme! Zira onun meyvesi zehirden ibârettir."
Mevlânâ Hazretleri, insanların kötülüğünü arzu eden ve elindeki nîmetleri bu hususta kullanan zâlimlere hitâben şöyle buyurmaktadır:
"Ey zâlim! Sen, zulmünle bir kuyu kazmadasın ama, şunu bil ki: O kuyuyu ken din için kazıyorsun. Bütün bilginler; «Zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyudur.» demişler dir. Her kim daha fazla zâlimse, kuyusu daha korkunçtur, daha karanlıktır.
İlâhî adâlet, betere beter ceza buyurmuştur. Zayıfları yardımcısız sanma, Kur'ân'dan; "Allâh'ın yardımı gelince" (en-Nasr, 1) âyetini oku. Sen bir fil bile olsan, düşmanın senden ürküp kaçsa, ebâbil kuşları ce zâsı seni de gelir bulur." Yani yaptığın kötülüğün cezâsını er geç görürsün.
Hiç unutulmamalıdır ki, insan, metrajı belli olmayan bir makara gibi, her saniye ne zaman biteceği meçhul olan bir ömür sermâyesini tüketmektedir. Bu hayat nîmeti boyunca da yapmış olduğu en ufak bir hayrın veya bir kötülüğün, kıyâmet gününde hesâbının kılı kırk yararcasına sorulacak olması tartışılmaz bir hakîkattir.
Bundan dolayı bir müslüman kalp kırmaz, gönül yıkmaz, gönlün bir nazargâh-ı ilâhî olduğunu unutmaz. Bilakis kalbini dertli ve ıztıraplı tüm yüreklerin ve yorgun gönüllerin huzur bulduğu bir dergâh hâline getirir. Zira o bilir ki:
"Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir." (Fussilet, 46)
"Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz..." (el-İsrâ, 7)
Tarihin silinmez sayfaları şâhittir ki, kim hayatı boyunca rüzgâr ekmişse, neticesinde daima fırtına biçmiş; tabağına ne doğramışsa kaşığına o gelmiştir. Hayatı huzurla yaşamak için, kendisinden başka herkesin huzûrunu kaçırmış olan bu gibi kimselerin dünyada süreceği safâ, gelgeç nefsânî sevdâlarla yaşadığı üç-beş güne münhasır kalmaya mahkûmdur. Nitekim Firavun, Nemrut ve emsâli insanların yaşadıkları zâlimâne saltanat, ancak mezarlarının başına kadar sürebilmiştir!..
Yine Mevlânâ Hazretleri, zâlim bir kimsenin, âhiretin tarlası olan şu dünyâ toprağına serpmiş olduğu zulüm tohumlarının ukbâ âleminde nasıl yeşereceği hakîkatini şu ifâdelerle idraklere sunmaktadır:
"Elinden bir mazlûm yaralandı, zulüm gördü ise, o zulüm cehennemde bir ağaç olur, ondan zakkum meyvesi husûle gelir. Sen hiddete kapılıp, gönüller kırdı, gönüllere ateş düşürdü isen, o ateş cehennem ateşinin mayası olur.
Senin öfke ateşin, bu dünyada insan yakardı. Ondan doğan cehennem ateşi de, orada seni yakar, yandırır. Senin hiddet ateşin, burada, insanlara kastederdi. Ondan doğan cehe nnem ateşi de, orada yine insana, yâni sana saldıracaktır.
Dünyada hiddete kapıldığın zaman ağzından çıkan yılan ve akrep gibi insan sokan sözlerin, orada yılan ve akrep olup senin kuyruğundan ya­kalayacaktır."
Bu sebeple gönül kazanmak, insanlara iyi davranmak, bütün insanlığın iyiliğini istemek ve rahmet lisânına sâhip olmak çok ehemmiyetlidir.
Nitekim ashâb-ı kirâm, bazen Peygamber Efendimiz'e gelerek:
"−Yâ Rasûlâllah! Müslüman olmak üzere Sana biat edeceğim." dediklerinde Peygamber Efendimiz r bu biatı ya aynen veya bazı şartlar ileri sürerek kabul ederlerdi. Zaman zaman ileri sürdüğü şartlardan bir tanesi de:
"−Herkese iyi davranmak, herkesin iyiliğini istemek şartıyla biatını kabul ediyorum!" ifâdesi olurdu.
Şüphesiz ki, bu gönül kıvâmına ulaşabilmek için, insana, Mevlânâ Hazretleri'nin şu beytinde ifâde buyurduğu hakîkat penceresinden bakmak lâzımdır:
Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azer'est
Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber'est
Yâni, "Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh'ın nazargâhıdır."
Kalb ve onun mânevî varlığının adı olan gönlün, insanın saâdet ve selâmetini temindeki yüksek ehemmiyeti dolayısıyladır ki, başkası tarafından bir kötülük neticesinde incitilmesi, bütün tasavvuf erbâbınca çok ağır bir cürüm sayılmıştır. Nitekim Hazret-i Mevlânâ, gönlün gerçek değeri hakkında şöyle buyurmuştur:
"Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsî'den de, Levh'ten de, Kalem'den de!.. Hor bile olsa gönlü hakîr tutma! O, horluğuyla yine de üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allâh'ın nazar ettiği varlıktır. Onu yapan can ne mübârektir. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tâmir etmek, Allah katında birçok hayır hasenâttan daha yeğdir... Sus! Her kılında ikiyüz dil olsa da söyle sen, gönül, yine de anlatılamaz."
Kâinât manzûmesinin en bediî, en güzel ve en mükemmel kalbine sahip olan, merhamet menbaı ve gönüller sultanı r Efendimiz, bütün insanlığa bu irfan penceresinden bakmış, kendisine yapılan hatâ ve kusurları affetmenin ötesinde, kötülüğünü gördüğü kimselere dahî iyilikle muâmelede bulunmuş ve onların ıslah ve hidâyeti için Cenâb-ı Hakk'a duâ etmiştir. Nasıl ki bir sedef, başını taşla vuran kimseye dahî içindeki nâdide inciyi takdim ederse, Efendimiz r de Tâif'te kendisini taşlayanlara gönül sedefinden rahmet incileri lutfederek onların hidâyeti için Rabbine yalvarmış, Uhud'da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduâ etmeyip istikâmet bulmaları için duâ etmiş ve getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke'de insanların gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin İslâm'la şereflenmelerini istemiş olması, buna kâfî bir misaldir.
Yine bu mübârek ve nûrlu yolun, zamana yayılmış zirvelerinden olan Hallâc-ı Mansur'un, kendisini taşlayanlara karşı:
"-Yâ Rabbi! Benden evvel beni taşlayanları affet!" diyerek Cenâb-ı Hakk'a duâ ve niyâzda bulunmuş olması, bu hususa bir başka misâl olmaktadır.
Velhâsıl Âlemlere Rahmet Efendimiz'in ümmetinden olmak şerefine nâil olan bizlere düşen de şahsımıza karşı yapılan kötülüklere iyilikle mukâbele etmeye gayret göstermek ve O'nun rahmet lisânından hisseler almaya çalışmaktır. Zira bu hâl, olgun ve kâmil bir kalbin sanatıdır.
Yâ Rabbi! Gönüllerimizin, bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir dergâh; lisanlarımızın da yüreklere Sen'in aşk ve muhabbetini aşılayan rahmet lisânı olmasını lutf u kereminle ihsan buyur...