Olduğu Gibi İnanmak
İnanmak, insanın en temel özelliklerinden birisidir kuşkusuz… Bu bakımdan tarihin hiçbir döneminde topyekûn insanlığın bir inançsızlığı söz konusu olmamıştır. Fakat batıl inançlara sapmak çokça görülen bir durumdur. Bu yüzden inancın doğru eksene, hak olan tevhid inancına dönüştürmek amacıyla Peygamberler gelmiş, kitaplar gönderilmiştir.
Kitaplar ve peygamberler Allah (cc) tarafından irade edilen hak dinin referanslarıdır. İnsanların inançları bu kaynaklara uygunluğu nispetinde haktır veya batıldır. İnsanlık için gönderilen son kitap Kur’an ve son peygamber Hz Muhammed’dir (sav). Dolayısıyla hak olmanın referansları da bu kaynaklardır kıyamete kadar.
Bu durumda inançlarını belirlerken Kur’an ve Peygamberimiz dışında, dolayısıyla İslâm dışında referanslar belirleyen insanların hak üzere olmaları zaten mümkün değildir. Ancak biz burada özellikle kendilerini tanımlamaları gereği referansları İslâm kaynaklı olması gereken Müslümanların da inançlarının zaman zaman problemli durumlar ortaya çıkardığından bahsetmek istiyoruz.
İnançlardaki bu problemler genel olarak 3 nedenden kaynaklanabiliyor: 1 – Kitaplar, 2 – Sözlü Kültür, 3- Kişisel Unsurlar. Eğer okunan kitaplar içerik bakımından hatalı inançları ihtiva ediyorsa; toplumda din adına yayılan sözlü kültür menkıbeleri, zayıf haberleri, kerametleri merkeze alarak inşa ediliyor; kişiler, kendi kişisel özelliklerini merkeze alarak inançlarını oluşturuyorsa, ortaya batıl inançlar çıkabilmektedir.
İnançtaki her türlü batıl unsuru ortadan kaldırmak için öncelikle yapılması gereken şey “Olduğu Gibi İnanmak”tır. Kitab’ın ve Peygamber’in kavline göre inanmak... İnanılması gereken şeyler nasılsa öylece inanmaktır… Olduğu Gibi İnanmak; haktan geldiği gibi inanıyorum, yorum yapmadan, mazeret üretmeden, kişisel davranmadan, çekinmeden, korkmadan inanıyorum diyebilmektir. Olduğu Gibi İnanmak; olması gerektiği gibi inanamama ihtimali olsa dahi, olması gerektiği gibi inanmaya niyetlenmek, azmetmek ve olması gerektiği gibi inanmak için dua etmektir; bir yalvarmadır aynı zamanda.
Olması gerektiği gibi inanmak azmiyle yola çıkıp olduğu gibi inanmayı başararak inançlarımızı hak üzere inşa ettiğimiz halde, olması gerektiği gibi yaşayamayabiliriz. Günümüz meselelerinin en önemlilerinden birisi de bu meseledir. İnançlarımızı gereği gibi yaşayamayız. Dolayısıyla ortada “olduğu gibi bir inanç ve olduğu gibi bir yaşantı” yoktur. Günümüzde siyasî sistemler, askerî güçler, ekonomik ve sosyal hayat bu konuda maraz oluşturur. İşte bu nokta kırılma noktasıdır. Hepimizin bildiği bir özlü cümle vardır: “İnandığımız gibi yaşamazsak yaşadığımız gibi inanırız.” Bizler dünya genelinde “olduğu gibi yaşayamadığımızdan, dünyayı ve dünyamızı olması gerektiği gibi dönüştüremediğimizden” zamanla mevcut hale uygun inanmaya başlıyoruz. Hâlbuki yaşayamasak bile inançların, özünde, olduğu gibi kalması beklenir. Yaşadığımız ana ait daha özel, daha kişisel, daha yöresel, daha bölgesel durumlar olabilir. Ancak bu durum o konunun “olduğu hali”ni değiştirmez. Örneğin bir topluluk cihad yapmıyor veya yapamıyor olabilir ama cihad yoktur diyemez, dememelidir. Ya da kâfirlerle, zalimlerle fazlasıyla içli dışlı olabilir, zaruretler gereği, olmaması gerektiği halde. Fakat doğrusu budur, nihai nokta budur, diyemez. Tersine kâfirlerden, zalimlerden uzak kalmak gerektiğinin bir esas olduğu ama çeşitli nedenlerle (mecburen, kerhen) söz konusu durumun yaşandığı bilinmelidir.
Biz bu halin genelde günahlarla ilgili inançlar hakkındaki kısmını duymuşuzdur. O da şudur: Bir kimse içki haramdır ama ne yapayım içiyorum, günahkârım, derse haram işlemiş olur; ama içki haram değildir, canım istiyor içiyorum, derse dinden çıkar. Dolayısıyla ister kişisel günahlar olsun ister toplumsal, ekonomik, siyasal, askerî cürümler olsun mevcut hal itibariyle günahta olsak dahi, inanç bakımından, o konuların olması gereken haliyle inanmak durumundayız.
Yaşantıların kaybolması elbette uzun vadede tehlikelidir. Zamanla inancın hayattan çıkması anlamına gelebilir. Yine de inanç bozulmadıysa uygun şartlar oluştuğunda doğru yaşantılar ortaya çıkabilecektir. Fakat inancın olması gerektiği gibi olmaması gelecekte de yeniden hakikate uygun bir hayatın kurulmasını imkân dışında bırakır. Her türlü kar, fırtına, boran karşısında bina saçak altlarının insanı koruduğu gibi inancın da korunmasıyla gelecekte yeniden inançtan kaynaklanan güzel hayatlar neşv-ü nema bulacaktır. Bu bakımdan hak inancını taşıyan kişilerin çok olmasından daha önemlisi, taşınan inancın hak olmasıdır. Eğer taşınan hak ise oradan iyi işler, iyi kişiler, iyi toplumlar, iyi sistemler ortaya çıkacaktır. İslâm’ın insanla, toplumla ve tabiatla uyumundan dolayı inancın böylesine muhafazası illa da marjinallik, çatışma veya aykırılık anlamı taşımayabilir. Ayrıca azlık hak olma garantisi değildir. Hak çoğunluğu da oluşturabilir.
Genel olarak sorun, olduğu gibi inanmaktan öte, olduğu gibi inanmayı sürdürmektedir. İnsanların tamamına yakını hakkı vicdanlarında bir anlık dahi olsa kabul ederler; ancak kişisel, toplumsal, ekonomik nedenlerle reddederler. Hz. İbrahim’in (as) müşrik kavmi de putlarını geriye bırakılan en büyük putun kıramayacağını düşünerek, diğerlerinin kırılmasını da engelleyemediği gerçeği de eklenince, “putların ilahlığının batıllığını” vicdanlarında bir an duydular, fakat aralarından birinin Hz. İbrahim (as) için “atın onu ateşe” nidasıyla dönüp gittiler batıl üzerine.
Aslında müşriklerin gösterdiği bu karakter bütün insanlar için az veya çok mümkün olan bir durumdur. İnsanlar içinde Müslüman olmakla şereflenen bizler de zaman zaman -ahlâk, davranış, giyim-kuşam, ekonomik, sosyal, siyasal ve eğitim hayatı bir tarafa- inançlarda dahi istikâmeti tam manasıyla sürdüremeyebiliyoruz. Böyle olunca da mesele hepimizin meselesi haline geliyor. Olması gereken ise hidayete erdikten sonra ana bakış açılarındaki inancın kararlı olmasıdır. Uygulama ve yaşamda inançla uyumsuz kimi durumlar metazori olarak var olsa bile kafa ve kalplerdeki inancın tüm saflığıyla (ihlâs) yerinde durması gerekir.
İnsanın “olduğu gibi inanmasının” önünde birçok engel sayılabilir. Ancak bunlardan öyle marazî bir neden var ki, o nedenin üzerinde durmak istiyorum: İnsan çoğu zaman satırları mutlak batıllık içeren bir kitabı, sözleri uydurma menkıbelerden, tutarsız, mantıksız safsatalardan oluşan bir hatibi veya naslarla aşikâr olarak tezat oluşturan bir geleneği, kültürü ya da medya, siyasal otorite, eğitim sistemlerince empoze edilen benzer çarpıklıkları kolaylıkla egale edebilir. Ancak insan en çok da kendi kendisinin tuzağına düşer. Bu tuzak “olması gerekenin” sınırlarını zorlamakla ortaya çıkar. Kimi zaman zamanın ruhunu kavrama iddiasıyla insan nefsi yeni fakat abes yaklaşımlar ortaya koyar; kimi zaman benliğimiz iç âlemimizdeki bir takım seyirlerden hareketle zanla, tahminle, müphemle “olması gerekeni” genişletir veya daraltır; kimi zaman insan nefsi farklı bir şey söyleme dürtüsüyle “olduğu gibi inanmayı” bir kenara bırakıp kendince farklı, orijinal bakış açısına inanmaya başlar.
Oysa hakikat Nisa Suresi: 36. ayette ne kadar net ve sadedir:
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitablara iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur.”
Bu ayette konumuz açısından iki noktanın önemli olduğunu görüyoruz. Birincisi, temel iman-inanç esaslarına inanılması emrediliyor. İkincisi ve daha dikkat çekici tarafı ise bu emrin muhatabının iman edenler olmasıdır.
Yani, “Ey iman edenler iman ediniz!” denilmektedir. İman edenler iman edecekler. Küfredenler iman edecek olsalar mevcut hallerinden başka bir şeye inanmaya başlayacaklar, şirkten tevhide dönüş yapacaklar. İman edenler iman edince özünde -bir insanın cebindekileri yoklaması gibi- adeta olması gerekenleri kontrol edecekler. Bu emrin olması da insan için inanç bakımından kimi arızaların muhtemel olmasındandır. Tekrar tekrar iman ettiğimizde halis dine döneriz, tekrar tekrar iman ettiğimizde tevhide ulaşırız.
Ne kadar okursak okuyalım, ne kadar yazarsak yazalım, ne kadar konuşursak konuşalım, ne kadar dinlersek dinleyelim, ne kadar yaşarsak yaşayalım her durumda hakikatin ekseninde dolaşmamız gerekmektedir.