Namusun Cinsiyeti Var Mıdır
Müslümanlar olarak ciddi bir ahlâk meselemiz bulunmaktadır. “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyen bir Peygamber’in (aleyhisselam) ümmeti olarak yaşadığımız çağda iyi bir sınav veremiyoruz. Bu durumun yol açtığı kriz hızla derinleşiyor ve toplumsal çözülmeye doğru yol alıyor. Ahlâk, insan olmanın ve insanî ilişkilerin en temel kıymetlerinden birisidir. Ama maalesef bazen ahlâkî eylemlerin toplumda yalnızca bir cinse indirgendiğine de şahit oluyoruz.
Neyi mi kastediyorum? Açıkça ifade edersem; hayâ, iffet ve namus gibi kavramların yalnızca kadına indirgenmesi ve cinsiyetçi bir yaklaşımla sadece kadın söz konusu olunca gündeme gelmesi bir Müslüman olarak beni rahatsız ediyor.
Ahlâkî değerlerin toplumun bir kesimine ya da bir cinse ait algılanışı, insanı değersizleştirir ve toplumda ahlâksızlığın meşrulaştırılmasına yol açar. Sadakati, iffeti, hayâyı ve namusu yalnızca kadına ait değerler olarak görmek ve kadından beklemek İslam ahlâkına yapılabilecek en büyük zulümdür. Daha da kötüsü Hazreti Peygamber’in yerdiği cahiliye âdetidir.
Cahiliye şiirlerinde erkek ve kadına biçilen rollere baktığımızda bunu çok daha iyi anlarız. Döneminin ünlü şairlerinden eş-Şenferâ karısının evde onu beklemesiyle, dışarı çıkmayıp namusuyla evde oturmasıyla övünür. Buna karşılık cahiliye şiirlerinde erkek için övünülecek durumlar; savaşçılık ve herkesi yedirmesi içirmesidir. İslam gelmeden önce erkeğin namus, iffet ve hayâsından pek bahsedilmezdi.
Öncelikle namus kelimesinin Kur’ân-ı kerîmde doğrudan geçmediğini söyleyelim. İslam literatüründe namus kelimesi vahyin gelişi ile ilgili olarak, 'Namus-u Ekber' şeklinde Cibril aleyhisselam için kullanılmıştır. Varaka bin Nevfel’in Hazreti Hatice’ye söylediği, “Eğer bana söylediğin doğru ise Mûsâ’ya gelen 'Namus-u Ekber' ona da gelmiştir” rivayetinde ve bizzat Resulullah’a (aleyhisselam) söylediği “Sen Meryem oğlu Îsâ’nın müjdelediği peygambersin ve Mûsâ’nın nâmûsunun benzeri bir hâl üzeresin” ifadelerinde rastlanmaktadır. Bu ifadelerde yer alan namus, Hazreti Cebrail’in Peygamberlere emanet ettiği ilke ve değerleri ifade etmektedir. Namus, insanın kişiliğini ayakta tutan ve koruması gereken temel değerdir. Namusa sahip çıkmak demek; Allahın Resulü’ne gelen inanç ve ilkelere sahip çıkmak, onları korumak ve muhafaza etmek anlamlarına gelmektedir…
İslam’da cinsel ahlâk anlamında namus değil ama “ırzı korumak” kavramı kullanılmaktadır. Cinsel dürtünün ahlâkî kontrolü anlamında “ırzı korumak” ise Kur’ân’da kadın için değil tüm müminler için bir ilke olarak karşımıza çıkar. Mü’minûn suresinde bu durum tam olarak şu şekilde ifade edilir: “Felâha ulaştı o mü’minler, ki onlar, namazlarında saygılıdırlar, boş şeylerden yüz çevirirler, zekâtı verirler ve ırzlarını korurlar; ancak eşleri, yahut ellerinin sahip olduğu hariç (bunlarla ilişkilerinden dolayı da) onlar kınanmazlar. Ama bunun ötesine gitmek isteyen olursa, işte onlar haddi aşanlardır. Ve o mü’minler emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler.”
Meâric Suresi’nde benzer ifadelerle müminlerden şu özelliklere dikkat eden şahıslar olarak bahsedilir:
Namazlarını kılarlar
İnsana yararsız işlerle uğraşmazlar/mallarını paylaşırlar
Zekâtlarını verirler
Irzlarını korurlar
Emanet edilene hıyanet edemezler
Görüldüğü gibi; Kur’ân’da cinsel ahlâk ile emanet, namaz, zekât ve ihtiyaç sahibine vermek birlikte zikredilir. Kuşkusuz cinsel dürtünün ahlâkî kontrolü ile bu eylemler arasındaki ilişkiyi merak etmişsinizdir. Bu durumu bize İmam-ı Gazâlî hazretleri açıklıyor desem sanırım yanlış olmayacaktır.
Gazâlî hazretleri ahlâkî erdemleri; hikmet, şecâat ve iffet şeklinde tasnif eder. Bu sınıflamada, iffetten doğan ahlâkî tutumlar cömertlik, hayâ, sabır, müsâmaha, kanaat, verâ, letâfet, müsâade, yardım, zarâfet, tamah azlığıdır. Görüldüğü gibi, iffet sadece cinsel olarak insanın şehevi duygularını kontrol etmesi değil aslında yeme-içmeden tutun da aşırı tüketime kadar her türlü azgınlığı kontrol altına alması anlamına gelir. ‘’Kontrolsüz güç, güç değildir…’’ Bu ifadeye uygun olarak iffet, insanın kontrollü ve kâinatla uyum ve denge içinde bir hayat yaşamasıdır. İffete sahip olan kimsenin aynı zamanda sabırlı, cömert, kanaatkâr yardımsever olması da beklenir. Çünkü iffet, bu eylemlere de kaynaklık eder. Bir kimsenin ahlâken cinsel arzularını kontrol altına alması ile cömertliği ve sabrı arasında da ilişki vardır…
Bir diğer husus da iffet ile emanete riayet etmek arasındaki ilişkidir. İffet, aile bütünlüğüne ve aile sadakatine bağlı kalmak anlamına gelir. Bu bağlılık yalnızca kadına has değildir. Evlilik akdinde/sözleşmesinde erkek ve kadın birbirine söz verir. O söz yalnızca kadını değil erkeği de bağlar. O söze sadık kalması gereken sadece kadın değil, eşlerdir. Maalesef evlilik yalnızca kadını bağlayan bir sözleşme/ahidleşmeymiş gibi erkeğin dilediğini yapmasını hoş gören toplumsal anlayış hem evliliği hem de ahlâkı bitirmektedir. Erkeğin yaptığını “elinin kiri yıkarsın gider” şeklinde meşrulaştıran bu zihniyet evlilik ahdinin sadakatini bir oyun ve eğlenceye indirgeyerek ailenin tüm iffetini kadının omuzlarına yüklüyor. Hatta bazen kadın cinayetlerini meşrulaştıran bir dile dönüşüyor.
İffet, aile bütünlüğüne ve aile sadakatine bağlı kalmak anlamına gelir.
Unutmayalım ki, dinimizde ceza verme yetkisi devlete aittir. Ayrıca, ortada bir suç varsa İslam ceza hukukunun “ihkak-ı hak yoktur” ilkesi gereğince, cezasını birey değil, gerekli yargılama yapıldıktan sonra ‘devlet’ verir. Hanefî mezhebine göre had cezalarının tatbiki kamu velayetine sahip olan devlet başkanına aittir. Velayet-i âmme şeklinde ifade edilen ve kamunun tamamını kapsayan bu terkip, İslam hukukunda devlet başkanı veya onun tayin ettiği kişilerin, başka bir kişi veya toplum adına hukukî neticeleri olan tasarruflarda bulunma yetkisini ifade etmektedir.
Kişinin sahip olduğu en önemli hak, şüphesiz hayat hakkıdır. Hayat hakkının önemi; Kur’ân’da “Kim haksız yere birini öldürürse bilsin ki, o, sanki tüm insanları öldürmüş gibidir, ama her kim de ona hayat verecek olursa o da sanki bütün insanlara hayat vermiş gibidir…” şeklinde belirtilmiştir (Maide, 5/32). Hazreti Peygamber de “Müslümanın kanı, malı ve ırzı, diğer Müslümanlara haramdır” diyerek, bir insanın canının korunmasının önemini vurgulamıştır. Bu yüzden savaş ve nefsi müdafaa hariç canı öldüren kişi ahirette mağdurla helalleşmeden affedilmeyecektir.
Bir kadının namusuna dil uzatmak, İslam’da çok ağır cezası olan bir eylemdir. Evet, İslâm zinayı yasaklamıştır. Bununla birlikte İslâm dininde zina suçunun ispatı oldukça zorlaştırılmıştır. Şahidin şahitlik ettiği hadiseyi bizzat görmesi gerektiğinden ona bu isim verilmiştir. Bir kimse açıkça zina yapanı görüp kendisiyle birlikte de üç şahit bulmadıkça kimse hakkında zina isnadında ya da imâsında bulunamaz. Şayet bulunursa; Hanefiliğe göre bu kişinin tövbesi bile kabul edilmez. Zinanın dışındaki suçlarda ispat için iki şahit yeterli iken, zina suçunun ispatı için dört erkek şahidin şahadeti gerekir.
Zina suçunun ispatı, ağırlaştırılmış beyyine külfetine bağlanması birtakım hikmetlere binaendir. Bu durum suç ve ceza siyaseti açısından incelendiğinde; suçun gizli kalmasının daha hayırlı olacağı; cezalandırmanın ise gaye olmayıp ferdi, toplumu ve nesli korumak için başvurulan son çare olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Gizli olanı sakla, ayıp olanı ört; özel hayatın gizliliğini koruyucu hükümler yanında bu gizliliği ihlâle imkân vermeyen emirlerdir. Müslümanların, başkalarının kendilerine ait gizli hâlleri öğrenmekten, araştırmaktan kaçınmaları istenir. Hatta bu konuda onları tahrik ve teşvik edici söz ve davranışlar da yasaklanır. Bir hadiste; birinin ayıp hâlini görüp de onu örten kimsenin, bir ölüyü ihya etmiş gibi olacağı belirtilmiştir. Bir başka hadiste ise, “Her kim, bir Müslüman’ın ayıbını örterse Allah da dünya ve ahirette onun ayıbını örter” denilmektedir. Bu emirlerle Müslümanların, başkalarının ayıplarını araştırmaktan ve onları alenen ifşa etmekten sakınmaları istenmiştir. Bu hem kötülüğün ifşa edilerek ve alenen konuşularak propagandasının yapılmamasını sağlamak hem de haram işleyenin tövbe etmesine imkân vermek için daha uygundur. Çünkü İslâm’da ahlâkî hayat ceza ile değil, ancak insanların vicdanî duyguları geliştirilerek kurulabilir.
Erkeğe dilediğini yapma hakkı tanıyan ama kadını namusun tek bekçisi hâline getiren yozlaşmış toplumsal anlayış evlilik bağını ve evliliğin kutsal sözleşmesini tahrip etmektedir. Sorumluk duygusu evlilikte kadın ve erkeğe aittir. Hayatın anlamının mutluluk olduğunu düşünmek çok güzel ama mutsuz olduğunuzda nasıl olur? Mutluluk, harika bir motivasyon kaynağı iken mutsuzluk ve yalnızlık duygusu ne olur?
Korona günlerindeki zorunlu karantina hayatı bize yalnızlığın ne zor ve katlanılmaz bir acı olduğunu hatırlatmadı mı? Mutsuzlukla ya da hastalıkla yalnız başına mücadele edemezsiniz. Unutmayın! Sadakatinize ve ahdinize güvenen bir eş hem mutsuzluk acınıza hem de hastalık ve yalnızlıkta en önemli desteğiniz ve güvenceniz olur…
Demek oluyor ki, “insanın bedenî ve maddî hazlara aşırı düşkünlükten korunmasını sağlayan erdem” olarak iffeti, cinsellik ahlakına indirgemek oldukça hatalıdır. Zirâ bireysel ve toplumsal hayatta görülen tüm hasbî faaliyetlerin ve güzel alışkanlıkların temelinde geniş iffet eksenli ahlâk anlayışı yatar. Demek ki iffet; kadına has değil insanı ahdine vefalı kılan, aşırılıklardan koruyan, nefsani hırsları için toplumu ve doğayı kirletmesine engel olan ve en önemlisi bir cana kıymaması gerektiğini öğreten bir tutumdur. Başkalarının namusunu ve iffetini konuşanların, önce kendilerinin iffet ve namusla mesafesine bakmasında fayda bulunmaktadır.
Hilmi Demir.