Nefs ve Nefsin Hakları
Nefs kelimesi, yirmiyi aşkın anlamda kullanılmaktadır. Ruh, can, kan, benlik, iç, kalb, büyüklük, yücelik, irade gibi. Fakat daha çok iki anlamı vardır:
Birincisi: Bir şeyin özü, kendisi, kişi. Mesela, Kur'an-ı kerimde, “Her nefis, ölümü tadıcıdır.” buyuruluyor. İkincisi: Dine uymayan isteklerin kaynağı olarak kullanılır. “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder.” ( Yusuf, 53). Buna nefs-i emmare de denir. Bu nefis, Allahü Teâlâ’nın düşmanıdır. Mesela hadis-i kudside: “Nefsine düşmanlık et, çünkü o benim düşmanımdır.” buyurulmuştur. İslâm inancında insana sürekli kötülüğü emreden, dine uymayan isteklerin kaynağı olan işte bu nefisle mücahede emredilmektedir.
Konuyla ilgili âyet ve hadisler incelendiğinde de anlaşılacağı gibi cihâd, canla ve malla yapılır. Fakat en önemlisi insanın önce kendi nefsiyle mücâhede etmesidir. Çünkü nefsine hâkim olamayan kimse, düşman karşısındaki mağlubiyeti peşinen kabul etmiş demektir.
Bu mücahede de amaç; insanın nefsini kontrol etmesi, onun dine uygun olmayan emirlerine uyarak kendisini helake sürüklemesine asla müsaade etmemesidir. Yoksa insanın kendisi, özü demek olan nefsi tamamen ezip yok ederek (ki bu zaten mümkün değildir) kendisini güçten takatten düşürerek kulluk dahi edemeyecek bir sefalete düşmesi asla değildir.
Rasulûllah sallallahu aleyhi ve sellem de: "Nefsinin senin üzerinde hakları vardır." buyurarak mücâhadede ölçünün kaçırılmamasını istemiştir. Nefsin haklarını çiğnemek, sebepsiz yere onu zorluklara sürüklemek mücâhade değildir.
Bir gün, Selman-ı Farisî radıyallahuanh, Ebu’d-Derdâ hazretlerini ziyaret eder. Ebu’d-Derdâ’nın hanımını eski ve yırtık bir kıyafet içinde görünce, “Bu halin ne?” diye sorar. Kadıncağız, “Kardeşiniz Ebu’d-Derdâ’nın dünya ile alâkası kalmadı.” der ve o halinin sebebini ima eder. Ebu’d-Derda hazretleri eve gelince Hazreti Selman’a yemek getirerek, “Sen buyur, ben oruçluyum!” der. Selman-ı Farisî,“Hayır, sen yemezsen ben de yemem.” deyince beraberce yerler. Yatsının üzerinden çok az bir zaman geçmiştir ki, Ebu’d-Derdâ, Hazreti Selman’dan gece namazı için müsaade ister ama o “Biraz uyu!” der. Bir müddet sonra Ebu’d-Derda namaza kalkmak için tekrar yeltenince Selman-ı Farisî yine, “Biraz uyu!” der. Gecenin sonuna doğru Selman radıyallahuanh “Şimdi kalk!” deyip arkadaşını çağırır ve beraberce namaz kılarlar. Namaz bitince, Hazreti Selman şu nasihatı hatırlatır: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, ehlinin hakkı var, nefsinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” Ertesi gün Hazreti Ebu’d-Derdâ durumu anlatınca, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), “Selman doğru söylemiş, doğruyu göstermiş.” buyurur.
Dinde asla zorluk yoktur; İslâm “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna zıt bir iş yapmış olur. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır.” mealindeki hadis-i şerifiyle bu hakikate dikkat çekmiştir.
Nefis; insanın kendisi, özü, cismaniyeti, bedeni ve mahiyeti demektir; insanın kendi nefsine karşı da bir kısım sorumlulukları vardır ki, bunlar genel manada, onu yaratılış gayesine uygun olarak kullanmak şeklinde özetlenebilir. Onu gayr-i meşru dairede tatmin aramaya ve taşkınlıklara itmemek için, meşru dairede zevk ve lezzet ihtiyacını gidermek de bu sorumluluklar cümlesindendir.
İnsan, üzerine alacağı mesuliyeti ve başladığı nafile bir ibadeti, daha sonraları da devam ettirecek şekilde tesbit etmelidir. Ezcümle; Abdullah ibn Amr ibn Âs hazretleri, her gün oruç tutmak ve sabaha kadar namaz kılmak istiyor; kendini ibadete verdiği zamanlarda da ailesiyle gerektiği kadar meşgul olamıyordu. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona her hak sahibine hakkını vermesini, ailesinin hukukunu da gözetmesini ve bu arada her zaman yapabileceği, hiç terketmeyeceği şekilde bir mesuliyetin altına girmesini tavsiye buyurmuştu.
İslâm uleması: "Nefsin istekleri ikidir. Birisi hakları, diğeri duyduğu hazlarıdır. Vücudu ayakta tutabilmek için nefsin hakları korunmalıdır. Nefsin hazları ise, yaşamak için gerekli olmayan fazlalıklarıdır. Mücahede bunlarla yapılmalıdır. Mücâhedenin gayesi hazları yok etmek, hakları bırakmaktır." demişlerdir. Nefse karşı çıkmanın bir gayesi olmalıdır. O da nefsin kendisini Allah’ın yolundan geri koymamasıdır.
Nefis, insanın bineğidir. Bu dünya imtihanında başarılı olmak ve menzile varmak için bu bineğe ihtiyacımız vardır. Nefsimizin bütün arzu ve ihtiyaçlarını terk etmekle değil, terbiye etmekle mükellefiz. Hedefe ulaşmak için ona iyi bakmamız lazımdır. Ama fazlaca şımartırsak, bu bizim için felaket olur. Nefsimizi kendimize hizmet ettirmeliyiz. Biz nefsimizin hizmetine girersek, tehlike başlamış demektir. Onun için nefsin mertebelerini bilmemiz lazımdır.
Nefis terbiyesi, bütün dinî sistemlerde çok önemli bir esas kabul edilegelmiştir. Eskilerin ifadesiyle “nefs-i nâtıka” veya “nefs-i insanî” de denen nefis, Kur’ân’ın bir kısım işaretlerine dayandırılarak yedi ayrı mertebede ele alınmıştır: Nefis, eğer cismanî arzularını yaşıyorsa, “nefs-i emmâre”; din ve takva yolunda yürümekle beraber, sık sık düşüp-kalkıyor ve her defasında kendini sorgulayarak Râbbine yöneliyorsa, “nefs-i levvâme”; fenalıklara karşı tavır alıp yüzü hep Rabb’ine müteveccih bulunuyor ve temizliği ölçüsünde ilâhî mevhibelere de mazhariyet kazanıyorsa “nefs-i mülhime”; tam bir ihlas ve kamil bir kulluk içinde Rabb’i ile münasebet ve muamelesi açısından vicdanı tam oturaklaşmış ise “nefs-i mutmainne”; kendi arzularından vazgeçip Hakk’ın muradına itirazsız bağlanmayı davranış haline getirmiş ise artık “nefs-i râziye” ve Hakk hoşnutluğunu en büyük bir gaye haline getirmiş ve her zaman o istikamette davranıyor, o hedefi gözetliyor, “Ben razı oldum Sen de razı ol” mülahazalarıyla dolup boşalıyorsa, “nefs-i marziyye”dir. Bunun ötesinde, kabiliyet gerektiren ve ilâhî sıfatlarla donanmaya açık peygamberâne azim sahibi bir nefse de “nefs-i kâmile” veya “nefs-i sâfiye” denegelmiştir. İşte nefsin, emmâre çukurundan adım adım zirvelere doğru yükseltilmesi de onun bir hakkıdır.
Nefis, duyguların ve kabiliyetlerin yerleştiği bir zemindir. Bedenin manevî âlemdeki geniş bir bölümünü nefis oluşturmaktadır. Duygular, hisler nefse takılmıştır. Nefis; akıl, öfke, görme duyusu gibi kuvvelerin zemini olmuştur.
Nefis, ruhun bedende tutunma sebebidir. Nefis insanın yaşaması, hayatını sürdürebilmesi, yemesi, içmesi, çoğalıp üremesi ve nihayetinde Yaratanını bilmesi için yaratılmıştır. Ruhun bu vazifeleri yerine getirebilmesi için bir zemin gereklidir. Nefis, bu kanuna insan bedeninde manevî bir mekân teşkil etmektedir. Nefis olmadan ruh bedende tutunamaz. Yani nefis ruhun bedende devamlılığını sağlayarak bütün bu faaliyetlerin yapılmasına vesile olur.
Nefis, insanın hayvanî tarafının adıdır.
Nefis; insanın yemek, içmek, çoğalmak (tenasül, neslin devamı), uyumak gibi hayvani istek ve arzularını yerine getirilmesi için yaratılmıştır. Yani nefis bu yönüyle insanın fıtrî vazifelerinin yerine getirilmesine vesile olur.
Nefis, şerrin kaynağı, kötülüğün temelidir.
Günahlar ve yasaklar her zaman cazip olduğundan, nefse de helalleri yapıp, haramdan kaçmak her zaman zor gelmiştir. Bunun için nefis; kalp ve aklı ikna ettiğinde, netice vahim oluyor ve şer ve kötülük sudur ediyor.
“Nefs” ve “hak” kavramlarına bir başka açıdan bakıldığında;
Hak, evrensel hüviyete sahip kavramlardan biridir. İlahî bilgi, beşerî tecrübe, tarihsel miras ve bir insan olarak hayatımızı çevreleyen hemen her şeyde hak kavramına vurgu vardır. İslâmî literatürde Allah-insan münasebeti bu bağlamda oldukça önemli bir yer tutuyor. Ardından insanın insanla olan münasebeti geliyor. Nihai olarak da insanın sair canlı veya cansız hayvanat, nebâtat ve câmidât ile münasebeti. Bu hususlar zaten herkesin malumu. Malum olmayan, aslında malum olsa da pek nazar-ı dikkate alınmayan bir başka önemli konu daha var. Bu da: insanda emaneten-âriyeten (emanet ve ödünç) duran kendi bedeninin kendisi üzerindeki haklarıdır.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır.” beyanıyla çok açık, seçik ve net olarak anlatır bunu insanlığa. Bu nedenle İslâm’da intihar haramdır. Yine bu nedenle fıkıhçılar son tahlilde aşamalı da olsa kişiyi intihara götürecek amellere de haram hükmünü vermişlerdir. Sigara, alkol, uyuşturucu vb. bütün zararlı şeyler özellikle son dönem fukahası tarafından bu sınıfta mütalaa edilir olmuştur. Ve yine bu nedenle İslâm hukukunda bedene zarar verecek ölçüde yeme içmeden kesilmekten, hastalandığında şifa talebini redde kadar uzanan birçok noktada nefsin haklarının ihlal edildiğine dair uzun boylu müzakereler, içtihadlar yapılmıştır. İbadet vetaatten kendini perişan eden, karısı ve misafirinin hakkını yiyen Ubey b. Ka’b’a Efendimizin söylediği “Nefsinin, zevcenin, misafirinin ve Allah’ın senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” sözü, Allah’a kulluk adına bile olsa nefsin hakkının yenmemesi gerektiğini anlatıyor bize.
İnsanın hak-hukuk münasebeti olduğu, kendisini yaratan, yaşatan her türlü nimetleriyle kendisini rızıklandıran Rabbine karşı gelişi ile hemcinsleri ve canlı-cansız tabiata ve varlıklara karşı konulmuş kurallara muhalefeti hak ihlalini doğuruyor ve mesuliyeti gerektiriyorsa; aynen bunun gibi insanın kendi nefsine karşı aynı türden bir muamelesi de bir hak ihlalidir. Ayetin ifadesiyle ahirette ağızlara fermuar vurulup ellerin, ayakların, derilerin konuştuğu ve insanın “neden aleyhime şehadet ediyorsun?” dediği yerde, bedenimiz “Herşeyi konuşturan Allah bizi de konuşturuyor.” diyecek ve bu hak ihlalini de mutlaka bize karşı gündeme getirecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Burada ezcümle söylenmesi gereken; bedenimizin bize emanet olarak verildiği fikrinden hareketle, bedenimizi maddî-manevî tüm bela, musibet ve marazlardan koruyarak sağlam bir beden ve şuurlu-zinde bir ruhla rabbimize kulluk yapmak için nefsimizi ihmal etmememizdir. Ama bunu yaparken de ölçülü hareket etmemiz, nefsimizi tepemize çıkarıp ona kul köle olmamamızdır.