Nefsi Bilmek ve Terbiyesi
Allah’u Zülcelâl Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde insanoğluna nefsini terbiye etmesi için emirler vermiş, insanların ancak nefsinin terbiyesiyle kurtuluşu ve felahı bulacaklarını yoksa hüsranda olduklarını ve nefsini terbiye etmeyen insanın diğer insanlara faydalı olamayacağını, onlara doğru yolu gösteremeyeceğini Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle beyan etmiştir:
’Ve kendini (inkâr ve günah ile) örtüp (karanlıklara) gömen kimse hüsrana uğramıştır.’ (eş-Şems 91/10)
Hakikatte insanoğlu yaradılış itibariyle bir nefse sahiptir. Fakat bu bir nefsin sıfatları yedi tanedir.
Birinci sıfat, NEFS-İ EMMÂRE sıfatıdır.
Nefs-i emmâre sıfatını taşıyan ve bu sıfatın tesirinde olan kimseler, haram ve helali bilmeyecek, zulüm ile adaleti ayırt edemeyecek kadar vicdan yoksunu, daima nefsinin emriyle ve ne pahasına olursa olsun hevâ ve heveslerini tatmin etmek isteyecek kadar da şehvet düşkünü kimselerdir.
Bu makam münafıkların ve günah-ı kebâirleri (büyük günahları) işleyen kimselerin makamıdır. Cenâb-ı Hakk’ın hidayete erdirdiği kişilerin, bir mürebbinin (Mürşid-i Kâmilin) nezareti altındaki maddî terbiyesiyle biiznillah kötü sıfatlardan kurtulması mümkündür.
Nefs-i emmârenin kimlerde olduğunu ve kimin bu makamda olduğunu bildiren delil ve alametler şunlardır:
İbn-i Abbâs (r.anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’En büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.’ (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s.156, h.no:343)
Tasavvuf ilminde, nefsin yeri iki kaburga arasındadır. Nefs-i emmârenin mânâdaki rengi mavidir. Sıfatları ise yedi tanedir. Bu sıfatların alameti ise vahşî hayvanlardır.
’Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, mutlaka kötülüğü çokça emredendir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği (nefis) müstesnâ. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.’ (Yûsuf, 12/53) meâlindeki âyete de mazhardırlar.
Nefs-i emmârenin en belirgin huyları tamah, hırs, şehvet ve gazaptır. Fiilleri ise buğz, hased ve cimriliktir. Nefs-i emmâre sıfatında bulunan insanların hâl ve hareketleri bu fiillerin tesiri altındadır. Bunların sevgileri dünyevîdir. Zevkleri ise şehvetlerin tatminidir. Bunlar tamah sıfatına uyarak dünya mallarını, haram helal ayırt etmeden ve adaleti gözetmeden çoğaltmakta yarışırlar.
Bunların en büyük korkuları ise, ölümden ve kabir hayatındandır. Bu bahis açıldığında kızarak hemen konuyu kapatmaya çalışırlar. Bu makamdan kurtulmak isteyen kişi, bir üst makama geçebilmek, terfî edebilmek için bir mürşid-i kâmilin nazar ve kontrolünde bolca ’Lâ ilâhe illallah’ kelime-i tevhîdine devam etmelidir.
Salik nefs-i emmârenin putlarını, âfetlerini gönülden silebilmek için tevhide her an devam etmelidir. Çünkü tevhîd, nefy ve isbat makamıdır. Yaramaz ve bâtıl olan şeyleri siler ve yerine Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini kâim kılar.
’(Nefsinin) hevâ (ve heve)sini, kendine ilâh edineni gördün mü?’ (el-Furkân, 25/43; el-Câsiye 45/23) âyet-i kerîmesi,
Ebû Ümâme (r.a.)’dan rivayet edilen ’Semanın gölgesi altında, Allah katında tabi olunan hevadan daha büyük, Allah’ın dışında kendisine kulluk edilen hiçbir ilah yoktur.’ (Taberânî, Kebîr, c.8, s.122, h.no:7502) hadîs-i şerifinde anlatılan inceliğe işaret eder.
Nefs-i emmâredeki bu yerilmiş sıfatlardan kurtulmadan ölen îman sahiplerine kabirlerinde pek şiddetli azaplar olunacağına dair işaretler vardır. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Kabir ancak, cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.’ (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme Ve’r-Rekâik Ve’l-Vera’, 26)
Bu gibi kimselere haşr gününe kadar kabirlerinde azap olunacaktır. Misâl: Kişi eğer şehvet, kin, gazap, tamah gibi nefsânî sıfatlardan kurtulmadıysa, bu sıfatların her biri birer vahşî hayvan şeklinde o kişiye pek şiddetli azaplar tattıracaklardır. Azaba muhatap olan kimse, hayvanlara hitaben: ’Siz ne kötü mahluklarmışsınız, beni neden bu kadar horluyor ve incitiyorsunuz?’ diye sorar. Hayvanlar da: ’Sen niçin bizi tanımamazlıktan geliyorsun, halbuki biz seninle dünyada beraberdik.’ diyerek mukâbele eder ve kendilerini, ’Ben tamahım’, ’Ben şehvetim’ vs. diyerek tek tek tanıtırlar ve o kimseye ezâ ve cefâya devam ederler.
Şayet kişi Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ve kendi cüz’î iradesiyle ölmeden evvel bu ahlâk-ı zemîmelerden kurtulup ahlâk-ı hamîdeye yükseldiyse o zaman kişi Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in güzel ahlâkı ile ahlâklanır. (Cimriliğin yerine cömertlik, şehvetin yerine îtidal, kibrin yerine tevâzu vd. gibi.) Bu sefer de onu kabrinde nuranî sıfatlarla bezenmiş güzel mahlûklar eğlerler. Hoş vakit geçirtirler. O kişi onlara sorar: ’Siz kimsiniz, ne güzel mahlûklarsınız, nerden geldiniz?’ Onlar da cevaben: ’Sen bizi tanımıyor musun, biz seninle dünyada da beraberdik.’ derler. ’Ben tevâzuyum’, ’Ben cesaretim’, ’Ben cömertliğim’ vs. diyerek kendilerini tek tek tanıtırlar. Bu kimsenin bulunduğu yerden cennete bir pencere açılır ve bu kimse cennet âlemini haşr gününe kadar seyreder.
İşte ’Kalbinde, kibirden zerre ağırlığınca bulunan kimse cennete giremez…’ (Müslim, Îmân, 39) hadîsinin manasında da bazı işaretler vardır. Yani, kişi cehennemde kibir günahı yandıktan sonra, îmanı dolayısıyla cennete girecektir. Bunun gibi, diğer kötü sıfatlarla sıfatlananların da cehennemden kurtulabilmeleri için bu sıfatlardan temizlenmeleri gerekir.
’O (nefsi)ni, (inkâr ve günah kirlerinden) arındıran kimse, muhakkak felah bulmuş (korktuğundan kurtulup umduğuna ermiş)tir.’ (eş-Şems, 91/9)
Bu nefs-i emmâre makamından kurtulup geçmek için de Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine sarılıp Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetleriyle de nefsimizi terbiye ve ıslah yoluna gitmeliyiz. Şöyle ki; az yemek, az uyumak, az konuşmak boş vakitleri malayani sözlerle ve lüzumsuz hareketlerle değil de, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük zikri, zikrin en efdali (Tirmizî, Deavât, 9) olan kelime-i tayyibe ki; ’Lâ ilâhe illallâh’ zikr-i şerîfiyle değerlendirmeli, bu büyük zikre otururken, yürürken ve çalışırken devam etmelidir.
Sâlik, bu şekilde çalışması sebebiyle kendisinde bulunan ahlâk-ı zemîmeleri atıp, yerine ahlâk-ı hamîdeleri koyar. Sonra o, cemâl nurlarını görmeye, hakîkati sezmeye başlar.
’Kul ile Allah (c.c.) arasında yetmiş nurdan, yetmiş de zulmetten perdeler vardır.’ (Bkz. Taberânî Evsat, c.6, s.278, h.no:6407; Dârimî, er-Raddu Ale’l-Cehmiyyeti, s.61, h.no:119) İşte bu zulmânî perdeler kişiyi Rabb’inden örten ve perdeleyen sıfatlardır ki, bunlar tamah, hırs, şehvet, gazap, buğz, hased, cimrilik, korkaklık, riyâ ve ucuptur. Salik bu sıfatlardan kurtuldukça Rabb’ine karşı sevgi ve muhabbeti artar.
’Dikkat edin; bedende bir et parçası vardır ki, iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası) kalptir.’ (Buhârî, Îmân, 39)
İşte, kalpteki bu kötü ahlâklar sökülüp atıldıktan sonra onların yerine güzel ahlâk tohumları dikilir. Sâlik, böylece Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine, severek itaat etmeye başlar. Tabii ki bu ameliye, olgun bir mürşid-i kâmil’in nezareti altında olur.
Mürşidler ilahî güneş mesabesindedirler. Tarlaya tohum atıldıktan sonra, eğer su ve güneş olmazsa o tohum çürür. İşte bu ilahî güneşler, sâlikin kalbindeki güzel ahlâk fidelerinin gelişmesine yardımcı olur.
Cenâb-ı Hakk’ın sâlike rahmetinden dolayıdır ki, sâlik nefs-i emmâre makamından nefs-i levvâme makamına geçmeye hak kazanmış olur.
’O (nefsi)ni, (inkâr ve günah kirlerinden) arındıran kimse, muhakkak felah bulmuş (korktuğundan kurtulup umduğuna ermiş)tir.’ (eş-Şems, 91/9)
’Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi güzel eyledi.’ (Suyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, c.1, s.133, h.no:780, Sem’ânî, Edebu’l-İmlâ’sında İbn-i Mes’ûd (r.a)’dan rivayet etmiştir.)
Sakın nefsini üstün görme ki, bu görüş iblisin görüşüdür.
Sakın bu yoldaki parıltılara aldanıp nefsini üstün görme. İblis ilâhî dergâhtan bunun için kovuldu.