Nefsini tanıyan Rabbini tanır
Kişi kendini nasıl tanır?
Hadis-i şerifte (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) buyuruluyor.
Bir kimse, kendi şahsında Allahü teâlânın zatının varlığını, kendi sıfatlarında, cenab-ı Hakkın sıfatlarını, kendi irade ve tasarrufundan, Onun bütün âlemlerdeki tasarrufunu anlayabilir.
İnsan kendine baktığı zaman, bir damla sudan, göz, baş, kan, sinir gibi vücudunun bütün organlarının ve akıl ve ruhunun yaratılmış olduğunu görür. Bunu kendisinin yaratmadığını, bir yaratıcının bulunduğunu zaruri olarak bilir. Tesadüfen muazzam bir vücudun meydana geldiğini düşünmek akla uygun olmaz. Vücuttaki organların yerli yerinde yaratılışını, hiçbir uzuvda eksiklik ve fazlalığın bulunmayışını görür ve bunları yoktan yaratanın kudretini anlar.
Bütün akıllılar bir araya gelse, insanın şeklinden daha mükemmelini düşünemezler. İki el yerine üç veya dört el olsa veya göz, başka bir yerde olsa daha iyi olurdu denemez. Her organın en uygun şekilde yaratılmış olduğunu görür. İnsan ne düşünürse düşünsün eksik olur ve Hak teâlânın yarattığı ise en mükemmeldir. Yaratan her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter.
Bir kimse, organlarının faydalarını ve hikmetlerini ne kadar çok bilirse, Yaratıcıya olan hayranlığı o kadar çok olur. İşte bunun için kendini tanımak, Allahü teâlâyı bilmenin anahtarıdır.
İnsan, canlı cansız bir mahluka baksa, mesela suya, havaya, Güneşe, Aya baksa, bunların işleyişlerini, faydalarını düşünse, yine Rabbimizin büyüklüğünü, kudretini görür. Bunları görebilen, kendinin yaratılış gayesini düşünür. Bunun da Yaratana kulluk ve ibadet etmek olduğunu öğrenir.
O halde Allahü teâlâyı tanımaktan maksat, Ona, Onun istediği şekilde doğru ibadet etmektir. Bunun için de, İslam âlimlerinin Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkardığı bilgileri öğrenmek gerekir. Herkes, her sahada uzman olamaz. Uzman âlimlerin kendi sahalarında söz sahibi oldukları bilgilerden bize faydalı olanlarını öğrenmek lazımdır.
Bu bilgileri kendimiz, doğrudan doğruya Kur'an-ı kerimden öğrenmemiz mümkün değildir. Mümkün olsa idi, Resulullah efendimizin gönderilmesi lüzumsuz olurdu. Hâşâ Allahü teâlâ lüzumsuz iş yapmaz. Herkes anlayabilseydi, (Resulüm bu Kur’anı ümmetine açıkla) [Nahl 44] buyurmaz, insanlara, (Alın bu Kur’anı okuyun, herkes anladığı gibi amel etsin) derdi. Demek ki yalnız Kur’an diyenlerin art niyetli oldukları buradan da anlaşılmaktadır.
Üstelik Kur’an-ı kerim 23 yılda geldi. Resulullah efendimizin vârisi olan âlimler, Kitap ve sünneti açıklayarak, çeşitli kitaplar hazırlamışlardır. Bu bakımdan dinimizi, ibadetlerimizi muteber ilmihallerden öğrenip ilmimizle amel etmeye çalışmalıyız.
Nefsin ikinci ve önemli bir manası daha var. Şeytandan daha kötü olan içimizdeki bu varlığa da nefs yani nefsi emmare denir. Bütün kötülüklerin kaynağıdır. Nefsi emmare, hiç iyilik yapmak istemez. Hep kötülük yapmak ister.
Kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri sever. Dünya ve ahirette saadete kavuşmak için, nefse uymamak, onu zayıflatıp, zarar yapamayacak hâle getirmek lazımdır.
Nefsi zayıflatacak birinci ilaç, İslamiyet'e uymaktır. Haramların hepsi, dünya malına, mevkisine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdasıdır. Onu besler, kuvvetlendirirler. Nefs kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlakın ve medeniyetin kaynağı olan İslamiyet'e saldırır. Din ile, iman ile, Allahü teâlânın emirleri ile alay eder. Çünkü nefsimiz Allah’ın düşmanıdır.
Allahü teâlâ Hazret-i Davud’a buyurdu ki:
(Nefsine düşmanlık ederek bana dost ol!) [İhya]
NEFSİMİZİ TANIMADAN RABBİMİZİ TANIYAMAYIZ
Nefsini bilen Rabbini bilir Hadisi mucubince ilk önce nefsimizi tanımalıyız. Hep söyleriz Rabbim bizleri göz açıp kapayıncaya kadar Nefsimizle baş başa bırakma diye ama Nefsin ne olduğunu kaç mertebesi olduğunu özelliklerini hallerini bilmeyiz inşallah Birinci mertebe olan NEFSİ EMMARE'den başlayarak bilgi haznemizde yer etmeye vesile olur inşallah
Nefs-i Emmâre
Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir.
Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.
Aslında nefs-i emmâre, sâhibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu husûsu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle îzâh eder:
“… Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devâm eden cinâyet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”
Cenâb-ı Hakk’ın:
إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ
“Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir.
Diğer taraftan insanın mânevî âlemdeki mevkii itibâriyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. Şüphesiz ki böyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir.
«Her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. Bu yılanların şâhı da, nefs-i emmâre oldu.»
Bu yüzden akl-ı selîm sâhibi her mümin, nefs-i emmâre ile dâimî bir cihâd hâlindedir. Bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyân düşünülemez. Zîrâ nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsrân ve bedbahtlığına âmil olmuştur. Ancak Allâh’ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnâdır.
Nitekim Mısır azîzinin hanımı Züleyhâ ile Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- arasında geçen şu hâdise pek ibretlidir:
Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm-, büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ’yı değişik düşüncelere sevk etmişti.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir:
“… Kadın, O’nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «– Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise;
«(Hâşâ), Allâh’a sığınırım! Zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevkî verdi). Gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmaz!» dedi.”
“Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işâret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhânımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 22-24)
Yûsuf -aleyhisselâm-, Allâh Teâlâ’nın lutf u keremiyle mânevî yardımlara nâil olmuş ve böylece nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki Züleyhâ’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz âciz kullar da, Cenâb-ı Hakk’a takvâ ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz.
Yüce Rabbimizin, âkıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyâtına âit safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binâendir. Meselâ, bir erkeğin helâl olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinâya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer bütün mezmûm fiiller için de durum aynıdır.
Hakîkaten bu vak’a, büyük ibretlerle doludur. Zîrâ ebedî kurtuluşa bir bedel hükmündeki dünyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek çok unsur, burada âdetâ üstüste çakışmıştı. Şöyle ki:
Yûsuf -aleyhisselâm-, güzelliği dillere destân olacak kadar alâka çekici, melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şâyet Yusuf -aleyhisselâm-, çirkin ve şehevî duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hâdise bu kadar irşâd edici olabilirdi.
Buna mukâbil Züleyhâ da, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şâhikasında bulunuyordu. Şâyet Züleyhâ da yaşlı veya çirkin bir kadın olsaydı, yine Hazret-i Yûsuf’un imtihânı bu derece zor olmaz ve bu hâdise, bu kadar müessir bir misâl teşkil etmezdi. Hâlbuki o da gençti, cemâl sâhibiydi ve pek çok kimseyi kendisine râm edebilecek bir câzibeler meşheri hâlindeydi. Üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhâlığın, günâhları daha da kamçılayan hengâmında, Hazret-i Yûsuf’a şiddetli bir arzuyla:
“– Heyte lek! yâni «– Gelsene bana!»” diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. Mukâvemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını Yüce Rabbimiz:
“Şâyet bürhânımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyânıyla ifâde buyurmaktadır.
İşte Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen bunca dehşetli câzibelerin aldatmalarına kanmamak için “maâzallâh” diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takvâ ile “Allâh’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvânın bir zarûret olduğunu göstermektedir. Yâni, nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takvâ duygularının kuvvetlenmesi sâyesinde mümkün olabilmektedir.
Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü câzibe unsuruna sâhip bir kadından, üstelik tenhâlıkta gelen dâvet ve iltifâta “hayır” diyebilmektir.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o çetin gününde, Allâh Teâlâ’nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:
“Güzel ve mevkî sâhibi bir kadının berâber olma isteğini, «– Ben Allâh’tan korkarım.» diyerek reddeden genç…” (Buhârî, Ezân, 36) olduğunu ifâde buyurmuşlardır.
Zîrâ insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhâfaza etme gücünü kaybetmesidir. Lâkin Hazret-i Yusuf’ta bu olmadı. Zîrâ, takvâsı ve terbiye edilmiş nefsinin kâmile makâmında olması sebebiyle, ilâhî sıyânet onu korudu. Nefs-i emmârenin desîseleri karşısında onu güçlü kıldı.
İbrete şâyân diğer bir husus da şudur:
Züleyha, arzûsuna tâbî olmadığı takdirde Hazret-i Yusuf’u zindan ile tehdîd etmişti. Hâlbuki Yûsuf -aleyhisselâm-’ın arınmış nefsi ona takvâyı ilhâm etmekte olduğu için o:
“Ey Rabbim! Zindan, onların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti.
Ayrıca O’nun Cenâb-ı Hakk’a ilticâsında:
“Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden câhillerden olurum.” diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek çâresi olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takvâ nişânesiydi.
Bu da gösteriyor ki, insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevî câzibelerin “heyte lek” (gelsene bana) dâvetlerine mukâvemet edebilecek yegâne güç, o anda kalbin “maâzallâh” diyerek sonsuz kudret sâhibi olan “Allâh’a sığınabilmesi”dir.
Kur’ân-ı Kerîm’de nefs-i emmârenin âfetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takvâ olduğu bildirilmektedir. Yine yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin hakîkatini gösteren bir vâkıa da şöyledir:
Mûsâ -aleyhisselâm-’a Tûr-i Sînâ’da peygamberliği tebliğ edildi ve müteâkıben:
“«– Asânı at!..» (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nidâ olundu.” (el-Kasas, 31)
Azîz ve Celîl olan Allâh, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, kudretini o asâda göstermişti. Mûsâ -aleyhisselâm- da, asâ vâsıtasıyla Allâh’ın kudreti ile ünsiyet etti. Allâh, O’nu peygamber olarak tâyîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mükellefiyetler verince, O’na hitâben şöyle buyurdu:
“– Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” (Tâhâ, 17)
Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“– O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.” (Tâhâ, 18) şeklinde cevap verdi.
Bunun üzerine Allâh -celle celâlühû-:
“– Yere at onu, ey Mûsâ!” (Tâhâ, 19) buyurdu.
Hazret-i Mûsâ, derhal emri yerine getirdi:
“Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Tâhâ, 20)
Bunu gören Mûsâ -aleyhisselâm- kaçmağa başladı. Ancak:
“Allâh buyurdu: «– Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»” (Tâhâ, 21)
Bazı müfessirler, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsını yere atması ile ilgili âyetin işârî açıklamasında, bunun Hazret-i Mûsâ’nın iç dünyâsına âit bir irşâd sadedinde olduğunu beyân etmişlerdir.
Mûsâ -aleyhisselâm-, izâfetleri, yâni fânî alâka, dayanak ve barınakları zikredince, Allâh -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti.
Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. Mûsâ -aleyhisselâm-’a nefsin hakîkati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. O’na işârî olarak âdetâ şöyle denilmiş oluyordu:
“– Ey Mûsâ, işte bu yılan, Allâh’tan başka şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sâhibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.”
“Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!”
Buyurulur ki:
“Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allâh’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allâh’ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desîselerinden sıyrılır.”
Şu fânî rüyâ âleminin beş dakîkalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saâdeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşüren de, yine nefs-i emmâredir.
Nefs-i emmâreyle mâlul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler önünde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrâfındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mâlâyâni ile meşgûliyetten âdetâ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. Böyleleri, kısacık dünyâ hayâtının fânî ve nefsânî lezzetleri uğruna cennet ve Cemâlullâh’ı, ebedî saâdet ve selâmeti terk edecek kadar akıl, idrâk ve iz’ânı dumûra uğramış, kalb gözleri perdeli, câhil ve gâfil insanlardır.
Nefs-i emmârede rûh-i sultanî, tamâmen rûh-i hayvânînin esîri hâline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hâkim olmuştur.
Bu gibi kimseler hakkında âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gâfiller onlardır.” (el-A‘râf, 179)
Böyleleri, dehşetli gaflet tuğyânı içinde hâlâ Allâh’ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devâm ederler. Cenâb-ı Hakk’ın azâbından emîn olmuş gibi:
“– Canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! Nasıl olsa birgün tevbe ederim!” düşüncesi içinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.
Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın îkâzı ne büyüktür:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman, 33)
İşte bu ve benzeri düşünceler, aslında, günahların kolaylıkla irtikâb edilmesini sağlamak ve bunu normal göstermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.
Diğer taraftan, nefs-i emmâre gafletine dalmış kimseler, âhiretlerini kurtaracak hayır ve hasenât işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinâb etme husûsunda ise kayıtsızdırlar. Şâyet hasbe’l-kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp dâimâ bununla övünürler. Kendilerinden zuhûr eden kötülüklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedâmet, onların hâl ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrûmdur.
Bu mertebedeki bir mümin, tedâvîye muhtaç bir hasta gibidir. Onun nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i levvâmeye geçebilmesi için, mânevî tedâvîde tâkib etmesi gereken en mühim usûl ise, kendini ciddî bir sûrette hesâba çekmektir. Kul, azamet ve celâl sâhibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suâlleri, mahşerdeki hesâbı, Cehennem’deki şiddetli azâbı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnâsında kul, Cenâb-ı Hakk’a münâcâtını, sâdece sözle değil kalben de pişman olup büyük bir samîmiyetle îfâ etmelidir. Dil tevbe ederken, fırsat düştüğünde yine o günahı işleme arzusu kalbde hâkimse, bu tevbe makbûl olmaz. Bilakis bu, münâfık tevbesidir ve hattâ tevbeye muhtaç bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da günahlara devâm etmek, tevbe ile ilticâ edilen makâmı hafîfe almak ve onunla istihzâ etmektir. Tevbe, gerçekten pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dilemektir.
Diğer taraftan kul, nefs-i emmâreden kurtulmak için en azından zarûrî olan şer’î ahkâma riâyet ederek kelime-i tevhîdin rûh ve hakîkatinde derinleşmeye çalışmalıdır. Kalbde âdetâ bir put hâline gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesler, daha “Lâ ilâhe” derken nefyedilip, Allâh’tan gayrı bütün maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde “İllallâh” hakîkatini sâbitleyip, gönlün yalnızca Allâh’a mahsûs kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hiçliğini idrâk ederek îmânında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye çalışmalıdır. Îmânın kalbde gerçek mânâda mekân bulup kuvvet kazanması ise, kulu sâlih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.
sini bilen Rabbini bilir[
[/b