Nefsinn terbiye Edilme Zorunluluğu
Nefis hayrı istemez
Bir zamanlar bir dostuma tasavvuf yoluna girmesini tavsiye etmiştim. Demişti ki, “Böyle şeylerin insanın içinden gelmesi lazım. Benim içimden gelmiyor.” Ona şöyle söylemiştim, “İçimizden böyle ulvî duyguların ve isteklerin gelmesi için önce içimizi düzeltmemiz, temizlememiz lazım. Yoksa o halihazırda zaten pek hayırlı şeyleri istemez.”
Nefis kelimesi, Arapçada; kendi, birbiri, can, iç dünya gibi çeşitli manalara gelir. Türkçede de buna benzer kullanımlarımız vardır. Mesela, “Canım istedi”, “Canım çekmedi”, “Canım sıkıldı” derken daha çok nefsanî duygularımızı kast ederiz. Nefis bir bakıma iç dünyamızda başkalarından gizlediğimiz duygu ve dürtülerdir de.
Ekseriyetle hayırlı şeyler istemez nefis. Belki bizler içki içmiyoruz, uyuşturucu kullanmıyoruz, kumar ve fuhşiyattan uzak duruyoruz. Ama nefsin en masum isteği olan leziz yemeklerden fazlaca yemenin bile bizim için maddi, manevi zararlı olduğunu, neticelerini yaşayarak görüyoruz. Nefsin bilhassa manevi yönden terakki etmeye vesile olan çalışmalara nasıl da ayak dirediğini, kolay kolay yola gelmediğini biliyoruz. Kendimizi bir müddet seccadenin üzerinde hapsedelim, diye gayret ettiğimiz zaman nasıl da dikkatimizi malayani şeylerle dağıttığını, gönlümüzü bulandırdığını yaşayarak biliyoruz.
Evet, nefis hiçbir zaman hayırlı şeyleri istemez. Hatta öylesine zalimdir ki, kendisini hayra çağıranlardan, ikaz edenlerden de hoşlanmaz; Allah’ın Peygamberlerine, âlimlere, mürşid-i kamillere kafa tutmak ister. Rabbimiz nefsin ne kadar kötü olduğunu geçmiş kavimler üzerinden misal vererek bize şöyle hatırlatır: “Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu’l-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?” (el-Bakara; 87)
Demek ki nefiste böylesine büyük bir kötülük potansiyeli gizli… Eğer onu terbiye etmezsek gitgide kontrolü ele alır ve önüne geçmek isteyen herkese düşman kesilir. Bize hatalarımızı gösterenlere karşı hınçlanır. Çünkü o başıboş olmak ister, kendi kendine ve hatta gücü yeterse başkalarına emretmek ister.
Terbiye olmamış nefislerin ortak özellikleri
Gurur, hased, kibir, saldırganlık, hoyratlık, düşmanlık, kin, öfke, azgınlık, aşırılık ve taşkınlık gibi olumsuz bütün kötü davranış biçimlerinin kaynağıdır. Dünyaya taparcasına bir düşkünlüğü olduğu için dünyaperesttir. İki dakikalık zevki uğruna dünyayı yangın yerine çevirmekten geri durmayacak mahiyette zalimdir. Her türlü günahı işleyebilecek bir potansiyele sahiptir. Kuralsızca, zevkine göre yaşamak için bütün gücüyle gayret eder. Günah işleme arzusunun ne sınır ne de seviyesi vardır.
İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruhu Hazretleri, “İnsanların nefs-i emmâresi; mevki sâhibi olmak, başa geçmek sevdasındadır. Onun bütün arzusu şef olmak, herkesin kendisine boyun bükmesidir. Nefsin bu arzuları ilâh olmak, mâbud olmak, herkesin kendisine tapınmasını isteme(sinin yansımalarıdır)” diyerek, nefsin gayesini beyan eder.
Nefs o kadar kötüdür ki, Allah’ı inkardan tutun da firavun misali ilahlık iddia etmeye kadar her türlü zulme meyli vardır. Ona uyan perişan olur. Helak olur, biter!
Firavunlar, Nemrutlar ellerine fırsat geçtiği için nefsin bu ilahlık taslama arzusuna uymuş, ebedi helak olmuş kişiler… Onların hali aslında ham haldeki bütün nefislerin ortak özelliğidir…
İçimizdeki bu korkunç düşman, kendi zavallılığından, acizliğinden habersiz eline geçen fani kudretle şımarmış bir halde kendisini ebedi bir felakete sürüklemeye çalışır. Aslında kul olduğunu kabul edip emir ve hükümlere itaat etse, bizzat kendi isteklerinin onu sürükleyeceği felaketten kurtulacak ve arzu ettiği her şeye ve hem de ebedi olan nimetlere erişecek. Ama nefis bu, hayırlı neticeye götürecek amelleri sevmez; geçici peşin zevkler ona daha cazip gelir. Zira insanın en büyük düşmanıdır.
Nefsin bu problemli yapısı, bugün batının psikoloji- psikiyatri ilimlerini de meşgul ediyor. İnsan bilinçaltının esrarengiz yapısını çözmek için psikanaliz yöntemleri geliştirmeye çalışıyorlar. Ancak onlar bu sahada nefsi yaratan ve onun terbiyesini en iyi bilen Rablerinin rehberliğine sırt çevirdikleri için hep aynı labirentin içinde dolaşıp duruyorlar.
Bugün kâinatı keşfe çıkan, dış dünyayı kontrolü altına almak için bütün imkânları seferber eden batı, kendi nefsine hâkim olamamasının neticesini çok acı bir şekilde yaşıyor. Her gün envai çeşid binlerce suç işleniyor; cinayetler, ortada kalan bebekler, her 3-5 dakikada bir gerçekleşen hırsızlık haberleriyle nasıl baş edeceklerini bilmiyorlar. Her geçen gün toplumlarının huzursuzluğu artıyor ama çare bulamıyorlar. Zira insanları kontrol edemiyorlar. İnsanlara kendilerini yani nefs kontrolünü öğretemiyorlar. Zira bu İslam’ın konusu; özelde ise İslam’ın kurumu olan tasavvufun…
Bizim ise durumumuz çok daha farklı. Kaynakları Kur’an ve sünnet olan tasavvuf büyükleri bize nefsi tezkiye ve terbiye etme hususunda çok kıymetli bir birikim bırakmışlar.
Nefsin tezkiyesinin önemi
İslam medeniyetinin en büyük hazinesi, nefsi tanımaya ve terbiye etmeye dair bilgi ve tecrübe birikimidir. İlk döneminden itibaren tasavvuf yolunda en mühim esas nefsi tanımak, onu tezkiye ve terbiye edip hilelerinden kurtulmak olmuştur. Mesela; İmam Gazali’nin eserlerine ilham veren, Bağdat sufilerinin birçoğunun yetişmesine öncülük eden Haris el Muhasibi rahmetullahi aleyhin eserlerinden birinin adı, “Adab’un Nefs” tir. Lakabını dahi nefsini çok hesaba çekmesinden alan bu muttaki âlim, eserinde nefsi tezkiye etmeyi “bâtınî farz” olarak isimlendirir ve şöyle der: “Batınî farz kalplerin ıslahı, iradenin sağlamlaştırılması, niyetin doğruluğu ve himmetin denetlenmesi, Allah’ın hoşuna gitmeyen bütün şeylerden arındırılması ve daha önce kalp ve organlarla işlenmiş her günahtan pişmanlık duyulmasıdır.”
Muhasibi nefsi tezkiye etmenin aslında ona hakiki manada şefkat ve iyilik olduğuna şöyle dikkat çeker: “Ey kardeşim! Nefsini bil, durumunu gözden geçir. Onunla ilgilenerek ona şefkat göstererek helak olmasından korkarak nefsinin gizli alakalarını araştır. Senin başka bir nefsin yok, o da helak olursa, işte o büyük yıkım, büyük felakettir.”
Tasavvuf ehlinden Ebu Bekir Tamsitani Hazretleri ise nefsin terbiye ve tezkiye edilmesinin önemini şu sözlerle ortaya koyarak; “Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahu Teâlâ ile kul arasında en büyük perdedir” der…
Nefsin temizlemenin en büyük kurtuluş olduğunu Rabbimiz Surei Şems’te, yemin ederek şöyle beyan buyuruyor: “Güneşe ve aydınlığına, onu izlediği zaman aya, güneşi ortaya çıkaran gündüze, onu örten geceye, göğe ve onu bina edene, yere ve onu yayana, nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona fücur ve takvaya (dair ilim ve hisleri) ilham edene yemin olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsinin (kabahatlerini) örtüp, (alçaltan) ise hüsrandadır” (eş-Şems; 1-10).
Evet, hepimiz nefsin tezkiye ve terbiye edilmesi gerektiğini kabul ediyoruz. Peki, bunun çaresi nedir?
Bu hususta Rabbimiz, en mühim esası şöyle bildiriyor: “Kim Rabbinin makamından korkup da, kendini kötülüklerden alıkoymuşsa, varıp yerleşeceği yer şüphesiz cennettir.” (en-Naziat; 40-41)
Elbette nefsin bu başıboşluk hissinden, isteklerinin peşine düşmüş ve hayatın sonundaki hesaptan gafil halde sürüklenip gider halden kurtarmanın yegâne çaresi Allah korkusudur. Hakiki manada Allah korkusunu ve muhabbetini elde etmek ise ancak kamil bir mürşidin terbiyesine girerek, gösterdiği yolda ilerlemekle mümkündür.
Ne yazık ki çoğumuz Allah korkusu hususunda gafiliz. Sanki nasıl olsa müminiz, büyük günah da işlemiyoruz diye rehavet içindeyiz.
Neye güveniyoruz da Rabbimizden korkmuyoruz? Rabbimiz bizi bir imtihana çekse ve kaybetsek yahut küçük görüp terk etmediğimiz hatalar sebebiyle gazaplanıp kalbimizi mühürlese, iman nurumuz büsbütün sönüverse ve artık imansızlığın acısını bile hissedemez hale geliversek, halimiz ne olur? Bizi bu büyük felaketten kim kurtarır?
Selim bir kalple tefekkür edecek olursak, Rabbimizden çok korkmamız gerektiğini anlayabiliriz. Gerçekten de son nefesimizi iman üzere verinceye kadar güvende değiliz. Rabbimizin bize ihtiyacı yok. Rabbimize muhtaç olan biziz. Öyleyse nefsimizin bu, sanki Rabbine karşı ihtiyaçsızmış gibi gafil ve kendinden memnun halini kırmak zorundayız. Nefsimize hatalarını itiraf ettirip, haddini bilmesini sağlamak zorundayız. Ancak böylece nefs-i levvame (kendini kınayan nefs) sıfatını kazanabiliriz. Kıyamet gününde amel defterleri dağıtılınca, cehennemden boyunlar uzatılıp fasıkları bir bir yakalamaya başlayınca zaten kendimizi kınayacağız. Ama o zaman bir faydası olmayacak. Ancak dünyadayken nefsine karşı sürekli şüpheci ve uyanık olanlar onu ıslah edip şerrinden korunabilecekler. Bunun için de nefse karşı sürekli teyakkuz halinde olmamız gerekiyor.