Önce Kendine Bakmak Erdemi
“Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza bakın. Doğru yolda olduğunuz takdirde sapkın kimseler size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır.
O zaman Allah size yaptıklarınızı haber verecektir.”
(Maide, 5/105.)
Bir şeyin varlığını sağlıklı ve beklenen düzen içinde sürdürebilmesi için gerekli şartları taşıması hâlini Kur’an “salah” kavramı ile ifade eder. Salah kısaca doğruluk, kusur ve ayıplardan uzak olmak anlamını da ifade ediyor. Kur’an’da aynı kökten gelen sulh (barış), ıslah (düzeltmek), salih (uygun, iyi) salihin (iyi kimseler) salihat (iyi ve yararlı işler), muslih (ıslah edici) gibi kelimelerin sayısız denebilecek sıklıkta (180 kere) kullanılmış olması Kur’an’ın muhatapları açısından muhkem ve müstakim bir bünyenin ne derece önem taşıdığına işaret etmektedir. Hayatın istikrar içinde sürmesi için bireyi/toplumu oluşturan maddi manevi tüm unsurların bu temel niteliğe sahip olması ve bünyeyi ayakta tutan değerlerde aşınma ve yıpranmalara meydan verilmemesi gerekiyor. İşte Kur’an-ı Kerim, anlamını verdiğimiz yukarıdaki ayette salah ilkesini, çok daha köklü ve kapsamlı bir konu üzerinden, iman ve tebliğ yani dini yaşayarak ve anlatarak başkalarına ulaştırma görevi üzerinden özel bir vurgu ile gündeme taşımaktadır.
Vahiy sürecinde müminler, İslam’a davet karşısında sapkın, inatçı ve saldırgan bir tutum içinde olan müşriklerin bu durumuna çok üzülüyor, onların da iman etmelerini çok arzu ediyorlardı. İşte ayet onlara, “Siz kendinize bakın, sağlam durun, kendinizi düzeltme ve doğru yol üzere olma görevinize bakın. Böyle yaparsanız sapkınlığı tercih edenlerin bu tutumu size zarar vermez.” uyarısında bulunmuştu. Ayetin mesajı, “siz bunu yaparken başkaları ile ilgilenmeyin” gibi tebliğ ve iyiliği tavsiye, kötülüklerden alıkoyma görevini iptal eden bir anlam taşımıyor. Bu görevi yerine getirmenize rağmen yine de direnç söz konusu olursa, sizi aşan bir durumla karşı karşıyasınız demektir. Artık sizin yapacağınız şey ortam iyileşinceye kadar, bireysel ve toplumsal sorumluluklarınızı yerine getirmede daha ileri noktalara ulaşma gayretine ağırlık vermenizdir denilmiş oluyor. Ayette temel mesaj olarak da öldükten sonra dirilme ve dünyada yapıp edilenlerin hesabının Allah katında verileceği hükmü öne çıkıyor.
İniş sebebi olarak zikredilen rivayetler (Ebu Davud, Melahim, 17; İbn Mace, Fiten, 21.) dikkate alındığında ayetin tebliğ görevini yerine getiren Müslümanların önünde kalan sorumluluk alanının tespiti öne çıkmaktadır. Ancak, iniş sebebi ile ilişkilendirilmeden ayet lafzi yönü ile değerlendirildiğinde -asıl anlam saklı kalmak şartıyla- daha farklı ve özellikle günümüz olgusuna paralel bir anlam kendini gösteriyor.
Toplumsal bir varlık oluşu yönü ile temelde bir düzen ve nizam duygusuna sahip olan insan, zaafları sebebi ile çok kere bu düzeni sağlayacak çaba ve fedakârlıkları başkalarından bekleme eğilimi içine girebiliyor. Kendi içimize dönüp yapacağımız küçük bir değerlendirme bu durumu bizim de fiilen yaşadığımızı ortaya koyacaktır. Trafiğin düzensizliğinden şikâyetçi olmayanımız yoktur. Ama yine de olumlu bireysel davranışlar yoluyla düzelebilecek sayısız şikâyet konusu da varlığını sürdürmeye devam eder. Sokakların temiz olmayışı herkesi rahatsız eder. Fakat açılan araba camından bir kâğıt mendilin, bir içecek kutusunun, bir plastik şişenin dışarıya atıldığına sıklıkla şahit oluruz. Bu tutumun dile getirilmeyen anlamı şu oluyor: Trafik düzenli olsun, ama gene de ben sorumsuzca davranabileyim. Şehir temiz olsun, ama ben en basit insani bir davranışı sergileme zahmetine katlanmayayım. Kısacası, ödev mi? Evet, ama ben değil, başkaları yapsın diyoruz; bencilce duygularımızın esaretinde kalıyoruz. Daha da garip olanı bu tür davranışlarımızı makulleştirecek pek çok gerekçemizin hazır oluşudur. Evini kaçak elektrikle ısıtan ve bundan en küçük bir rahatsızlık duymayan anlayış aynı zamanda toplumdaki yanlış ve haksızlıklardan alabildiğine şikâyetçidir.
“Evine çatı yapmayan, pencere boşluklarına çerçeve koymak yerine fırtınada dışarı çıkıp rüzgâra, yağmura ve bulutlara bağırıp çağıran bir insana deli deriz. Ancak içimizdeki kötülükle mücadele etmek yerine başkalarının kötülüklerine söverek ve onları suçlayarak benzer şeyi hepimiz yapıyoruz.” (Thomas Carlyle) Kendimize eleştirel gözle bakmadan, nefis muhasebesi dediğimiz içsel etkinliği sergilemeden başkalarının bize yapıcı gözle bakmasını sağlamamız zordur. Burada yapılması gereken ruhumuzu, kendi hâlimizi ıslah etmektir. Gerçekte “bize dünyadaki en önemli işler göze görünür işlermiş gibi gelir…
Görülmeyen iş yani ruhumuzun yaptıkları ise sanki önemsizdir. Oysa ruhumuzu ıslah etmek için yaptığımız göze görünmez iş dünyadaki en önemli iştir ve diğer tüm görünür türden işler ancak bu önemli işi yapıyorsak yarar sağlar.” (Tolstoy, Bilgelik Takvimi, Kaknüs, 2. Baskı, İstanbul 2003, s. 29.)
Hep başkalarını eleştirmek, işleri onlardan beklemek yerine aynayı kendine döndürerek, ben önce kendime bakmalı, üzerime düşeni yapmalıyım anlayışını hâkim kılmak, ruhi ve toplumsal hayatımızın düzeni için kaçınılmazdır. Her birey kendini ıslah etse, toplumla uyum içinde yaşaması daha kolay olur. Bu noktaya geldiğimiz zaman başkalarına iyiyi, doğruyu ve güzeli söyleme, hatırlatma hakkımız doğar, sözümüz etkili olur. Bu noktayı dikkate almadan hep başkalarından iyi işler, iyi davranışlar beklemek “emr bilmaruf” görevinin bir tür kötüye kullanılmasıdır.
Dünyayı düzeltmek isteyen kimse işe önce kendi dünyasını düzeltmekle başlamalıdır. Bu erdemi yaşamak kişiye bambaşka dünyaların kapısını açacaktır. “Her fert, hak yolunu tutup kendini bizzat düzeltince, başkasına örnek olması, kurtuluş ve hidayetinin diğerlerine ulaşması nispeten kolay olur. Ferdî nefis böyle olduğu gibi, sosyal nefis de böyledir. Kendi işleri hasta, kurtuluş ve hidayete muhtaç olan bir toplum da diğer bir toplumu düzeltemez, başkalarını ıslah etmek veya onların zararlarından kendilerini korumak isteyen bir millet ilk önce kendi iç işlerini düzeltmeli ve nizama sokmalı, kendi yolunu doğrultmalıdır.” (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I-IX, Eser Kitabevi, İstanbul Tarihsiz, III, 1826-7.)
Olayın başka bir yüzü de şu: Hayatı kendi imkânları ile çekip çevirme gücüne sahip olmayan, bu yüzden de mahrum ve muhtaç durumda bulunan toplumlarda savunmacı, yansıtmacı ve sığınmacı bir psikoloji hâkim oluyor. Ekonominiz iyi durumda değilse küresel sermaye, millî ve yerli unsurlarınız zayıfsa, kökü dışarda zihniyetler, kültürel hayatınız çözülme içinde ise ve hayata bakışınız artık kendine ait renkleri taşımıyorsa bunun suçlusu uluslararası siyasal ekonomik ve kültürel oyunlar ve gizli projeleridir. Oysa bu gibi durumlarda suçlu aranmaz, problemi ortadan kaldırmanın yolları aranır. Suç dediğimiz olgu, belli bir sistem içinde kurala bağlanmış işleyişin dışına çıkmakla gerçekleşir. Sizin idari ve siyasi etki alanınız dışında olan organizasyonların size karşı insaflı olmalarını bekleyemezsiniz. “Fizik dünyada boşluk yoktur” ilkesi gerçekte sosyo-psikolojik ve ekonomik dünya için de geçerlidir.
Bu alanlarda gücü az olanlar çok olanların etki, baskı ve nihayet hâkimiyetine maruz kalır. Bugün İslam dünyası olarak karşı karşıya bulunduğumuz durum tam da budur. Beşerî planda adalet ilkesine sığınarak “ama bu zulüm!”
diyebileceğimiz sayısız uygulama pratik hayatın işleyişi içinde “haklı”dır. Haklı olmayanlar ise “Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız yoldan sapkın kimseler size zarar veremez” ilkesine kulak asmayanlardır. Unutmamalı ki, “güçlü isen haklısın” söylemi ahlaken yanlış olsa da fiilen yaşanan bir olgudur ve “zor oyunu bozar.”
Kendimizi haklı olduğumuza değil de, ödevimizi yapmadığımız için “haksız” ve konumumuza müstahak olduğumuza inandırabilirsek iyi bir adım atmışız oluruz; bireysel planda da ümmet planında da.