Şiddet ve Merhametsizliğin Kökenleri
Çoğumuz televizyondan izler veya gazetelerden okuruz; bir adam eşine yıllardır şiddet uygulamaktadır; ya da bir kadın çocuğuna hastanelik oluncaya kadar acı çektirmiş, yüzünü morluklar içinde bırakmıştır. Bir başkası komşusunu katledebilir; belki kolayca değil, ancak yine de yapabilir. Bu insanların bir kısmı ise şiddetin meftunu olmuştur artık; şiddet uygulamadan yaşayamaz, rahatlayamaz ve hatta mutlu olamazlar.
“Peki, ama neden?” diye sorar insan kendisine. “Neden ve nasıl bir insan bu kadar kopabilir insanlığından?”
İnsan, özünde sevmeye, bağlanmaya, şefkat duymaya, “öteki”nin acısını anlamaya ve hatta ona yardımcı olmaya yatkınken, nasıl olur da bir caniye dönüşebilir? Merhamet hissi, hangi gücün etkisiyle kopabilir bir insanın yüreğinden ve o yürek nasıl bir başkasının acısına üzülmeden durabilir?
Şiddetin normal sayıldığı, kabul gördüğü her ortamda merhametsizliğin ve vahşetin yetişmesi elbette ki tabiidir. Aile içi şiddete şahit olan ve hatta bizzat şiddete uğrayan çocuklar, bu durum sineye çekildikçe kendilerine yeni ve ne yazık ki çarpık bir dünya algısı oluşturmaktadırlar. İnsan, bir başkasına sadece şiddet uygulayarak yaklaşabilir ve kişinin acı çekmesi önemli değildir. Çocuk, bu sebepten dolayı muhtemelen günü geldiğinde ve bir yetişkin olduğunda, bir başkasına rahatça şiddet uygulayabilir. Ötekine acı çektirmek, varoluşun tek yolu olarak görülebilir. Yaşamak, belki de bu kişi için her zaman içinde bulunduğu tek ortamda, “şiddet dolu ilişkilerde” mümkündür.
Bununla birlikte şiddete uğramak, her boyutuyla, kişinin kendisini daha değersiz hissetmesine sebep olacaktır. Kişi kendisini sevilmeye layık görmez ve hatta çoğu zaman kendi varlığını “şiddetin sebebi” olarak kabul edebilir. Kendi benlik algısı kişinin çirkin, sevilmeye layık olmayan, beceriksiz ve değersiz olduğu yönünde gelişir. Bu düşünce, ileride kişinin “öteki”yle olan ilişkisinde de varoluşsal bir şiddet davranışında bulunmasına sebep olacaktır. Şiddet uygulamak için bir insanın varlığı dahi yeterli bir sebeptir. Var olmak, orda olmak, şiddet objesi olmak için yeterlidir. Zaten neticede “öteki” de bu haliyle kişinin kendisine benzemektedir; o da sevilmeye layık değildir, çirkindir ve hatta şiddeti “hak etmektedir.”
Şiddet, aslında kişinin içinde ne denli büyük fırtınalar koparmakta; inandığı değerleri ve kabullenmeleri nasıl da vahşi bir tabiata sokmaktadır. Yine de şiddetin ve merhametsizliğin tek nedeni, şiddete uğramak ya da şiddete şahit olmak değildir. Birçok insan, hayatlarında alenen şiddete uğramasalar dahi şiddet eğiliminde olabilir. Empati kurmak, merhamet etmek bu insanlar için nadiren, ya da hiç yaşanmamış bir deneyim olabilir.
Korku ve çaresizlik hissi, bu durumda kişinin şiddete başvurmasında etkin rol oynayan ögelerdir. Korku, kişi tarafından hiçbir şekilde çözümlenemeyecek bir olayın sonucu olarak görüldüğünde şiddet, kişinin tek kurtuluş yolu olarak algılanabilir. Kişinin böyle durumlarda hem kendisine, hem de etrafına şiddet uygulaması, irrasyonel bir çözüm arayışının yansıması olur. Sürekli korkutulmuş, bastırılmış, tehdit edilmiş insanlarda bu sebeple aniden büyük bir öfkenin patlak vermesi şaşırılacak bir durum değildir. Öyleyse şiddet sadece yaşayarak ya da gözlenerek öğrenilen bir davranış değildir. Şiddet aynı zamanda kişinin kendisine ve etrafına biçtiği duygusal bir değerin de karşılığıdır ve hatta yeri geldiğinde hatalı bir savunma mekanizmasıdır.
Bireyin içine gömülü olduğu en küçük sosyal yapı olan aileye, büyük görevler düşmektedir. Kişinin öfke duygusuyla dolmaması ve yaşamının komutasını nefret duygusuna bırakmaması için, aileler çocuklara öfkenin dahi yaşanılabileceği sınırları olduğunu göstermelidirler. Kızmak normal olabilir, ancak kızgınlığı şiddete ve merhametsizliğe dönüştürmek kabul edilemez. Bu sebeple şiddeti onaylayabilecek en ufak tepkilerin dahi verilmemesi gerekmektedir. Kızgınlık, öteki ile konuşuldukça azalması amaçlanan bir duygu olmalıdır ve merhamet, kızgınlık her ne boyutta hissedilirse hissedilsin, varlığını insanın kalbinden hiç esirgememelidir.
Eski insanlar çocuklarına henüz çok küçük yaşlarda merhametin ne olduğunu gösterirlerdi: Kuru bir ekmek parçasını bir karınca yuvasına ufalayarak büyüyen çocuk, aç bir kedi yahut köpek görse eve koşarak gelir ve annesinden o hayvancıklara yedirebileceği bir şeyler isterdi. İnsanlar yardımlaşarak büyür ve yaşardı o günlerde; bir fincan kahvenin hatırının sayıldığı o zamanlarda. Kabahatler ve kusurlar düzeltilsin diye gösterilirdi ve iyi niyetin, sevginin, hoşgörünün temsilcisi olarak dostlara selamlar gönderilirdi. Merhamet, vurdulu kırdılı filmlerden ve bilgisayar oyunlarından mahrum kalmış çocukların dünyasında “kazanılması elzem” bir duyguydu; şimdi ise neredeyse bir “nişane” haline geldi.
Merhameti öğretmek ve öfkeyi şiddete dönüşmeden durdurmak, aslında çok kolay. İnsan, “öteki”ni anlamak, onun acısını duymak, ona yardım etmek ihtiyaçlarıyla doğuyor zaten. Beynimiz, kimyamız, hücrelerimiz bu “merhamet” hissine odaklanmış olarak çalışıyor. Onun güzel gelişimini engellememek için, çocuğumuza, eşimize, dostumuza ve hatta hasmımıza göstermemiz gereken tek şey yine sevgi ve merhamet. Ne de olsa kişi, bir yerden sonra artık “gördüğü” oluyor.