Akıl’lar ve İslam Aklı
İslam’ın modern bir tarzda yeniden inşası, onu kendi metinlerinden değil modern akim zaviyesinden yapılmaktaydı. Bu anlayışa göre İslam, bir indirgemeye tabi tutularak vicdan sınırları içerisinde yeniden tanımlanmakta ve bireyselleştirilmekteydi. Burada bireyin, aydınlanma aklının çerçevesinde dini yeniden algılamasının yolu açılmakta ve bir meşruiyet düzlemi oluşturulmaktaydı.
İslam dünyasının son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunların temelinde, kendi aklını kaybetmesi olduğunu belirtmeliyiz. Bunun sonucu; kendi referans çerçevesi ve kendi aklı ile dünya, insan ve evrene bir bakış geliştirememesi ve üretim yapamamasıdır.
Geldiğimiz noktada, farkındalığı yükseltmek, “İslam aklı”nın temel referans noktalarını önce bir usul olarak tekrar üretmek ve yeniden tarih sahnesine bir özne olarak girmek önümüzde görev olarak durmaktadır. Çünkü başkasının aklıyla menzile varılmaz.
Akıl, postmodern zamanların din- le bağlantılı olarak tartışmaların odağında yer aldığı bir kavramdır. Batı modernitesine giden süreçte doruk noktasını oluşturan aydınlanmanın akla olan vurgusu, temelde soyut bir aklı öne çıkarmaktan ziyade, Tanrı-insan ilişkisinin yeni bir boyut kazanması, hakikatin kaynağının ‘insan’a doğru kayması ve bir otorite değişimine işaret etmekteydi. Bu bağlamda aydınlanma akıl vurgusu ile daha önceki dönemin “saçma olduğu için inanıyorum” türünden iman olgusuna göndermelerde bulunurken, geçmiş döneme yaptığı eleştiriler üzerinde insan aklını yüceltmekteydi.
Batı’nın kendi tarihsel süreci içerisinde sosyal, siyasal ve kültürel karşılıkları bulunan bu tartışmalar, Batı dışı dünyada söz gelimi; İslam dünyasında soyut bir akıl üzerinden konuşuldu; daha da önemlisi Batı düşüncesinin din ve irrasyonalite arasında kurduğu ilişki, bağlamından koparılarak ve bir veri kabul edilerek Müslüman dünyada tartışmalara dâhil edildi. Tam da bu sebeple, Osmanlının son döneminden itibaren özellikle “İslam” içerikli konuşma ve metinlere dâhil edilen “akıl” vurgularının, bildiğimiz “akıl” kelimesine ilave bir anlamı ve içerimi bulunmaktadır.
Birincisi; din ve rasyonalite arasında kurulan antagonizmik ilişki, İslam’ın akla olan mesafesini ima etmekteydi. Bu açıdan İslam üzerine ilave bir “akıl” vurgusu yapmak zorunlu olarak görülmüştür. Diğer yandan İslam’ın modern bir tarzda yeniden inşası, onu kendi metinlerinden değil modern akim zaviyesinden yapılmaktaydı. Bu anlayışa göre İslam, bir indirgemeye tabi tutularak vicdan sınırları içerisinde yeniden tanımlanmakta ve bireyselleştirilmekteydi. Burada bireyin, aydınlanma aklının çerçevesinde dini yeniden algılamasının yolu açılmakta ve bir meşruiyet düzlemi oluşturulmaktaydı. Bu bağlamda İslam’ın akıl dini olduğundan aydın bir din adamı yetiştirme projesine kadar Müslüman dünyanın yeni bir “akıl”la donatılmak istendiğinde kuşku yoktur.
İkincisi, bu durum ileri düzeyde gerek İslam’ın temel metinlerinin gerekse İslam üzerine üretilen tarihî ve aktüel tüm müktesebatın yeniden “modern akıl” ile gözden geçirilmesini (okunmasını) beraberinde getirmiştir. Bunun en bariz örneği hadis tartışmalarında izlenebilir. Tarihsel süreç içerisinde hadislerin gerek toplanması gerekse kitaplara kaydı sırasında hadis tenkitleri yapılmıştır. Bu tenkit noktalarının birisi de, akla ve tarihî gerçeklere aykırılıktır. Hâl böyleyken hadislerin günümüz dünyasında yeniden gözden geçirilmesi talebinde ortaya çıkan “akıl” vurgusu, modern akla bir göndermedir. Nihayetinde bu okumanın çok geniş bir düzlemde hadisleri reddetme ya da hadislerde seçmecilik eğilimlerini ortaya çıkardığını görmekteyiz. Bu bağlamda, postmodern zamanlarda öne çıkan “akıl” tartışmaları üzerine önemli bir soru sormak lazımdır; hangi akıl?
Bu soru her paradigma/medeniyet dairesi ve belki kültürün farklı aklı olduğunu imlemektedir. Cabiri’nin İslam ve etnik bakışın (Arap aklı) birbiri içerisine tedahül ettiği akla bakışı, son kertede İslam’ın farklı bir aklı olduğunu vurgulamaktadır. Cabiri’ye göre, “belli bir kültür vasıtasıyla düşünmek, belli bir referans sistemi aracılığıyla düşünmek demektir. Bu çerçevenin temel gelişmeleri, söz konusu kültürün dinamik ve belirleyicilerinden doğar ki, bunların başında kültürel miras, sosyal çevre ve geleceğe, dünyaya, kâinata ve insana bakış gelir.” (M. Âbid El-Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, Çev. İbrahim Akbaba, 2. Baskı, İst., Kitabevi Yay., 2000, s. 13.) Bu bağlamda akıl, bir paradigmanın insan, evren ve Tanrı’ya bakışı çerçevesinde şekillenen sosyal, kültürel, siyasal bütün inşa ediş biçimlerini içerir. Dolayısıyla bir toplumun sosyal, siyasal, kültürel vb. ürünleri, bir akim (bakış açısının) sonucudurlar. İslam, ilahî metin üzerinden ümmetin belli bir akıl zaviyesinden dünyayı kurmasını beklemektedir.
‘Akim’in soyut tanımı ve nihayetinde hakikatin yegâne kaynağı olarak konumlandırılması, modern zamanların bir kurgusudur. Bu bağlamda akıl, nötr, tarafsız, kültür ve tarih üstü bir algılayışın konusu olmaktadır. Bu durum aslında, Batı aklının kendisini örtük bir biçimde evrenselleştirme temayülünden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla nötr ve tarih-üstü akıl sunumunun gerçekte kolonileştirme anlayışının parçası hâline geldiğini görmek lazımdır. Bunu özellikle aydınlanmaya yapılan postmodern karakterli itirazlardan izlemek önümüze oldukça somut doneler getirecektir.
Meselenin hakikatle bağlantısını daha kristalize bir anlatımla sunmak için, Batı tarihine kabaca bir göz atmakta fayda vardır. Bu bağlamda Batı tarihini üç döneme ayırabiliriz. Birincisi, Orta Çağ’daki teokratik hâkimiyet düzeni. Bu dönemde hakikatin kaynağı vahiy; dolayısıyla Tanrı’dır. Bu düzen muharref İncil’de var olan Tanrısal akimin bir tezahürüdür. Tevhidin bozulması sonucu bir yandan Tanrı’nın insansılaştırılması (Baba Allah), diğer yandan insanın tanrılaştırılması (Oğul İsa) söz konusu ise de, son kertede Tanrı hakikate kaynaklık etmektedir. İkincisi; reform ve aydınlanma süreçleri ile beslenen modern dönem. Bu dönemin konumuz açısından en bariz karakteristiği, hakikatin kaynağının Tanrı’dan insana doğru değişmesidir.
Bu dönüşüm akla olan vurguları da artırmıştır. Çünkü Kant’ın aydınlanma tanımında insanı ergin olmayış hâlinden kurtaracak imkânın akıl olarak öne çıkması (Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Çev. Nejat Bozkurt, İst., Remzi Kitabevi, 1984, s. 213.) bu vurguları zorlamaktadır. Burada açık ve örtük biçimde akıl ile vahiy arasında antagonizmik bir ilişki kurulur. Bu bağlamda rasyonalizm “hayatta yol gösterici bir prensip olarak dine değil, daha ziyade akla olan inancı” (Ed. Julia Swannell, The Oxford Modern English Dictionary, Oxford, Clarendon Press, 1992, s. 893.) ifade etmektedir. Bu soyut insan aklına işaret ediyormuş gibi görünüyorsa da, yeni bir insan, evren, Tanrı tasarımı olan ve belli bir kültür tarafından çerçevelenmiş modern akla göndermede bulunmaktadır.
Teokratik ve modern dönemin ortak niteliği, her ikisinin de tek hakikat ve tek akla dayanmasıdır. Farkı ise hakikatin akim kaynaklarının farklı olmasıdır. Üçüncüsü olan postmodern dönem ise, hakikatin kaynağını yine insan olarak görmekle birlikte hakikati ve aklı parçalayarak tek olmaktan çıkarır. Bunun pratikteki sonucu ise, hakikatin parçalanarak evrenselliğini yitirmesi, herkesin kendi sınırları içerisinde doğru olan “akıllar”a doğru evrimidir. Parçalanmayı, kaosu öne çıkaran bu yaklaşım, yine Batı dünyasında bir akla tekabül eder. Fakat esas itibarıyla Tanrı ile ilişkilerin mahiyetinde bir değişme ve yenilik yoktur. Bu anlamda modernlik, batılı insanın aklını tek hakikat olarak mutlaklaştırırken, postmodernlik her bir insanı kendi sınırları içinde tanrılaştırarak hakikati parçalar.
Tam da bu noktada İslam dünyasının son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunların temelinde, kendi aklını kaybetmesi olduğunu belirtmeliyiz. Bunun sonucu; kendi referans çerçevesi ve kendi aklı ile dünya, insan ve evrene bir bakış geliştirememesi ve üretim yapamamasıdır. Dolayısıyla fıkıh, hadis, tefsir ve genel anlamda bilgi ile gündelik sosyal pratikler başka bir akim çerçevesinden üretilerek Müslüman bedende somutlaşıp meşrulaşmaktadır. Onun meşrulaşmasını sağlayan şey ise, gerçekte İslam aklı ile üretilen bilgi olmayıp bedenin Müslüman etiketli garantisidir.
Tüm bunları aslında içinde bulunduğumuz zamanda bir farkındalık oluşturma ve Müslümanın içinde yaşadığı zamana şahitliği bağlamında söylemekteyiz. Farkındalık, nasıl bir nitelikle, nerede ve hangi yolda olduğumuza dair bir tartışmayı başlatmakla anlamlı hâle gelecektir. Bu açıdan üretimlerimizin “İslam aklı” ile sağlamasını yapmak, en azından varmamız gereken yere mesafeyi ele vermesi bakımından önemli olacaktır.
Modern zamanlara gelindiğinde, Müslüman dünya yenildiğinin farkına varmıştır. Bu yenilgiyi kimileri reddetti, kimileri de geçmişi kutsallaştırarak cevap verdi. Geçmişe kaçış ya da onu kutsallaştırma bugünkü sorunlarla baş edemeyişin bir yolu olarak göründü ve diğer hiçbir sorunu da halletmedi. Bir bakıma meydan okuma olan bu yenilgiye kimileri duygusal cevaplar ürettiler, kimileri de sistematik olmayan ancak çabalar içeren cevap ve dirençlerle ortaya çıktılar. Fakat o günden bu yana çok yol alındı. Belki geçen zamanlarda Müslüman dünyanın reaksiyoner tavırlarını ve kendisini diğer kültür içinden meşrulaştırma çabalarını, bu yenilgiyi aşmanın erken sosyolojik doğası kabul etmek mümkündür. Fakat geldiğimiz noktada, farkındalığı yükseltmek, “İslam aklı”nın temel referans noktalarını önce bir usul olarak tekrar üretmek ve yeniden tarih sahnesine bir özne olarak girmek önümüzde görev olarak durmaktadır. Çünkü başkasının aklıyla menzile varılmaz.