Din Hayâtımızın Tamâmını Kuşatır
“Din”, insanın duygu ve düşüncesinde, davranışlarında onu çepeçevre kuşatan evrensel bir olgudur. İnsanla berâber var olan bu olgu, zaman zaman birtakım sapmalar olsa da her zaman kutsiyetini korumuş ve korumaya da devâm edecektir.
İnsanlık târihinde görkemli sarayları, yüksek kuleleri olmayan pek çok yerleşim merkezleri görebilirsiniz ama hak veya bâtıl mâbedi olmayan hiçbir yer göremezsiniz. Öyleyse, bu kadar aktüel olan ve bu kadar insanı kuşatan “din” in mâhiyeti nedir, din deyince ne anlaşılmalıdır? Dinler târihi araştırıcılarının çalışmalarına bakıldığı zaman, “din” olgusunun mâhiyeti üzerinde çok çeşitli târifler yapıldığı görülmektedir. Bu çeşitlilik, târifi yapanların kendi bakış açıları istikâmetinde şekillenmiş yorumlar olmasından kaynaklanmaktadır.
Bunu içindir ki hemen her bilim dalı, her disiplin "din" kelimesine kendi bakış açısını yansıtacak şekilde târifler yapmış, onu anlamaya çalışmıştır. Fakat şurası bir gerçektir ki, ister “din” kelimesinin etimolojik yapısından hareketle, isterse bilimlerin kendi bakış açılarını içerecek şekilde olsun, yapılan her bir tarif gerçeklik ve doğruluk payı içermekle birlikte eksiktir. Konuya belli bir bakış açısından bakmaktan ziyâde daha geniş bir açıdan yaklaşarak bir tanım getirmek uygun olacaktır. O da, dînin sâhibi Yüce Allâh'ın (cc) Kur'ân'da kullarına sunduğu ve o çerçevede yaşamalarını istediği bir ‘hayâtı kuşatan inanç ve ameller bütünü’ olduğunu anlatan târiftir. Kur’ân-ı Kerîm’de “din” kelimesinin geçtiği âyetlerde (92 yerde geçmektedir); îmân, amel ve ihlas/takvâ çerçevesi içinde yaşanması gereken bir yoldan, gidişattan, kısaca bir hayattan bahsedilmekte ve buna da “din” denilmektedir.
Çerçevesi çizilen bu hayat, dağların, taşların kabullenemediği, ancak ve sâdece insanın kabullendiği bir ilâhî emânettir. (Ahzab,72). Bu ağır emânetin sorumluluğu da varlık âleminin en şereflisi olan insandadır. Elest bezminde bu emâneti hakkıyla koruyacağına söz vermiş (Araf,172), kendisini verdiği bu söze karşı rehin bırakmıştır. (Müddessir,38). İşte bütün bu hakîkatleri gözönüne alan İslâm bilginleri “din” kelimesinin ifâde ettiği mânâ için şöyle bir târif geliştirmişlerdir: Seyyid Serif el-Cürcânî'nin târifi şöyledir: "Din, akıl sâhiplerini peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilâhî bir kanundur" (et-Tarîfât, "dîn" md.). Tehânevî ise şöyle târif eder: "Din, akıl sâhiplerini kendi irâdeleriyle dünyâda salâha, âhirette felâha sevkeden, Allah tarafından konulmuş bir kanundur".
(Keşşafu Istılâhatı’l-Fünûn, "dîn" md) Bir başka târif ise şöyledir: "Din, akıl sahibi insanları kendi hür irâdelerini kullanarak doğrudan hayra ulaştırmak üzere Allah tarafından belirlenen ilâhî değerler manzûmesidir. (Abdülaziz el-Buhâri, Keşfü'l-Esrar,I,13) Evet din, akıl sâhibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı şeylere ulaştıran İlâhî bir kanundur. Kur’ân-ı Kerîm bu kanuna yer yer ‘dînü’l-kayyim -dosdoğru din-’ (9/Tevbe, 36), ‘dînü’l-hâlis -katıksız- Allâh’a has din’ (39/Zümer, 3), ‘dînü’l-hakk’ -dosdoğru- gerçek din’ (9/Tevbe, 29), ‘dînullâh -Allâh’ın dîni-’ (3/Âl-i İmrân, 83) gibi isimler vermektedir. Bu dînin adı İslâm’dır. “Allah katında da gerçek din İslâm’dır.” (Âl-i İmran,19); “Kim İslâm’dan başka din ararsa o, ondan kabûl edilmeyecektir”. (Âl-i İmran,85) Bu isimlendirmelerde ortak nokta dînin ilâhî oluşu yâni Allah tarafından vaz' edilmiş olması, düşünce ve eylem olarak insan hayâtının tümünü kapsayan kâide ve kuralları içermiş olmasıdır. “Dîn”in nihâî hedefi ise, hem dünyada hem de âhirette insanın saâdetini temin etmektir. Bundan çıkan mânâ şudur:
“Din” Allâh’ın koyduğu, insanın iki cihanda saâdetini temin edecek bir yaşam biçimidir. Bu yaşama biçiminin niteliğini Allah belirlemiştir. İnsan kendi özgür irâdesini Allâh'ın belirlediği yaşama biçimini/dîni tercih etme yönünde kullanarak yaşarsa, nihâî hedef olan iki cihanda da saâdete erme gerçekleşir. Burada şu husûsa dikkat çekmek istiyorum:
Din; seküler düşüncenin dayattığı gibi insanı, hayatı parçalayarak algılayan ve dîni tamâmen âhirete yönelik ahlâkî değerler kabul eden bir anlayış değildir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi, insanı hem maddî özellikleriyle hem de moral-mânevî özellikleriyle kuşatan, onun düşünce ve davranışlarında kendini gösteren bir disiplindir. Bu “din” anlayışında îmân vardır, amel vardır ve ihlas/takvâ vardır. Bu, Cibril hadîsinde geçen ve Efendimiz'in (sav) “Bu gelen Cibril’dir, size dininizi öğretmek için gelmiştir” dediği “Cibril’in öğrettiği din” dir. Bu din anlayışında en ince ayrıntılarına varıncaya kadar hayâtın tamâmı dînin kapsamı içindedir.
İnsan akıl ve irâdesini, en hayırlı şeylere ulaşma konusunda kullanarak hayâtını/dînini yaşarsa Yüce Rabbimizin vaad ettiği saadete erecektir. Kur’ân-ı Kerîm’de A’raf sûresi 29. âyette zikredilen "Muhlisîne lehü'd-dîn" =dîni yalnız Allâh'a has kılarak O'na yalvarın ifâdesiyle, müminin bütün hayâtını yüce Allâh'ın emirlerini eksiksiz yerine getirmeye vakfetmesi, bütün samimiyetiyle O'na bağlanıp teslim olması, her zaman O'nu hatırlamak ve koyduğu ilkelerden ayrılmaması anlatılmaktadır. “İyi bilin ki, hâlis (gerçek) din Allâh’ındır.” (Zümer, 3) “Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itâat ve kulluk da) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı ittikâ ediyorsunuz (korkup çekiniyorsunuz)?”(Nahl, 52) “De ki:
‘İçinizdekini gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerdeki her şeyi, yerdeki her şeyi de bilir. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.”(Âl-i İmran, 29) Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadislerinde dîni, “Din, samîmiyettir. (Müslüm, Îmân 95) şeklinde tanımlamışlardır. Yani “din” , Allâh’ın (cc) emirlerine, Hz. Peygamber’in (sav) sünnet-i seniyyesine gönülden bağlanmak demektir.
Bu da bize, Allah katındaki değerlendirilmeye esas olan ölçünün ihlâs/samîmiyet olduğunu anlatmaktadır. Bir hadîs-i kudsîde Efendimiz (sav) Yüce Rabbimizin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: ‘Kulumun en çok sevdiğim ibâdeti, bana karşı ihlaslı/samîmi olmasıdır.”
(Ahmed b. Hanbel, V/254) Ebû Hüreyre, Abdurrahman İbni Sahr’den Peygamberimiz’in (sav)şöyle buyurduğunu nakleder: “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar.” (Müslim, Birr 33.) Din yolumuzu, gidişâtımızı kısaca hayâtımızı Yüce Rabbimizin emirleri ve Peygamber Efendimizin Sünnet-i seniyyeleri istikâmetinde yaşamanın adı ise, “dîn”in en önemli vasfı da “samimiyet/ihlas/takva)” ise, bu “samîmiyet” de Allah katında “dîn” in yegâne ölçüsü ise, biz müslümanlara düşen en temel görev bütün hâl ve hareketlerimizde, tutum ve davranışlarımızda, düşünce ve inançlarımızda “samîmi olmak”tır. Kendi gönül dünyâmızda huzurlu olmak için “samîmiyet” şarttır.
Toplumsal huzurumuz için de her türlü ilişkilerimizde “samîmi olmamız” gerekir.
Konuya bütünlük getirmesi açısından Peygamber Efendimizin şu hadisleri de son derece anlamlıdır; şöyle buyuruyor:
“…Yeryüzü benim için mescid kılındı.”
(Dârekutnî,I,175,ha.1) Bu ifâdede “necis yerler hâriç her tarafta namaz kılabileceğimiz” anlatılırken, aynı zamanda “yeryüzüne, tabiat varlıklarına, tüm çevreye mescid hassâsiyeti içinde davranmamız” tavsiye edilmektedir. Çünkü Allâh’ın emâneti olan her şeye karşı karşılıksız samimiyet içinde olmak gerekmektedir. Ne müthiş bir anlam derinliği!..
Ne büyük bir zihin duruluğu!.. Mümine bastığı yere, baktığı şeye, dokunduğu ve ilgilendiği her şeye karşı, mescide karşı gösterdiği hassâsiyeti gösterme şuurunu telkin eden bir anlayış. İşte Kur’ân-ı Kerîm’in telkin ettiği, Peygamber Efendimiz’in (sav) tebliğ ettiği Yüce Dînimiz, Dîn-i Mübîn-i İslâm. Efendimiz (sav) Muaz bin Cebel’i (ra) Yemen’e gönderirken, Muaz şöyle demişti: -Yâ Rasûlallâh bana ne tavsiye edersiniz? Peygamberimiz (sav) buyurdular:
“İhlaslı/Samîmi ol, az amel sana yeter.” (Hâkim, Müstedrek) “Dinin samîmiyet olduğu” bilincine ulaşmak dileğiyle…