Hoşgörüden Adalete
Kelimenin dış görünüşü ‘hoş’ olduğu için eleştiri yapılamayan, olumsuz anlamlar atfedilemeyen, herkes tarafından gülücüklerle karşılanan bir kavram olarak karşımızda duruyor.
Hoşgörü platformlarının düzenlendiği, siyasî, sosyal, ekonomik, dinî ve kültürel alanlarda hoşgörü nutuklarının atıldığı bir ortamda, kelimenin hoş görünmesinden dolayı hoş görelim deyip meseleyi basite indirgemek basitliğin diğer adı olur.
Hele siyasî alandan dinî alana kadar, bütün beklentilerini ve planlarını bu kavram üzerine kuran, hoşgörü havarilerinin eleştirilere karşı tahammülsüzlüğü daha manidardır. Birilerinden payeli fikir fukaraları, ısmarlama yazıların arkasına sığınarak tarihsel derinliklerinden çıkardıkları temelsiz ve felsefesiz uyduruk bilgilerinin kapsayıcılığına güvenerek, bir anda kendilerini platformlara atıyorlar. Karşısındakileri şiddet yanlısı, yaşamın merkezinden uzak, tahammülsüzler olarak suçlayıp, suçladıkça da birilerinden bir şeyler araklamanın hazzıyla mutlu, mutlu oldukça da huzurlu bir şekilde konuşmalarına devam ediyorlar. Yeter ki parselledikleri alandan bir şeyler kaybolmasın. Bu hengâmede, “hoşgörü anlayışını” seküler kültürdeki anlam kaymasından kendi sorumluluğumuza, oradan da siyasî alandaki tanımına kadar çerçeveli bir yelpazede incelemeye çalışacağız.
Rönesans, hümanizm, aydınlanma felsefesi nasıl Yunan felsefesini ve putperest Roma’yı güncellemiş; bugünkü seküler, materyalist, sömürgeci batının oluşumunda iyi niyetli kavramlar olarak ortaya çıkmışsa; küreselleşme, globalleşme, projelendirme siyasetlerinin insanlığa kabul ettirilmeye çalışıldığı, işgal şeklinin kılıf değiştirerek uygulandığı bu günlerde hoşgörü kavramına da ayrı bir anlam yüklenmiştir. Onun için kavrama yüklenen anlamları çok iyi tahlil etmeliyiz ki bilinçsiz - bilgisizce birilerinin hoşgörülü (!) hizmetkârı olmayalım.
Hoşgörü mü? Yoksa Hak ve Adalet mi?
Hoşgörü tartışmalarının yaşandığı alan, kavramın daha çok siyasî ve dinî kabul çerçevesinde ele alındığı ortamlarda yaşanmaktadır. “Bizim gibi düşünmeyen - inanmayan, hayatı bizim gibi algılamayan ahlak ve değer yargıları bizim gibi olmayanlarla ilişkilerimiz nasıl olacak? Onların değerlerini anlamlandırmamız ve kabulümüz hangi kaynaktan beslenip, pratik alana nasıl yansıyacak ve hayatı nasıl paylaşacağız?” gibi sorularla fikirsel alanda tıkanıklık yaşanmakta, sinsi emeller zihinlerde bulanıklık oluşturmaktadır.
Ehl-i kitabın ve diğerlerinin inancını, yaşamını, ahlakını hoşgörü anlayışı içinde mi değerlendiririz? yoksa İslam'ın evrensel mesajı içinde madde, mana ve insana biçtiği konum itibariyle mi değerlendiririz? Yani benim gibi inanmayıp benim gibi yaşamayanları hoş görme hakkım mı var yoksa onun iradesine saygı duyma zorunluluğum mu var? Tercihler hoş karşılanmayabilir fakat iradeler, yaradılış ve imtihanın sonucu olarak saygı duyulup varlık içerisinde kendine biçilen rolün bir gereği olarak kabul edilir. Tercihler hak ve hakikatten beslenmeyebilir. Hayatı, sömürü çarkının dişlerinde öğütüp, meydanı kan gölüne bulayan insanlık havarilerinin arzu ve istekleri de olabilir. Bu durumu kabullenmek ya da özümsemek yerine adaletin tesisi ve özgürlüğün inşası için çalışılması gerekir. Yani zulmün devamını -ki İslam’ın dışındaki her bir anlayış, yaklaşım ve onların semeresi zulümdür- anlayışlı olmak ya da hoş görmek adına onaylayıp onun savunucusu olmak inanç dünyasında anlam ve amaç kaymasına yol açar. Aynı zamanda fikir işgalinin kavramsal alandaki anlam değişikliğini fark edememeyi ve bunun ürünü olarak da bilgisiz ve bilinçsiz bir şekilde hayatı bütün yanlışlarıyla kabullenmeyi beraberinde getirecektir.
Bir arada yaşamanın gereği olarak ehl-i kitap ve diğer inanç sahipleri ile siyasî, ticarî, iktisadî, kültürel, vb. ilişkileri sürdürme, onların doğrularını kendileri için değer kabul edip kendi değerlerini yaşayabilecekleri zeminler oluşturma, varlıklarının devamını İslam’ın adalet anlayışına ve insana yüklemiş olduğu misyona bağlama, bizlerin en temel özelliklerindendir. Yoksa onların inanç ve eylemlerini hoşgörü anlayışı içerisinde değerlendirirsek; hakikatin sorgulanmasını, batılın değer kabul edilip tercih alanına çekilmesini sağlamış oluruz ki, bu da, hakkın doğasındaki hakikatin zulme uğraması olur. Değer biçme, onay verme hakkı, insanın inisiyatifinde değil onun sorumluluğundadır. Sorumluluk alanı ve içeriği Allah (cc) tarafından belirlenmiştir. “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır...” (1) hakikati insanın inanç özgürlüğüne, iradenin tercih hakkına ve akl-i selimin hak ve batılı kavrayabilecek güç ve durumda olduğuna bir atıftır. İlahi mesaj muhatabının iradesini ve tercihini yok saymadan hak ve batılı bir tercih alanı olarak sunup tercihin sonuçlarını da seçimden önce açıklamaktadır. Hak ve hakikati tercih edenlerin üzerine yüklenen sorumluluklardan biri de batılı tercih edenlerin yanlış seçimleriyle mücadele etme ve hakkı batılın üzerine çıkarma, batılı yok etme emridir. Yoksa özgür iradesiyle batılı-küfrü seçenlerin tercihlerini hoş görüp onları o durumlarıyla kabul etme hatasına düşmüş oluruz.
Kendi Aramızda Hoşgörü
Aynı değerlere inanıp iman bağıyla bir birimize bağlandığımız, Kur’ an ahlakından beslenip sırat-ı müstakim üzere kenetlendiğimiz kardeşlerimizin tezatlığını, aymazlığını ya da nefsine yenik düşüp şeytanın ağına yakalanan gaflet halindekilerimizin günahlara dalmalarını nasıl hoş görebiliriz? Sonu hüsranla biten bir yolcunun yolunu ona nasıl açabiliriz. Onu ıslah adına çözümler mi ararız yoksa onu da o haliyle idare mi ederiz (hoş görürüz)? Herkes kendinden sorumlu, her koyun kendi bacağından asılır, deyip bananeci mantıkla kardeşlerimiz için bacaklarından asılacak meydanlar seçip, günahlara boyanmış gün ve gecelerin yalnızlığında duruluğumuzun tefekkürüne mi dalacağız?!
Bizi kardeş kılan Allaha yemin olsun ki, her Müslüman diğer Müslüman kardeşinden sorumludur. İyiliklerle donanmış olanından kötülüklere bulaşmış olanına; kadınından erkeğine, çocuğundan yaşlısına ya da fakirinden zenginine… İçki müptelasından kurtulamayan bir sahabeye ceza verilir. Ceza anına şahid olan Müslüman kardeşleri onu kötü sözlerle kınarlar. Ümmetine en şefkatli olan Rasulüllah (s.a.v.) araya girer. “Kardeşiniz karşısında şeytana yardımcı olmayın” der. Evet, hiç olmazsa ona duanızla yardımcı olun bedduanızla yıkmayın. "O da böyle ne yapalım, zaman içinde değişir" deyip zaman testeresinin dişleriyle onu parçalamayın.
Metot adına, yöntem ve tarzımız diye haramın, nifakın açıkça işlendiği bir ortamda, zaman içinde kazanma adına kaybetmeye ramak kalmış Müslüman kardeşlerimizi nereye kadar sahipsiz bırakacağız? Sorumsuzluğumuz ne zamana kadar sürecek? Sorumsuzluğumuzun sorgusu olmayacak mı ?
Neden Taif halkının namaz pazarlığını Allahın Rasulü (s.a.v.) onları kazanma adına ele alıp da değerlendirmemişti? Onlara mühlet verseydi de namaz onların kalbine yerleşip de öyle kılsalardı ya. Cuma namazlarıyla yetinen kardeşlerimizi; teravihlerle, bayram namazlarıyla seneleri kapatan kardeşlerimizi acaba namazlar konusunda kaç defa uyarabildik ? Acaba onların pazarlık yapacağı ortamları dahi oluşturabildik mi? Namazda pazarlık olmaz, diyeceğimiz nebevî duruşumuzu hiç sergiledik mi? Onları küstürmeme, bizlere destek verme, onlardan nemalanma adına yoksa hoşgörü politikalarımızla onları da mı kapsadık? Zinadan muaf tutulmak isteyenlere, zekât vermek istemeyenlere takınılan tavırları hepimiz biliriz. Hangisinin eline cehennem isteklerinde hoşgörü ateşi verilmiştir? Bunun cevabını bulmak için çok fazla derinlikli araştırma yapmaya gerek yoktur. Davamızın dertlileri olan âlimlerimiz, nasların, hükümlerin, aklın ve kadim geleneğin dışına çıkılamayacağını, bunun hoş karşılanamayacağını, hoşgörünün bunu kapsamadığını anlatacak dinleyenlerimizde onay verecektir ya da vermesi gerekecektir.
Kendi Alanımızda Hoşgörü
Müslümanların hâkimiyetinde yaşayan gayr-i müslimler tarih boyunca İslam'ın hak ve adaletinde mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamışlardır. Döngüsel bir asimilasyona uğramamalarına rağmen İslam'ın hakikatini tanıyabilecekleri, görebilecekleri her türlü alanlarla da içli dışlı hale getirilmişlerdir. Havraların ya da kiliselerin yıkılması yerine yanlarına camiler yapılmış, imarethaneler, ribatlar, hanlar… etkileşim de aracı olmuşturlar. Zor ve baskıyla dönüşüm hedeflenmemiştir. Bunun İslam tarihinde çok fazla örnekleri vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisiyle görüşmeye gelen Hıristiyanların mescitte ibadet etmelerini söylemiş ve bu iş için mescidi onlara terk etmiştir. (2) Şam fethedildiğinde camiye çevrilen bir kilisenin ikiye bölünerek bir yarısında Hıristiyanlar diğer yarısında Müslümanların ibadet ettiğini tarih kitapları kaydetmektedir. (3) Hz. Peygamberin 622 hicretten sonra Medine site devletinde Müslümanları, Yahudileri ve putperestleri “Medine Vesikası” çevresinde yönetmesi örneğinin yanında buna benzer birçok uygulamaları farklı zaman ve mekânlara uzanarak verebiliriz.
Kudüs’ün fethinde Hıristiyan ve Yahudilerin koruma altına alınması, Fatih Sultan Mehmet’in Ortodoksları himaye altın alarak Ermeniler için patriklik kurması, II. Bayezıd’ın İspanyol zulmüne uğrayan -dünün ve bugünün zalimleri- Yahudileri gemilerle taşıyarak Mora ve çevresine yerleştirmesi... hep İslam’ın hak ve adalet anlayışından beslenmektedir. Annelerin özgür olarak doğurduğunu ne köleleştirmeyi ne de bir başkasının kölesi olarak kabullenmeyi ilke olarak benimsemişlerdir.
İslamiyet sosyal hayatın gerçekçi olarak tanzimini öngörür. En temeldeki ilke kişinin kendine bir din bir inanç şekli seçerken hiçbir baskı ile karşılaşmaması ilkesidir. İnsan kendi seçiminin ürünüdür. Doğru ve yanlışı seçmekte özgürdür ve elbette yanlışı seçmesi durumunda ahirette bunun sonuçlarına da katlanır. İslam’ın tanımış olduğu hak birilerinin inisiyatifinde hoşgörü polemiğine dönüştürülemez.
Hoşgörü Arayışımız
Hoşgörünün siyasi alanda ki tezahürü de bir başka tartışmayı doğurmaktadır. Müslümanların bir kısmı siyasal güçlerinin dumura uğramasıyla ortaya çıkan süreçte, varlıklarını güce çevirmek, güçlünün zulmünden uzaklaşıp -az olan- merhametinden pay almak adına diyaloglar kurup, platformlar oluşturup, hoşgörü nutuklarıyla gündem belirlemeye çalışılmaktadırlar.
İyi niyet gösterileriyle bir araya gelinip, insanlığın birliğini bütünlüğünü yücelten, dini ve ilmi argümanlarla nutuklar atılıp, hayır dualarla niyetler, ayinlerle amaçlar kutsanır oldu.
Adaletle haksızlığı eşdeğer haline getirip ondan zulmü yeşertmiş olan ideolojilerin hoşgörü anlayışı ancak kendi fikirdaşları içindir. Kendilerinin dışındakilere ise çıkarları doğrultusunda hoşgörü siyaseti uygularlar. Gücü olan hoş görür. Zayıfın -edilgenin- hoş görme gibi ne bir hakkı vardır ne de haddi vardır. Haklılığını gücünden alan bir anlayışın hoşgörü politikası da bu şekilde olur. Afrika’ya girdiklerinde 1,5 milyon zenciyi yok eden ya da Amerika kıtası keşfedildiğinde 50 milyon insandan -birkaç yıl içinde- 46 milyonunun kimisini öldürerek kimisini de köleleştirerek yok etmesi çağın efendisinin hoşgörü siyasetinden ne anladığını ortaya koymaktadır. Dinler arası diyalog çalışmalarını hoşgörü platformlarına taşıyanlarımız hangi dönemde Müslümanların uğradığı zulmün Hıristiyan ve Musevi dinî otoriteler tarafından kınandığını gördü ya da etkin ve yetkin güçlerin tepkisine şahit oldular. Maalesef bir iki tane cılız ve formalitenin dışından hiçbir tepki görülmemiştir. Ezilen ve horlanan, zulme uğrayan coğrafya İslam coğrafyasıdır. Bu coğrafyayı kana bulayan ellerin yazdığı hoşgörü anlayışı maalesef bizlerin de hem anlayışını hem de uhuvvetini parçalamaktadır.
Bilelim ki siyasi arenada ele alınan “hoşgörü” anlayışı seküler ideolojinin bir ürünü olup, sömürgeleştirilmiş alanlarda güçlünün elinde şekilden şekle giren bukalemun vari bir şeydir.
-------------------------------------------------------------------------------------
1. 1. Bkz. Bakara: 256.
2. 2. İslam Peygamberi, Muhammed HAMİDULLAH.
3. 3. İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, S. ARMAĞAN.