Dünyanın yaşanan üç günü
Üç günlük dünya deriz…
Dün, bugün ve yarından oluşan üç gün…
Yarına girince yarını bugün yapıp, iyisiyle-kötüsüyle bugünü yaşayıp, düne gönderiyoruz.
Kaybettiklerimizle, kazandıklarımızla, payımıza düşenlerle bir günü daha uğurluyoruz.
Ama, eğer daha çok kazanmak istiyorsak, kaybettiklerimizin ardından fazla ah edip, üzülmemeli, yeni kazançlar için harekete geçmeliyiz.
Şöyle bir söz vardır. “Güneşi göremedim diye üzülürsen, yıldızları da göremezsin.”
Geçmişimizde önümüze pekçok fırsatlar çıktı, bir çoğunu değerlendirmesini bilemedik. Başarısız olduğumuz, yokuşlarda kaldığımız, kapıların yüzümüze kapandığı zamanlarımız oldu. Yani, güneşi göremediğimiz zamanlarımız oldu. Ama şu an elimizde, ortamımızda yıldızlarımız var.
Geçmişimizde kaybettiklerimize üzüleceğimiz yerde elimizdekileri, bugünümüzü değerlendirmeliyiz. Aksi takdirde yıldızları da göremeyiz. Dünlerin acılarını hatırlamak ya da gelecek yarınlara ümitsiz ve kuşkulu bakmak yerine, içinde bulunduğumuz bugünü en verimli hale getirip düne göndermeyi başarmalıyız.
Dün geçti, yarın da henüz gelmedi. O halde barizim uzun ömrümüz, içinde bulunduğumuz şu saatlerimizdir. .
Elimizde yalnızca içinde bulunduğumuz şu bir günümüz vardır. Güneşin doğmasıyla başladı. Her doğan yeni günde temiz ve yeni bir sayfa açıldı önümüze. Güzel hasletlerle, hayırlı işlerle yazılmayı bekleyen yeni bir yaprak… Ve gün batımında o yaprak, iyisivle kötüsüyle yazdığımız o yaprak, âhirette bize gösterilmek ve hesaba çekilmek üzere kaldırıldı. Ertesi gün yeni bir sayfa ve yeni işler başlayacaktır. Kimbilir vakitlerimizi nelerle, kimlerle geçirdik şimdiye kadar ve temiz yaprakları kimbilir nelerle doldurduk.
“Geçmişin acıları” dedik. Bizleri en çok üzen, bize en çok acı veren ve bugünümüze yiyip kendimizi yıprattı ğımız olaylar, genelde geçmişte yaptığımız yanlışlar, kırdığımız gönüller ve işlediğimiz günahlar oluyor.
Aklımıza getirip getirip adeta kendimizi yiyoruz. “Geçer sene niçin şu günahı işledim. Geçen gün niçin onun gönlünü kırdım, falana niçin böyle söyledim” diye yakınıyoruz.
Vicdan azaplarımız vurgulamalarımızla kendimizi yıpratıyoruz. İşlediğimiz hatalardan dolayı, ya da bize karşı hatalı davranan dostlarımızın kışlarından, bizi kırmalarından dolayı günümüzü boşa geçiriyoruz. İzzet-i nefsimize indirilen küçük darbeler, saygısızlıklar, şahsiyetimizin incitilmesinden doğan acılar aslında kederlerimizin büyük bir çoğunluğunu teşkil ediyor. Bizler de alıngan insanlar topluluğu olup çıkıyoruz.
Geçmişimiz çok hatalı, günahlarla dolu geçti. .Ama hatalarımızı tevbeyle ter temiz hale getirebiliriz. Tevbe, insan psikolojisini, vicdan azabı çeken insanın manevî halini ne güzel düzeltip, rahatlatıyor. Bizi kıranları, bize karşı hatalı davrananları da affederiz, biraz anlayışlı hoşgörülü, geniş yürelkli şahsiyetler oluruz, olur biter. O halde, nedir geçmişimizden günümüze taşıdığımız acılar, mutsuzluklar?
Geçip giden dünlerdeki kötü olayları habire düşünüp kendimizi üzmeye, günümüzü mahvetmeye ne lüzum var?
Geçen dünleri düşünerek, bugünü kaybetmeye değer mi?
Andre Moris şöyle diyor: “Hayat çok kısa olduğu için değeri büyüktür.
Bu sözlerin birçok acı tecrübelerde bana yardımı olmuştur. Önem vermeyip, unutmamız gereken küçük şeylerin, bizi alt üst etmesine çok kere izin vermekteyiz. İşte bu dünya üzerindeyiz. Birkaç günlük ömrümüz kaldı. Bir daha yerine gelmeyecek birçok saatleri ziyan etmekteyiz. Bir sene sonra bizim ve herkesin unutacağı dertleri düşünüp duruyoruz.
Hayır.
Hayatımızı değerli işlere ve teşebbüslere, büyük fikirlere, hakiki sevgilere adayalım!..
Gerçekten de hayatımız kısa olduğu için değeri büyük. Altmış yaşına kadar sağ kalabilenler varsa onlar bile kısalığından şikâyet ederler. Aslında faydalanmak için uzun bir süredir, ama dünyaya dalanlar için gayet kısadır.
Üstelik bir milyar senelik ömrümüz bile olsa, sonsuzluğun yanında hiçbir sayının kıymeti kalmıyor ve yine de bir milyar sene bile kısa kalıyor bu durumda. Kısa bir ömrün sonsuzluğu kazanmaya vesile olacağını bilen insanlar, hayırların peşinden koşuyorlar.
Özellikle biz inananlar, bu kısacık ömrümüzde yaptıklarımızla sonsuz cenneti satın alma mücadelesi veriyoruz.
Bunu gerçekten istiyorsak yılları değil de, günlerin ve saatlerimizin, hattâ saniyelerimizin hesabını iyi tutmamız gerekiyor. Ömür sermayemizle âhiretlik alış verişler yaptığımıza göre, sonsuz cennete aday olmak anlamında şu an burada yaptıklarımızın neler olduğunu iyi gözden geçirmemiz gerekiyor. Bunun için de geçmişe fazla takılı kalmayıp, yarını da fazla düşünmeyip, bugünü güzel eylemenin yollarını aramalıyız. Unutmayalım ki geçmişimizden faydalanmanın tek yolu, geçmişteki hatalarımızı dürüstçe belirlemek, ibret almak ve unutmaktır.
Dale Carnagie şöyle diyor: “Geçmişi dışarıda bırakın. Aptallara ölüm toprağının yolunu gösteren dünleri dışarıda bırakın. Yarının yükü dünküne ilave edilerek bugüne taşınırsa, en kuvvetli insanlar bile sendeler. Geleceğin, istikbalin kapılarını da sım sıkı kapayarak dışarda bırakın. İstikbâl bugündür. Yarın yoktur. İnsanın kurtuluş günü şimdidir. Kuvvetin israfı, ruhi yeis, asabî üzüntüler, geleceğini merak eden insanların ayaklarına dolaşır.”
Elbetteki yarınlarımız hakkında belli plânlarımız, programlarımız olacaktır. Bir idealimiz, belirlediğimiz bir hedef ve o hedefe ulaşmaya çalışma mücadelemiz olacaktır. Bu anlamda yarını düşüneceğiz. Plân yapacağız, hazırlanacağız, ama merak etmeyeceğiz. Bizlere gerisini merak etme yetkisi verilmiyor. Çünkü, biz elimizden geleni yaptıktan sonra, tüm imkânlarımızı seferber ettikten sonra tevekkül devreye girmeli. Gerisini Allah’a havale edip, yükümüzü sırtımızdan indirmeliyiz.
Kendi acziyetimizle ağır yükleri yüklenmeye tahammül edemeyiz. Bir gemide gittiğinizi düşünün. Sırtınızda da valiziniz, kocaman çantanız var. Gemi de giderken o çantayı sırtımızda taşımak, boşuna yorulmak ne abes ve düşüncesizliktir. Görmüyor musunuz? Bohçacı kadınlar bile gemide, otobüste giderken bohçalarını yere bırakıyorlar. Bu dünya da bir gemiden ya da bir otobüsten farksız değil. Sonsuz kudrete yükümüzü havale edelim, Ona bırakalım. Sonucu da ne olursa olsun gönül rahatlığıyla, “hayırlısı” deyip kabul ederiz. Yani, tevekkülü hiçbir zaman hayatımızın anlarından uzak tutmayalım.
Dale Carnagie’nin bir de şu söylediklerine hak vermemek mümkün değil: “İnsan fıtratı hakkında bildiğim en acıklı şeylerden biri, her birimizin yaşamaktan uzaklaşmaya pek istekli olduğumuzdur. Pencerelerimizin karşısında bugün açan güllerden zevk alacağımız yerde, hepimiz ufkun ötesinde, tılsımlı bir gül bahçesi hayal etmekteyiz. Niçin böyle acınacak kadar şahsiyetsiz oluyoruz?”
Aslında bu yazar, aza kanaat etmekten bahsediyor bilmeden. Elimizdekilerin kıymetini bilip şükretmek yerine, olmayanları düşünüp üzülmeyi tercih ediyoruz. O halde tevekkülle birlikte kanaat etmek, elimizdekilerle yetinmek de bizler için çok önemlidir. Olmayanları düşünmek, elimizdekileri azımsamaya, küçük görmeye ve elimizde olmayanlara Özlem duyup günümüzü mahvetmeye yol açıyor. Ayrıca, kavuştuğumuz en küçük bir nimete bile şükretmekten uzak olmamalıyız.
Çünkü o kavuştuğumuz şeyler bize göre küçük olabilir, aslında büyük olan nimet olmasaydı daha kötü olacaktı.
Bir nefes almak bizce çok basit ve gayet sıradan bir hal almışken, onun olmayışını düşünürsek bunu daha iyi anlarız. Sevinecek çok şeyimiz var, ama farkında olmadığımız için üzülüyor, hep kaybettiğimizi, hiçbir şeyimizin olmadığını düşünüyoruz. Bugün, yalnızca bugün bize verilen nimetleri düşünürsek mutlu olmamak mümkün değil. Üstelik bugünün de verilmiş olması, hâlâ yaşıyor olmamız ve önümüzde hâla bir fırsatın olması ne büyük bir nimet. O halde bugünü de kaçırmadan yakalamalı ve değerlendirmenin çaresine bakmalıyız.
Bir de niçin fırsatları habire kaçırdığımızı düşünelim?
Başta, verilen bugünün farkında olmuyoruz. Sıradan, herhangi bir gün olarak düşünüp, yaşıyoruz. Ama vakti yakalayamayışımızın bir nedeni de ertelemelerimizdir. Şimdi yapmak yerine, sonraya gönderiyoruz. Biraz sonra, en iyisi yarın, yok en iyisi önümüzdeki günlerde deyiveriyoruz. Kısacası sonraki günlerin gelip geçişini oturup seyretmenin yolarını arıyor ve pekçok bahaneler ve kandırmacalar ileri sürerek yapacağımız güzel bir şeyi yapmıyoruz. Tembellik de böylece özel hobimiz ve başlıca görevimiz halini alıyor.
Stepnen Likok der ki: “Bizim hayat düzenimiz ne gariptir.” Küçük çocuk, “büyük çocuk olduğum zaman”der. Büyük çocuk, “büyüdüğüm zaman” der. Büyüyünce “evlendiğim zaman” der. Evlenince ne olacak? Şu yolda düşünecek, “işten çekildiğim zaman, emekli olduğum zaman“işten çekildiği emekli olduğu zaman gelince döner, geçtiği yola bakar, güya o yolun üzerinde soğuk bir rüzgâr esiyor gibidir. Hiçbir şeyden istifade edememiş, hepsi geçmiştir.
Hayat yaşadığımız andadır. Her günün, bünyesindedir. Fakat bunu çok geç öğreniyoruz.
Yazıda geçen ertelemeler, hep bir ilerisine işi havale etmeler, bize Peygamberimizin (a.s.m.) bir hadisini hatırlatıyor: “Yarın yaparım, yarın yaparım diyen, helak oldu.”
O halde helak olmamak için, “bugün yaparım, şimdi yapıyorum” deyip, yapmamız gerekiyor. Madem ki geçen günü durduramıyoruz, bari geçip giderken bizden çok şeyler alıp gitmesine izin vermeyelim. Asıl biz ondan alabileceğimiz kadarını alalım da zarardan kurtulalım. Yarın için hazırlanmanın en iyi yolu bütün şevkimizi, verimimizi bugünün işini en güzel şekilde yapmak için kullanmak gerekiyor. Gelecek için başka türlü hazırlanma yolumuz yoktur. Yarın yaparım, dedikçe, bitmeyen yarınlarda buluyoruz kendimizi ve hiç sonu gelmeyen yarınları yaşarken de, hiçbir şey yapamadığımızı ve gerçekleştiremediğimizi görüyoruz. Bir de bakıyoruz yarınlar bitivermiş, son nefesimizi dünyaya gönderip, âhiret yoluna revân olmuşuz.
Her yarını bugün yapıyor, düne atıyoruz. Bunun için bugünümüze verilen yarınları en verimli halde yaşayıp, düne verimli yaşanmış yarınlar göndermek zorundayız. Üstelik düne gönderdiklerimize göre değer kazanacağız.
“Ancak o insan mesuttur ki, bugüne sahip olur. içi rahat olarak diyebilir ki: Yarın ne olursa olsun, bugünü yaşadım.”
Verimli bir hayat elde etmek, bugünü verimli bir şekilde yaşamaktan geçiyor. Bizim görevimiz, yapmamız gereken en doğru davranışımız, yarınların tasalarını düşünmek değil, uzaktaki belirsiz şeyleri görmek değil, elimizdeki belli olanı yapmaktır. Yani, dikeni battığı yerden çıkarmalı, düştüğümüz yerden kalkmalı ve zarardan dönüp kârlara koşmalıyız. Çünkü, biz koşmasak bile, zaman bizi de sürükleyip, koşup gidiyor. Her günü, her ânı verimli hale getirebilsek, ve o anları yakalayabilsek bir sorunumuz kalmazdı. Her anda herşey değiştiğine göre, her bir sanivede, yaşlılığa ve ölüme bir adım daha yaklaştığımıza göre, gelen günü yakalamaya mecburuz.
Heraclitus talebelerine şöyle dermiş: “Herşey değişir, yalnız, değişme kanunu değişmez. Ve, aynı nehre iki defa giremezsiniz.”
Her an vücudumuzda milyonlarca hücre ölüp, yerine yenileri yaratılıyor. Her an bedenen bir değişim yaşadığımız gibi, ruh halimizde de her an değişim yaşıyoruz. Sevinç, öfke, üzüntü, merhamet gibi nefsî ya da ruhî hallere giriyoruz. Heraclitus’un sözünden sonra şöyle bir açıklaması var: “Aynı nehre iki defa giremezsiniz. Nehir her an değişir, içine giren adam da öyle. Hayat sonsuz bir değişmedir. Muhakkak olan ancak bugündür. Sonsuz değişiklik ve kararsızlık içinde perdelenmiş bir istikbâlin meselelerini halletmeye uğraşmakla, bugünü yaşamanın güzelliğini niçin bozmalı?”
Zaten sorun da bugünün güzelliğini elimizden geldiğince bozmamızdan kaynaklanıyor. Günü en güzel bir şekilde yaşamayı bilmiyoruz, ama karamsarlıklarımızla yaşamadan bozmayı çok iyi beceriyoruz. Geçmişe gönderdiğimiz dünler de bugüne yaptıklarımız yüzünden hatalı ve üzücü oluyor. Bir yolda gidiyoruz. Elbetteki geri dönüp bıraktığımız izlere bakacağız.
Çünkü geriye, geçmişe bakmak, geleceğe daha iyi hazırlanmayı gerektirir. İyi mi gidiyoruz, hızlı mı gidiyoruz, ancak geride kalanlara bakarak anlarız. Ama karamsar olarak değil, umutla bakmalıyız. Şimdiye kadar iyi bir iz bırakamamış olmamız, Şimdiden sonra da kötü izler bırakmayı netice vermemeli. Bunun için geçmişten yalnızca ibret almak için bahsedelim. Yoksa dünlere benzetmek için değil…
Yapmamız gereken yığınla işlerimizi belirlemişsek, bunları önem sırasına göre dizmemiz gerekiyor. En önemlilerinde başlayalım. Birer birer ve belli bir düzen içinde yapalım. Aynen kum saatlerindeki kumların dar boğazdan birer birer geçmeleri gibi görevlerimizi teker teker ve sırayla yerine getirip, günleri yakalamaya çalışalım.
Aynı anda iki işi birden yapmak yanlıştır. İkisi de yarım yamalak ve verimsiz olur. Yalnızca tek işi alıp bütün dikkatimiz ve şevkimizle bitirene kadar yapalım. Başladığımız işi hiçbir zaman yarım bırakmayalım, başladığımızı bitirelim. İşlerimizi yapıp bitirdikten sonra da gerisini Allah’a havale edip, tevekkül edelim ve netice ne olursa olsun, hakkımızdaki en hayırlı netice olacağından gelene rıza gösterelim.
En önemlisi de yaptıktan sonra, neticeyi fazlaca merak etmeyelim. Nasıl mı? İşte bir amiralin şu sözlerinde göreceğiz bunu:
“En iyi erlere, en iyi teçhizatı verdim. Bana en iyi görünen talimatı verdim. Elimden başka şey gelmez. Bir gemi batarsa tekrar yüzdüremem. Batacaksa tutamam. Dünkü işler için üzülmektense, yarının meseleleriyle uğraşır, vaktimi çok daha iyi kullanmış olurum.”
Demek ki plan yapıp uygulamaya geçeceğiz ama merak etmeyeceğiz. Görevimizi yapıp Allah’a tevekkül edeceğiz.
O halde bizler de gönlümüzü, duygularımızı tam teçhizat donatıp nefsimize karşı taarruza geçelim. Dünkü verimsizliklerimizi, batan gemilerimizi bir kenara atalım ve bundan sonra daha verimli bir insan olmanın yollarını arayalım. Ve hayatımızda çok önemli olan şu üç maddeyi unutmayalım:
1. içinde bulunduğumuz bu an
2. Bu anda yaptığımız iş
3. Bu anda birlikte olduğumuz kişi
Bu üç önemli maddeyi günlerimizi ve saatlerimizi, hatta anlarımızı yakalamak ve verimli kılmak için dikkate alalım.