HAYATI NAMAZLA DÜZENLEMEK
Namaz, inanmış olmanın sonucu “Yapılması gereken bir ödev” olmaktan ziyade imanın artmasını sağlayan ve bu vesileyle insanı olumsuz ve zararlı duygu ve davranışlardan uzaklaştıran, böylece onu daha kaliteli bir insana dönüştüren alternatifsiz bir “İyi insan geliştirme eylemi”dir.
Şu ayetler bu gerçeği vurgulamaktadır:
“Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vaktinde namazı ikame et. Muhakkak ki; iyilikler, kötülükleri yok eder. İşte bu iyi düşünenlere öğüttür.”[1]
“(Rasûlüm) kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı hayata ikame et. Muhakkak ki; namaz ahlaksızlıklardan ve kötülüklerden alıkor.”[2]
“Hakikaten insan gayet hırslı ve sabırsızdır… Ona hayır verilince cimri kesilir. Ancak namaz kılanlar öyle değildir. Onlar namaza devamlıdırlar: Bilirler ki; gerek dilenen ve gerekse (utancından istemeyip) mahrum kalan (fakirlere verilmek) üzere mallarında belli bir hak/pay vardır. Onlar hesap gününü tasdik ederler. Rablerinin azabından korkarlar. Rablerinin azabından emin olamadıklarının kesin olarak farkındadırlar. Onlar emanetlerini ve sözleşmelerini gözetenlerdir. Şahitliklerini dosdoğru yapanlardır. (İşte) onlar namazlarını muhafaza edenlerdir.”[3]
Bu ayetlerde namazın, her türlü kötülüğü giderici etkisi açıkça vurgulanmaktadır. Özellikle fertler arası barışta büyük öneme sahip olan ölçü, tartı, hakların teslimi, emanetler ve sözleşmelerdeki iyileştirici etkisi, açık ifadelerle sunulmaktadır.
Ancak namazın bu fonksiyonunu icra edebilmesi, şekil ve muhteva kalitesinin Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından tarif edilen düzeyde olmasına bağlıdır. Aksi takdirde Ma’ûn Suresinde ifade edilen durum söz konusu olur:
“Vay haline o namazlıların. Onlar namazlarından (onun öneminden, gayesinden ve etki alanından) gafildirler. Onlar şovmen/göstericidirler (Namazları, iyi görünmek veya maddi çıkar için bir şovdan ibarettir.) Onlar en basit şeyleri bile vermekten sakınırlar.”[4]
Dikkat edilirse bu surede, ‘Musal-lîn=Namazlılar’ ifadesi kullanılmıştır. İnsana etki eden namazdan bahseden ayetlerde ise ‘İkamu’s-Salah=Namazı ikame ederler’ tabiri kullanılmaktadır. Namazı kılmak ile namazı ikame etmek arasındaki fark, dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur. Bunu fark ettiğimizde, hayatı boyunca namazlı olduğu halde adam olamayanların durumunu anlamamız mümkün olacaktır.
İkame kelimesi, temel sözlüklerde “Kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, yaygınlaştırmak, özenle icra etmek” manalarına gelir. Bu durumda “İkame-i Salât, namazı kaldırıp hayatın içine dikmek, onu yaygınlaştırmak, ferdî ve toplumsal hayatı namaz ile çerçevelemek ve buna devam etmek, hayatı namazlaştırmak, namazı düzeltmek ve hayatı onunla düzenlemek, namazı hayata göre değil, hayatı namaza göre düzenlemek ve namazı özenle icra etmek” demek olur. *
Düzenleyici, ıslah edici fonksiyona sahip olan namaz, “İkame Edilen” namazdır. Sadece “Kılınan” namazdan ise böyle bir fonksiyon beklemek mümkün değildir. Çünkü sadece “Kılınan” namaz, gösteri, şov mahiyetinde olduğu için hayır yerine şer doğurur. Samimiyet yerine, mürailik, ikiyüzlülük, hatta münafıklık ve gizli Hakk düşmanlığı geliştirir.
İç ve dış şartları yerine getirilmiş namaz, insanın derûnunda barışçı ve insanî temayüllerin doğup gelişmesine sebep olur.
Bir itiraz olarak denebilir ki, toplum içinde, namaz kıldığı halde, namaz kılmayan bazı insanlardan daha kötü insanlara rastlıyoruz. Bu durumda namazın insanları düzelttiği iddiası abartılı değil midir?
Bu itirazda yanılma noktası, iki farklı insanın kıyaslanmasıdır. Hâlbuki farklı iki insan değil, aynı insanın namazlı ve namazsız halleri kıyaslanmalıdır. Ahlakî bazı güzel hasletlere sahip bulunan namazsız bir insan, hayatına namazı ikame ettiğinde daha yüksek şahsiyet yapılarına doğru gelişme sürecine girer. Eğer namaz, Maun Sûresi’nde sözü edilen şekilde sadece şeklen kılınan namaz değil de, ikame edilen, hayata hâkim kılınan namaz olursa, bu namaz, ahlaki problemleri bulunan insanın durumunda da hızla gelişmeler oluşturacaktır. Burada dikkat etmemiz gereken husus şudur: Kur’an ve İslam insanlara: “Ey İnsanlar! Namaz kılan insanların istisnasız tamamı çok iyi insanlardır. Onlara her açıdan güvenip her konuda teslim olabilirsiniz.” demiyor, böyle bir güvence ve garanti asla vermiyor. Bilakis muhataplarına: “Ey Muhatabım! Bizzat sen gelişmek, daha kaliteli, daha güvenilir bir insan olup hem dünyada hem de ahirette daha şerefli mevkilere yükselmek istiyorsan namazı hayatına ikame etmelisin.” diyor.
Namazın nasıl bir ibadet olduğunu anlayabilmek için ana hatlarıyla namaz nedir ve nasıl kılınmaktadır sorularının cevabını araştıralım:
Bir günde beş ayrı vakitte farklı miktarlarda namaz kılınmaktadır. Her vaktin namazının diğerlerinden hem sayısal ve hem de iç özellikleri açısından farklılıkları vardır. Mesela sabah namazı toplam dört rek’at olarak kılınır ancak bu namazın iki rek’atlık farz kısmında Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından kırk ayet okunması tavsiye edilmektedir. Bu tavsiyeyle, güne başlanırken sosyal ve ekonomik hayata bakışın İslamî boyutunun güçlenmesi hedeflenmektedir. Kur’an-ı Kerim’in her hangi bir kısmından okunacak olan kırk ayet hayata yönelik mantalitenin oluşması için önemli etkiler verir.
Namazın hazırlık safhasını oluşturan “Dışındaki Farzlar”ın, namazın, namaz olmasını sağlayan “İçindeki Farzlar”ın ve bütün vacip ve sünnetlerinin, insanın birçok yönüne sayısız faydaları vardır. Biz bu yazının sınırlarını genişletmemek için namazın birkaç unsurunun bazı faydalarından söz etmekle yetineceğiz:
Bilindiği gibi insanı namaza hazırlayan şartlardan biri niyettir. İslam bütün ibadetlerde ve yaşantı çeşitlerinde niyete çok büyük önem vermektedir. Niyet, yapılan işin bilinç boyutunun düzenlenmesidir. Niyet, modern psikolojinin son zamanlarda tespit ettiği ve insanın psikolojik yaşamında çok önemli bir yere sahip olduğunu anladığı “Farkındalık”ın İslam terminolojisindeki karşılığıdır. Yaptığı şeyin, içinde bulunduğu zaman aralığının, içinde bulunduğu durumun farkında olmak, İslam terminelojisinde niyet kavramıyla isimlendirilmektedir. Namazı her hangi bir davranışlar kümesinden farklı kılan ve onu namaz haline getiren şey niyettir. Sırf Allah rızasını kazanmak, kişiliğimizi ve bakış açımızı Kainatın Sahibi’nin muradına göre düzenlemek, olaylara ve varlıklara O’nun murad ettiği gibi yani en objektif açıdan bakmak için şart olan niyet, namazı namaz yapan nirengi noktasıdır. Niyet boyutundaki en küçük sapma namazın hedefinden uzaklara düşmesi için yetmektedir. Üzerinde çalıştığımız işin, yaptığımız eylemin veya durumun etkisiyle yükselmiş veya yükselmekte olan stres, kaygı, endişe ve korkuların yahut intikam, nefret ve kin gibi zararlı duyguların veya neşe, sevinç gibi normal duyguların normallik sınırlarını aşıp kişiye ve çevresine zarar verecek boyutlara ulaşmasını engelleyen, bütün bu duyguları Allah’ın muradına göre yeniden konumlandırmamızı, düzey ve etkilerini en ideal seviyeye çekmemizi sağlayan içsel düzenleme mekanizması niyettir. Bu yönüyle niyet gerçek bir psikolojik regülatördür.
Niyetten sonra “Allahu Ekber” denilerek namaza girilecektir. Bu tekbir namazın ilk unsurudur. Bu olmaksızın namaza girilemez. Bu küçük cümle “Allah En Büyüktür” anlamına gelmektedir.
Günlük yaşantımız boyunca farklı alanlarda çeşitli büyüklerle karşılaşırız. Çalıştığımız sektörün ulusal ve uluslararası düzeyde büyükleri, iş yaptığımız firmaların ulusal ve uluslararası büyükleri, bu kurumların üst düzey büyük idarecileri, devletin büyük kurumları ve bunların büyük yöneticileri gibi büyükler bizde bir korku, bir yorgunluk, bir yılgınlık oluşturur. Ya da tam aksine, muhatap olduğumuz kurumlar ve şahıslar ekonomik ve sosyal açıdan bizden küçük ve güçsüz olabilir. Bu durumda biz kendimizde bir büyüklük görmeye başlarız. Bu iki duygu sapması kişiliğimiz, iş yapma kapasitemiz ve sosyal ilişkilerimiz açısından olumsuz gelişmelere sebep olur. İşte tam bu noktada “Allahu ekber” diyerek kainatta gerçek en büyüğün Allah Teâlâ olduğunu kendimize telkin etmiş oluruz. Büyükler karşısında gelişebilecek korku, kaygı, yılgınlık ve yorgunluğun yersiz olduğunu, o büyüklerin de bizim gibi âciz yaratılmışlar olduğunu, gerçek en büyüğün Allah (c.c) olduğunu kendimize hatırlatmamız kişiliğimizin ve özgüvenimizin tamir edilmesine ve gelişmesine yardım eder. Kendimizde görmeye başladığımız büyüklük açısından ise en büyüğün Rabbimiz olduğunu, bizim de, karşılaştığımız küçükler gibi yaratılmış küçük varlıklardan bir varlık olduğumuzu, bize büyüklük algısı veren özelliklerimizin, Allah Teâlâ’nın bize verdiği özelliklerden başka bir şey olmadığını yeniden hatırlamış ve iç dünyamıza deklare etmiş oluruz.
Hayatımız boyunca bizlere birçok şey büyük olarak sunulmaktadır. Büyük olarak bizlere lanse edilen bu varlıkların büyüklüklerini kabul etmemiz beklenmekte, kabul ettikten sonra da bu büyüklük algısını besleyecek ritüellere devam etmemiz istenmektedir. Bizlere büyük olarak lanse edilen bu varlıklar, aslında bizim onları büyük olarak algılamamıza ihtiyacı olan varlıklardır. Onları büyük olarak kabul etmediğimiz takdirde onlar, bizi etkileme imkânlarını kaybederler. Dolayısıyla onların üzerimizdeki etkinliğini ve işlevselliğini, büyüklüklerini kabul ederek biz sağlamış oluruz.
Onların büyüklüğünü kabul etmemiz, bizim küçüklüğümüzü kabullenmemiz anlamına gelir. Onların büyük, bizim de küçük olduğumuzu kabullendiğimiz andan itibaren yaşamımızda onların etkinlikleri başlar. Ama durumun aslında böyle olmadığı, onları büyük olarak kabul etmediğimiz zaman ortaya çıkar. Mesela çok paraya sahip olan bir insanın bizim üzerimizdeki etkisi, onun büyük olduğunu bizim kabullenmemiz ile işlevsellik kazanmakta ve bizi etkilemeye başlamaktadır. Parası çok olsa bile onu büyük olarak kabullenmediğimizde onun bizim üzerimizde hiçbir etkisi kalmaz. En hür insan, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, hiçbir varlığa bağımlı olmayan, hiçbir eşyaya mahkûm olmayan insandır. “Allahu Ekber” (Allah en büyüktür) cümlesi işte bu bağımsızlığa insanı ulaştıracak etkili bir iç telkin cümlesidir. Bu cümleyi bütün benliğinde hissederek söyleyen ve buna bütün varlığıyla inanan bir insanın hiçbir varlıktan etkilenmeyeceği, çekinmeyeceği ve korkmayacağı açık bir gerçektir. Bu kimse, olan biten her şeyin, yaşayan her insan, her varlık ve her kurumun tek yaratıcısının Allah Teâlâ olduğunu ve hiçbir şeyin O’ndan büyük ve güçlü olamayacağını kendine kabul ettirmiş demektir. Allah (c.c.)’ın büyük olduğunu kabullenmenin O’na hiçbir katkısı olamaz.
Biz söylesek de söylemesek de; biz kabullensek de kabullenmesek de O zaten büyüktür. Bu kabule ve inanca şiddetle ihtiyacı olan bizleriz.
Çünkü insanın tabiatında bir büyüğü benimseme ihtiyacı mevcuttur. Bu büyük eğer Allah Teâlâ değilse o ihtiyaç, gerçekte büyük olmayan yaratılmış biri tarafından doldurulacaktır. Bu ise insanı kendisi gibi bir yaratılmışa, gerçekte hiçbir ihtiyacını karşılayamayacak bir muhtaca bağımlı hale getirecektir. Anlamını içine sindirerek tekrar edilen bu cümle sonuç olarak insanı kendisi gibi muhtaç varlıkların sultasından bağımsızlaştıran etkili bir iç telkindir. Bu tekbir cümlesi her bir rekâtta altı defa tekrarlanmaktadır. Gün boyu kılınan kırk rekât namazda toplam iki yüz kırk kez bu cümleyi tekrar ederiz. Kendimize bir gün boyunca iki yüz kırk defa yaptığımız “Allah en büyüktür” telkininin kişiliğimize katkısını anlamak pek zor olmasa gerektir. Bu telkinle kişiliğini geliştirmiş bireylerden oluşan İslam toplumunun sahip olacağı özgüvenin, dünyadaki zulümlerin ortadan kaldırılması için ne kadar etkili olacağını da ispatlama derdine düşmemize gerek yoktur.
Namazı oluşturan unsurların bir diğeri de kıyamdır. Kıyam, “Ayağa kalkmak, ayakta olmak, ayakta bulunmak, doğrulmak, kendi varlığını ortaya koymak” demektir. Kıyamın insana en önemli telkini sorumluluk bilincidir.
Kıyam, Yüce Rabbimizin huzurunda ayağa kalkmanın ve hesap vermeye hazır bulunmanın alıştırmasıdır. Öldükten sonra gerçekleşeceği kesin olan bu olayın günlük yaşamımızda defalarca alıştırmasını yapmak o olaya ciddi bir hazırlık mahiyetindedir.
Bencilliğin süflî etkilerinden kurtulmuş evrensel bakış açısına ve evrensel tutuma sahip bir fert olarak kıyam etme yani kendini ortaya koyma bilinci insanda, başkaları tarafından yapılacak bir zulmü engelleme bilinci de geliştirir. Allah’a boyun eğmiş bir kul olarak kendini ortaya koyan insanda şu düşünce ve inançlar geliştirir: “Ben varım ve benim bulunduğum yerde bir insan bir diğerine zulmedemez, hiç kimse hiç kimsenin hakkını gasp edemez, hiçbir insan bir başkasına zorla bir şey yaptıramaz. Allah’ın, kendi varlığının farkında olan önemli bir kulu olarak ben buna engel olurum. Engel olmazsam en büyük kıyam günü olan Mahşer’de en büyük olan Rabbim bunun hesabını bana sorar.”
Namazın en etkili unsuru, hiç şüphesiz secdedir. Secde, ayakların bastığı zemine el ayalarının tamamının, burun ve alnın aynı anda konulması, bu esnada da Allah (c.c)’a hayranlık ifade eden, “Eksiklikler, kusurlar şöyle dursun benim tasarlayabileceğim üstünlükler bile senin yüceliğini ifade edemez. Sen yüceler yücesisin ey Rabbim” anlamına gelen “Subhane Rabbiyel A’lâ” sözleri söylenir. Bu secde her rekâtta iki kez tekrarlanır. Bu durumda, 8 kez sabah, 20 kez öğle, 16 kez ikindi, 10 kez akşam ve 26 kez yatsı ile vitir namazında olmak üzere günün kritik beş vaktinde toplam 80 kez secde yapılır. Secde yapmakta olan bir insanın iç dünyasında o an Allah’a en yakın olma duyguları yaşanır. Allah Teâlâ’ya duyulan sevgi ve teslimiyetin zirveye ulaştığı, nefsin/egonun ise en zelil duruma düşürüldüğü, kibrin ve bencil duyguların sembolü olan alnın ve burnun, ayakların bastığı zemine sürüldüğü bu an, insanî duyguların en yüksek seviyelerine ulaştığı ve insanın hücrelerine işlediği en kıymetli, en kudretli, en etkili ve en yüce andır. Bunu günde seksen kere yüksek bilinç düzeyiyle yaşayan bir insanın zorba, bencil, hasis, zalim, gaddar, terörist bir kişiliğe sahip olması mümkün değildir.
Namazdan selam ile çıkılır. Namaz kılan kişi önce sağ tarafına döner. Kâinatın, kendi sağında kalan kısmının tamamını düşünerek sağ tarafında kalan bütün varlıklara selam verir: “Selam, esenlik, barış, huzur size olsun” der. Ardından soluna döner ve aynı ifadelerle Kâinatın sol tarafında kalan kısmını düşünerek selamlar.
İnsana, topluma ve bütün kâinata bu duygularla bakan bir insan, Allah (c.c)’ın Rahmân sıfatının tecellî ettiği yüce bir kişilik kazanır. Bu kişilik; bencil, çıkarcı ve nefsî bütün sapmalardan uzaklaşır. Yaptığı her işi sırf Allah için yapan, kendi nefsinin hiçbir hesabına zerre kadar pirim vermeyen insan konumuna yücelir.
Namazın insana katkısı bu yazdıklarımızdan ibaret değildir. Onun, ruh ve beden sağlığımıza, kişiliğimize, iş ve aile hayatımıza vs. bildiğimiz bilmediğimiz sayısız/sonsuz katkısı vardır. Bu katkıları insana verebilecek başka bir eylem ise asla olamaz. Yani namaz, alternatifsizdir. Biz, namazın büyüklüğü karşısında cürmü bir hiç konumunda olan bu küçük ve cılız makalede sadece küçük bir bakış açısı geliştirmeyi denedik.
Yüce İslam’ın bu en büyük farzı hakkında ne kadar çalışma yapılsa azdır. Ancak bu görkemli farzdan faydalanmamız için illa da onun bütün ayrıntılarını anlamamız gerekmez. Onu, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in kıldığı şekilde kılmak, Kur’an’ın istediği şekilde hayatımıza ikame etmek ondan en yüksek düzeyde faydalanmak için yetecektir.
-------------------------------------------------------------------------------------
[1]1 Hûd, 11/114.
[2]2 Ankebut,29/45.
[3] Mearic, 70/19-34.
[4] Mearic, 70/19-34.