Hayatı Paylaşan Arkadaşlık
Enes b. Malik (r.a.) naklediyor: “Allah Rasulü (s.a.s.)’nün Farisî bir komşusu vardı. Güzel çorba yapardı. Birgün Rasulüllah için çorba yaptı ve onu davet etti. Hz. Peygamber,
yanında oturan Hz. Aişe’yi işaret ederek onun da gelmesini istedi. Adam “hayır” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasulü daveti kabul etmedi. Adam davet için tekrar geldiğinde Hz. Peygamber yine Hz. Aişe’yi işaret etti. Adam yine “olmaz” deyince Allah Rasulü davete katılmadı. Adam, üçüncü davetinde, Hz. Peygamber’in Hz. Aişe’yi tekrar işaret etmesi
üzerine onun da gelmesini kabul etti. Bunun üzerine Allah Rasulü ve Hz. Aişe birlikte
kalktılar ve adamın evine gittiler.”
(Müslim, Eşribe, 19)
Hadisi açıklayan Nevevî, Hz. Peygamber’in davete Hz. Aişe’yle birlikte gitmek istemesini eşinin aç olabileceği veya yanında eşi olduğu halde, yemeğe sadece kendisinin çağrılmasını, adab-ı muaşeret, arkadaşlık hukuku ve meclis adabı açısında hoş görmemiş olabileceği; adamın Hz. Aişe’yi davet etmemesini de, çorbasının yeterli olmayabileceği ihtimaliyle izah etmiştir. (el-Minhâc, 13/209)
Bu ihtimallerden ikincisinin daha makul olduğu görülmektedir. Çünkü, şayet Hz. Aişe aç ise ve o andaki açlığının giderilmesi komşusunun ikramına bağlı ise bu, bir acziyeti ve başkasının eline bakmayı ifade eder ki, bu, ne Hz. Peygamber ne de sevgili eşi için düşünülebilir. Davet sahibi komşu da, Hz. Peygamber’i, kendi çorbasına muhtaç olduğu için çağırmadığına ve ısrarlı olduğu davet için de muhtemelen bir kişilik çorba hazırlamadığına göre, bu davranışının başka sebepleri olabilir. Bunlardan birisi muhtemelen, onun, çok sevdiği ve önemsediği Allah Rasulü’ne öncelik verme arzusudur. Doğal sayılabilecek bu tutumun dışında göz ardı edilemeyecek bir diğer ihtimal de, ataerkil bir toplumun kadını kocasıyla birlikte düşünmeme alışkanlığından hareketle, o şahsın, Hz. Peygamber’i yalnız olarak davet etmeyi uygun görmüş olmasıdır.
Burada önemli olan hiç şüphesiz, sevgili Peygamberimizin tutumudur. O, yanında eşi olduğu halde, tek başına kendisine yapılan bir daveti doğru bulmamış, eşini rencide etmemek için işaretle verdiği mesaja komşusundan olumlu karşılık alamayınca da davete yalnız gitmek istememiştir. Her konuda ümmetine örnek olan Allah Rasulü bu tutumuyla, başta komşusu olmak üzere bütün müminlere âdeta şu mesajı vermektedir: Cinsiyet farklılığının gerekli kıldığı özel bir durum veya görev olmadıkça, beşeri ilişkilerde kadın-erkek ayrımı yapmak, özellikle eşler arasında fark gözetmek doğru değildir.
İnsanlar arasında takvadan başka fazilet ölçüsü tanımayan dinimize rağmen geleneksel kültürümüzde erkeğe, erkek olduğu için tanınan bir rüchaniyetin varlığı inkâr edilemez. ½imdilerde fazla görülmese de, Anadolu’da, bir erkek çocuğun önünden geçmeyi (uğrunu kesmeyi) bile edebe aykırı gören, annesi, hatta ninesi yaşındaki kadınların bulunduğunu yaşlılarımız hatırlarlar. Belki iyi niyetle izahı yapılabilecek bu tür geleneksel tavırların, zamanla, erkeğin kadın üzerine kurduğu hakimiyet ve baskıcı tutuma katkı sağlayabileceğini de göz ardı etmemek gerekir. Kur’an’a göre, “Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İyiliği tavsiye eder, kötülükten sakındırırlar…” (Tevbe, 71) Örneğin ailede eşler, kendi aralarında uygun gördükleri bir iş bölümü ve görev dağılımı dışında, ast-üst ilişkisini doğuracak bir hiyerarşik düzen içinde değil, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı bir dost ilişkisi içinde olmak zorundadırlar. Çünkü eşler arasında sevgi ve rahmeti var eden ve bunu huzurun kaynağı olarak gösteren Yüce Allahtır. (Rum, 21) Hiyerarşi, korkuya dayalı bir itaati, bu da güvensizlik ve ikiyüzlülüğü doğurur. Böyle bir ailede yetişen çocuklar da, ebeveynlerinden gördükleri tutum ve davranışları kendi aile hayatlarına taşırlar.
Açıklamaya çalıştığımız hadis-i şerif, eşlerin, aile hayatında da, toplum hayatında da yan yana, omuz omuza olmaları gerektiğini anlatmakta, hangi niyetle olursa olsun, erkeğinin on adım gerisinden giden kadının da, sofrada eşinin yanına oturmaktan çekinen hanımın da, buna izin veren ya da sebep olan kocanın da yanlış yaptığını göstermektedir. Ne yazık ki, erkeği her şeyin merkezine koyan bir anlayış, zamanla, kadının her tasarrufunu onun iznine ve rızasına bağlamış, cennet vizesini bile onun eline teslim etmiştir. Allah ve Rasulü’nün sılayırahim emrine rağmen kadının anne-babasını ziyareti de kocanın iznine havale edilmiş, bu izni vermeyen anlayışsız kocanın tutumu Hz. Peygamber’e onaylattırılmıştır. Halbuki bu anlayış, hem Kur’an’a, hem de onu tebliğ eden Peygamber’in sünnetine aykırıdır. Kur’an, erkek ve kadının karşılıklı haklarının bulunduğunu bildirir (Bakara, 228) ve erkeklere, kadınlarla iyi geçinmeyi emrederken (Nisa, 19), Allah Rasulü de, “en hayırlı müminlerin kadınlarına iyi davrananlar olduğunu” (Tirmizi, Radâ’, 11) ilan etmiştir. Cenab-ı Hak, “Erkek veya kadın, mümin olarak salih (yararlı) işler yapan herkesin, cennete gireceğini ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacağını” (Nisâ, 124) va’d ederken, erkeklere, cinsiyetlerinden ötürü artı puan vermemiştir. Olabilir ki nice kadın, Allah’ın koyduğu değer ölçüsüyle kocasının kat kat önündedir. İyi veya kötü insan olmanın cinsiyetle bir ilgisinin bulunmadığı da aşikârdır.
Karısını bir itaat objesi gibi görüp her işine amade bir hizmetçi durumuna düşüren koca, onun da her insan gibi, kişilik ve onur sahibi olduğunu unutmamalı, kendisine gösterilmesini istediği asgari saygıyı hayat arkadaşından da esirgememelidir. Bu, aynı zamanda, “kendisi için istediğini, kardeşi için de istemeyenin olgun mü’min olamayacağını” (Buhari, İman, 7) bildiren Nebevî öğretinin de bir gereğidir. Eşinin çağrılmadığı bir davete yalnız başına gitmeyi kabul etmeyen Hz. Peygamber’in anlayış ve nezaketi, aile hayatımızda neleri ihmal ettiğimizi hatırlatacak ciddi bir uyarı niteliğindedir.