HANİ SÖZ VERMİŞTİK!
“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı: ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de ) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahit olduk’ demişlerdi. (Bu,) kıyamet günü: ‘Biz, bundan habersizdik’ dememeniz içindir.
Ya da: ‘Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?’ dememeniz için.
İşte Biz, ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler.” (A’râf, 7/172-174)
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, biz insan kullarına daha önce yaşadığımız bir ânı ve yapılan Misak’ı hatırlatıyor… O’ndan başka hak ilâh ve rab olmayan, yegâne Rabb ve İlâh Allah Teâlâ, biz insan kullarına Misak’ı hatırlatınca, hiçbir şüphe duymadan bu olayın doğruluğuna iman ediyor ve hemen teslim oluyoruz… Çünkü biz, katıksız iman eden muvahhid mü’minler ve Rabbimizin hükmüne teslim olan müslümanlarız… Rabbimiz Allah, olduğunu beyan buyurduğu ve bize hatırlattığı olay, mutlaka O’nun buyurduğu gibi gerçekleşmiştir…
Hani hatırlayın o ânı ki, Rabbiniz Allah, yalnız kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insan kullarından Misak ahdi almıştı…
Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları. Kendi nefislerine şahitler kılmıştı… Kendi şahitleri, yine kendileri olmuştu… Öyle bir şahidlik ki, asla inkâr edilemez… Bir başkası değil, kişinin kendisine şahidlik etmesi kadar sağlam bir şahidlik olamaz…
“Hayır, insan kendi nefsine karşı bir basirettir (kendi kendini gözleyen bir şahiddir).
Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.” (Kıyamet, 75/14-15)
“Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplanacakları gün işte onlar, ateşe bölükler hâlinde dağıtılırlar.
Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahidlik edecektir.
Kendi derilerine dediler ki: ‘Niye aleyhimize şahidlik ettiniz?’ dediler ki: ‘Her şeye nutku verip konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi, ilk defa O yarattı ve O’na döndürülüyorsunuz.
Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derilerinizi aleyhinize şahidlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine yaptıklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.
İşte bu, sizin zannınız Rabbiniz hakkında beslediğiniz zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı. Böylelikle Hüsrana uğrayan kimseler olarak sabahladınız.” (Fussilet, 41/19-23)
“Bugün Biz, onların ağızlarını mühürleriz. (Günahtan ve sevabdan yana) kazandıklarını, elleri Bize söylemekte, ayakları (aleyhlerinde) şahidlik etmektedir.” (Yasin, 36/65)
“Namus sahibi, bir şeyden habersiz mü’min kadınlara (zinâ suçu) atanlar, dünyada ve ahirette lânetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azab vardır.
O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde yaptıklarına dair şahidlikte bulunacaklardır.
O gün, Allah, hak ettikleri cezayı noksansız verecektir ve onlar da, Allah’ın hiç şübhesiz hak olduğunu bileceklerdir.” (Nur, 24/23-25)
İnsanın kendisine şahidlik etmesi, en sahih şahidlik olduğu malumdur… Bu şahidlik en doğru ve inandırıcı şahidliktir… Sonraki bir zamanda dönüşü olmayan ve aksine söz söylenmeyen şahidlik!..
Rabbimiz Allah Teâlâ, insan kullarını kendi nefislerine şahitler kılmış ve sormuştu:
“Ben, sizin Rabbiniz değimliyim?”
O Misak anında bütün insanlar:
— Evet, (Rabbimizsin), şahid olduk, demişlerdi.
Bu ahd ve bu şahidlik, imtihan sahası olan dünya hayatından sonra gelen kıyamet gününde:
— Biz, bundan habersizdik! dememeleri ve itiraz etmemeleri içindi.
Ya da şöyle bir mazeret ileri sürmemeleri içindi:
— Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu. Biz ise, onlardan sonra gelen bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?
Misak ahdi ve insanların kendi kendilerine şahid tutulmaları, böyle bir mazeret ortaya atma kapısını kapatmıştır… Çünkü onların hepsi, Allah’ın yegâne Rabb ve İlâh olduğunu kabul etmişlerdi… Dünyaya geldiklerinde kendilerini şirk ve cahiliyye toplumunda bulmaları, onları mazur kılmaz… Onlar, kendilerine “Kitab” gönderilerek ve Rasul vazifeli kılınarak uyarılmış, “Misak ahdi”
hatırlatılarak şahidlikleri dile getirilmiştir…
Misak ahdini inkâr ve reddeden küfür ve şirk cephesinde yer alanların durumları malumdur:
“Şübhesiz, inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için fark etmez, inanmazlar.
Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır.” (Bakara, 2/6-7)
Onlar, Âlemlerin Rabbi Allah’ın: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna: “Evet (Rabbimizsin), şahid olduk” diye cevap vermiş, fakat dünya hayatında bu sözlerinden vazgeçerek, gerek hevâlarını ilâhlaştırmış, gerekse, hevâları ilâhlaşanları, Allah’dan başka ilâhlar ve rabler edinmişlerdir…
Rabbimiz Allah Teâlâ, ahdlerine ihanet eden bu vefâsızların hâlini şöyle beyan buyurmaktadır:
“Kendi hevâsını (istek ve tutkularını) ilâh edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?
Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler. Hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar.” (Furkan, 25/43-44)
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerini rablar (ilâhlar) edindiler.” (Tevbe, 9/31)
Onlar, ahde vefâ göstermeyen ve verdikleri ahdi bozanlardır… Ahdlerini bozdukları için bozuldular ve yeryüzünü bozguna uğrattılar… Kendileri bozulunca etraflarını da bozdular… Onlardan dolayı yeryüzünün karaları ve denizleri ifsâd oldu!..
“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesâd ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır.”(Rum, 30/41)
Ahde vefâsızlık edenlerin durumu böyle!..
Asıl üzerinde durulması gerekli olanlar, “Misk Ahdi” 'ne sadık kalan, o ân yegâne Rabb ve İlâh olduğunu kabul edip iman ettikleri Allah Teâlâ’yı dünya hayatında da yegâne Rabb ve İlâh olduğuna katıksız iman eden muvahhid mü’min müslümanlardır… Hangi çağda ve dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, Allah’a verdikleri sözlerinde duran, imanlarından asla şübheye düşmeyen, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat eden muvahhid mü’minler!..
“Allah’ın ahdine vefâ gösterin.” (En’âm, 6/152) diye buyuran Allah, ahdine sadık kalanları sevdiğini beyan buyurmaktadır:
“Hayır, kim ahdine vefâ eder ve sakınırsa, şübhesiz Allah da sakınanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/76)
Allah’dan başka sahte ve yalancı rabları-ilâhları reddeden, yeryüzünde tağutlaşanları asla kabul etmeyen vefâlı mü’min müslümanların kurtulduklarının müjdesini vermektedir Allah Teâlâ:
“Mü’minler, gerçekten felâh bulmuştur.
Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.”(Mü’minun, 23/1,8)
“Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (a’mâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler.
Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (Misak’ı) bozmazlar.”(Ra’d,13/19-20)
Verdikleri kesin söze sadık olanlar, zaman zaman gerek insanlardan ve gerekse cinlerden şeytanların vesvesesi ve tuzaklarından dolayı gevşeklik gösterebilirler… Ahidlerini unutacak duruma düşebilirler… Onlara hemen uyarı gelmekte ve onlar, Misak ahidlerinden dolayı uyarılmaktadırlar…
Hani söz vermiştiniz, o sözünüzü hatırlayın!.. Allah’dan gelen vahyi işitip iman ettiniz ve itaat edeceğinize dair söz verdiniz… Sözünüzü anın ve gereğini yapın!..
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve: ‘İşittik ve itaat ettik’ dediğinizde sizi kendisiyle başladığı sözünü (Misak’ını) anın. Allah’dan korkup sakının. Şübhesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir.” (Mâide, 5/7)
Âlemlerin Rabbi Allah’ı Rabb ve İlâh olarak kabul edip iman edenler, O’ndan başka hüküm koyucu bâtıl, sahtekâr ve yalancı rablara, ilâhları asla yönelmezler… Hangi çağda ve hangi şartlarda olursa olsunlar Misak ahdine riâyet eder… “İkrâh-ı Mülcî” hâlinde doğan ruhsatı kullanmanın dışında kesinlikle taviz vermezler…
Allah’ın ahdini, kesin olarak onayladıktan sonra bozan ve böylece sapıp giden fasıklar, ahidlerine vefâsızlık ettikleri için dünyada da, ahirette de kaybedenlerden olmuşlardır…
Rabbimiz Allah Teâlâ, o fasıkların, o şeref bulduktan sonra bâtıla sapıp izzetlerini yitirenlere şöyle seslenir:
“Size ne oluyor ki, Rasul sizi Rabbinize iman etmeye çağırıp dururken Allah’a iman etmiyorsunuz? Oysa O, sizden kesin bir söz almıştı. Eğer mü’min iseniz (inanıp sözünüzü gerçekleştirin).” (Hadid, 57/8)
“Ancak O (Allah), fasıklardan başkasını saptırmaz.
Ki (bunlar), Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.” (Bakara, 2/27)
“Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar, işte onlar, lânet olanlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.”(Ra’d, 13/25)
Hak ile tanıştıktan sonra bâtıla dönenler, hiç hak ile tanışmamış bâtılda olanlardan çok daha azgın oluyor, çok daha bozguncu bir duruma düşüyorlar… Bunlar, İslâm izzetini elde ettikten sonra, tağutun zilletine dönenlerdir… Tağutun zilletini, İslâm izzetine tercih edenden daha azgın ve sapkın kim olabilir ki!.. Bâtıl ile hareket edip hakka ulaşacaklarına inanan topluluklar, çölde çok susuz kaldığından dolayı serab görenden daha çok hayale kapılandan başkaları değildirler!..
“(Onların durumu) yalnızca ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez.”(Ra’d, 13/14)
Allah’a verdikleri ahidlerini, yani O’ndan başka rab ve ilâh kabul etmeyecekleri sözlerini, dünyalık menfaatler karşısında değiştirip bozanlar, Allah’a karşı büyük bir günah işleyerek vefâsızlık etmişlerdir… Dünya menfaatı karşılığında, Allah’dan başka hüküm koyucu rab ve ilâh olanların hükümlerini kabul edenler, Allah’a verdikleri sözlerinden cayanlardır… Hangi niyetle olursa olsun sonuç değişmiyor… İyi niyet, haramı helâl kılmadığı gibi, iyi niyet ile kötü amel işlenmez!..
Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar… İşte onlar, onlar için ahirette hiçbir pay yoktur. Kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları gözetmez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.”(Âl-i-İmrân, 3/77)
“Onların çoğunda verdikleri söze bağlılık görmedik, amma onların çoğunu fasıklar (yoldan çıkanlar) olarak gördük.”(A’râf, 7/102)
Misak ahdine vefâsızlık yapanları, uyarmak ve verdikleri sözü hatırlatmak gerekir… Onlara hakkı tebliğ etmek, hakikatı anlatmak ve kendilerini Tevhid’e davet etmek, mü’min müslümanların vazifesidir… Ahdinde sadık kalanlar, yoldan çıkmış fasıkları, dosdoğru yol olan İslâm’a davet edip, onların tağutî düzen ile ilişkilerini sağlamak ve onlara Kur’ân ile nasihat etmek, hidayetlerine vesile olmak gerek…
Bu asil davranış ve salih amel, yegâne Rabbimiz Allah’ın katıksız iman eden muvahhid mü’min kullarına emridir…
“Biz, onların neler söylediklerini iyi biliriz. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. Şu hâlde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur’ân ile öğüt ver.” (Kaf, 50/45)
“Andolsun, Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı?” (Kamer, 54/17)
“(Bu Kur’ân,) ayetlerini, iyiden iyiye düşünenler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitabdır.” (Sad, 38/29)
İnsanları, Kur’ân ile uyarmak gerekir… En düzel kelâm, Allah’ın kelâmıdır ve en güzel uyarı ise, Allah’ın kelâmı ile yapılan uyarıdır… İnsan fıtratına uygun ve fıtratın kabul etme konusunda zorlanmadığı uyarı, Kur’ân ile yapılan uyarıdır…
“Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren (Allah) ne yücedir.” (Furkan, 25/1)
“İşte Biz sana, böyle Arapça bir Kur’ân vahyettik. Şehirlerin anası (olan Mekke halkı) nı ve çevresinde olanları uyarman için ve kendisinden şübhe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarman için de. (O gün onların) bir bölümü cennette, bir bölümü çılgınca yanan ateşin içerisindedirler.” (Şura, 42/7)
Hayat kitabımız Kur’ân-ı Kerim, aynı zamanda bütün hayatı kuşatıcı İlâhî bir düstûrdur…
Onsuz hayat, insan olanın yaşayacağı bir hayat değildir… İnsan olmak, insan kalmak ve insanca yaşamak için, hayat kitabı Kur’ân’a muhtaçtır bütün insanlık âlemi!..
“O, yalnızca bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.
Diri olanları uyarıp korkutmak ve kâfirlerin üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir).” (Yasin, 36/69-70)
“Biz bunu (Kur’ân’ı), senin dilinle kolaylaştırdık, takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi korkutman için.” (Meryem, 19/79)
En son Nebî ve en son Rasul olan Rasulullah Muhammed (s.a.s)’in ve diğer Peygamberlerin varisleri olan muvahhid mü’minlere düşen görev, varisleri oldukları Nebî ve Rasul şahsiyetler gibi davranmaktır: Tebliğ ve davet!
Hidayet, Allah Teâlâ’ya aiddir… Yeryüzünün varislerine düşen, hidayete vesile olabilmek için cehd ve gayret göstermektir…
Şöyle buyuruyor Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ:
“Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.” (Bakara, 2/272)
“Onlara (azap olarak) va’dettiğimizden bir kısmını sana göstersek de, senin hayatına son versek de, sana düşen yalnızca tebliğdir ve hesap da Bize aiddir.” (Ra’d, 13/40)
“Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen, yalnız bir öğüt verici ve hatırlatıcısın.
Onlara, zor ve baskı kullanacak değilsin.” (Ğaşiye, 88/21-22)
Mü’min müslümanlar, birbirlerine hakkı tavsiye ederken ve sabrı vasiyet ederken:
“Hani söz vermiştik!” hakikatını da hatırlatmalıdırlar!..