Hased Hastalığının Tedavisi
Abdullah İbn-i Ömer radıyallahu anh anlatıyor: Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme soruldu:
- Ey Allah'ın Resûlü, insanların faziletlisi kimdir? Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam:
- Temiz kalpli ve doğru sözlü olan herkestir, buyurdu. Ashab-ı Kiram Hazerâtı bu sefer:
- Doğru sözlüyü biliyoruz ama temiz kalpli olmak ne demektir? diye sordular, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
- O, içinde günah, baş kaldırma, aldatma ve haset olmayan, tertemiz kalptir, buyurdu. (İbn Mâce; Zühd, 24)
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede bizi kulaklarla, gözlerle, gönülle donattığını hatırlatıyor ve bunlara karşı “…Ne az şükrediyorsunuz?” (Mülk, 23) buyurarak adeta sitem ediyor. Kalp, Allah-u Zülcelâl’in bize verdiği akıl ermez bir manevi cihaz. Onunla hissediyoruz, hayal ediyoruz, tasavvur ediyoruz, tefekkür ediyoruz…
İç âlemimizde öyle bir dünya var ki, onun sayesinde dış alemde gördüğümüz, tecrübe ettiğimiz, idrak ettiğimiz her şeyi kendi dünyamızda tekrar yorumluyoruz, anlamlandırıyoruz. İç âlemimiz sanki gizemli bir ayna gibi. Bir manzarayı olduğundan kat kat daha derin ve pırıltılı bir şekilde yansıtan bir ayna adeta. Dış âlemden gelen veriler bu aynada hissiyat denizimizi dalgalandırıyor ve yepyeni şekillere bürünüyor.
Bizi diğer mahlûkattan ayıran, her hangi bir canlı olmaktan öte eşref-i mahlûkat yapan gönül dünyamız, aynı zamanda bizim için bir imtihan kaynağı. Bu hassas ve gizemli iç dünyamız adeta engin bir umman, derin bir okyanus gibi… Orada çok tehlikeli derinlikler var, çok şiddetli fırtınalar ve şeytani tuzaklar var. Bu sebeple iç alemimizde boğulmamak, helak olmamak için kendi duygularımızı nasıl kullanacağımız konusunda da rehberliğe muhtacız.
Ham haliyle insan, kendi nefsinin duygularını eleştirmez, hep haklı görür ve savunur. Bu sebeple de hadiseler karşısında hep nefsani şekilde tavır almayı normal zanneder. Ancak manevi bir rehberlik sayesinde nefsinin yorum ve tepkilerinin hastalıklı olduğunu anlayabilir. Mesela bunun en güzel örneği hased duygusunda görülür.
Hased, bir kişinin sahip olduğu bir nimet veya başarı karşılığında rahatsızlık duymaktır. Bu duygu ne yazık ki, hemen her nefiste bulunur. Üstelik nefis bu hissini kendince gerekçelerle savunmak ister. Mesela “Bana verilmeyen bir nimet ona neden verildi, bu haksızlık değil mi?” der. Kendince bu konuda haklıdır.
Nefis düşünmez ki, bu dünyada insanlara verilen fani nimetler, ahirette hesabı görülecek birer imtihandan başka bir şey değildir. Biz dünyaya gelirken kimse bize, “Dünyada herkes eşit imtihandan geçirilecek,” diye bir vaatte bulunmamıştır. Fazladan nimet veya başarı sebebiyle daha fazla imtihana maruz kalmak da bir liyakate göre olmamaktadır, sadece Allah'ın takdiri iledir. Bütün bunları bilen, bunların üzerinde düşünerek duygularına hakim olanlar, hiç kimseye hased etmezler.
Nitekim Hasan Basrî rahmetullahi aleyh Hazretleri buna işaretle şöyle demektedir:
“Ey insanoğlu! Niçin kardeşini çekemiyorsun? Ona verilen nimet onun hakkı ise (iyiliğe kullanarak kendisini ona layık hale getirmişse) Allah Zülcelâl’in ikram ettiği kişiye kızmaya ne hakkın var? Şayet hakkı değilse, (kötü yolda kullanıyorsa, sonunda) cehenneme girecek adamın nesini çekememezlik edersin?”
Hele hele ölümü sık sık hatırına getiren insan, bu vefasız dünyanın geçici nimetlerine hiç kıymet vermez, onlara hased etmediği gibi gıpta bile etmez. Ebu’d- Derdâ hazretleri:
“Ölümü çok hatırlayanda ne kendi nimetleri sebebiyle sevinç bulunur ne de başkalarının elindeki nimetlere karşı haset…” diyor.
Madem ki dünya geçicidir, eninde sonunda her nimet zeval bulacaktır; elinde çok nimet olup da kaybedenin acısı daha şiddetli olacaktır. Dünya hayatını mahrumiyetler içinde geçiren kişi, ölümü belki de bir kurtuluş gibi görürken, rahat bir hayat yaşadığı için dünya zevklerine dalmış olanlara ölüm çok korkunç görünecektir.
Bir mümine yakışan odur ki, elindeki mevcut nimetin şükrünü eda edip ahirete hazırlanma derdi ile meşgul olmaktan başkalarına bakmaya fırsatı olmasın. Başkalarıyla ancak iyiliklerde yardımlaşmak, hayırda yarışmak, sıkıntılarına yetişerek ahiret mükafatı kazanmak için ilgilensin.
Nitekim Rabbimiz buyuruyor ki: "Rabbinizin mağfiretine ve gökle yer kadar geniş olan cennete doğru müsabaka edin." (Hadid, 21)
Evet, Allah-u Zülcelal insana bir duygu dünyası vermiş, insan elinde olmadan başkalarının halinden etkilenir. Ancak bu etkilenmeyi “başkalarını çekememek,” şeklinde kötüye yönlendirmenin insana birçok zararı vardır. Her şeyden önce haset duygusu insanı için için yiyen bir kurt gibidir.
İmam Şafiî rahmetullahi aleyh diyor ki: “Dünyada en huzursuz kişi, gönlünde haset ve kin tutandır.”
Gerçekten de hased en büyük derttir. İnsanın başına bir hastalık veya başka bir dert gelse, Allah'a dua eder, bu dert onun için bir kefaret ve rahmet vesilesi olur. Neticesinde mükâfata kavuşmuş olarak o dertten kurtulur.
Hased ve husumet derdi ise, hem insana rahat vermez hem mükafatı yoktur aksine cezası vardır, hem de insan kendi kalbini bu çirkin huydan temizlemedikçe kurtulma imkanı yoktur. Çünkü hased eden insana, her nimet sahibi bir eziyet kaynağı olur. Hatta kıskandığı kişinin elinden nimet gitse bile yine hased sahibi rahat bulmaz, çünkü dünyada nimet ve başarı sahibi insanlar oldukça o her zaman kıskanacak birine rastlayacaktır. Bu sebeple en iyi çare kalbi temizlemektir.
Çare, Şuurlanmak
Peki kalp hased duygusundan nasıl selamete kavuşabilir?
İnsan, eline, ayağına ve diğer uzuvlarına bir derece hakim olabilir ama kalp hakim olması en zor uzvumuzdur. Çünkü kalbimizde biz daha farkına bile varmadan çeşitli hisler dalgalanıverir. Buna karşı en etkili çaremiz, bu duygunun kötü olduğunun şuuruna varmaktır.
Allah-u Zülcelâl atamız Hz. Âdem aleyhisselamın başından geçenleri anlatırken bize nefsimizin en tehlikeli huylarını tanıtmıştır. Malum, İblis’in Âdem babamızı kıskanması, nihayet Allah'ın huzurundan kovulmasına sebep olan hadiseler zincirini başlatmıştır.
İntikam için insanoğlunu da aynı felakete sürüklemek isteyen İblis, daha sonra Hz. Âdem’in oğlu Kabil’i kardeşini kıskanması için kışkırtmış ve böylece yeryüzünde ilk kan dökülmüştür.
O zamandan beridir dünyadaki kötülük ve husumetlerin kaynağında çoğu zaman hased duygusu yer almıştır. Hased, bir kişiye verilen nimete itiraz etmektir. Bu itiraz yüzünden kişi kendini o nimetten istifade etmekten mahrum bırakır. Mesela Yahudilerin bekleyip durdukları halde Peygamberimize iman etmemelerinin sebebi haseddir. Ebu Cehil, çok akıllı bir adam olduğu ve içten içe Peygamber efendimizin doğru söylediğini anladığı halde kabilecilik çekememezliği sebebiyle iman etmemiştir. Allah-u Zülcelâl onların bu hallerini yüzlerine vurduktan sonra: “Rabbinin rahmetini hasetçiler mi taksim edeceklerdir?!” (Zuhruf, 32) diyerek onları azarlamıştır.
Bunlar Peygamberimize zorluk çıkarmak ve eziyet etmek dışında bir zarar veremediler ama kendileri hidayet nimetinden mahrum oldular, ebedi bir felakete dûçar oldular. Rabbimiz, “Onlar Allah’ın nurunu üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe, 32) buyurmuştur.
Hased kâfirlerin ve münafıkların ahlakıdır. Münafıklar kalplerindeki hasedi gizleyen, Müslüman gibi görünen kişilerdi. Allah-u Zülcelâl onların kötü ahlakını şöyle haber vermiştir: “Size bir iyilik dokunursa, bu onları (münafıkları) üzer, size bir kötülük dokunursa, bu onları sevindirir.” (Al-i İmran, 120)
İşte insan bu hakikatler üzerinde düşünürse hased duygusunun hep Allah'ın sevmediği kişilerin ahlakı olduğunu, müminlere yakışmayacağını anlar. Eğer müminin kalbinde bu duygu varsa onunla son nefese kadar mücadele etmelidir. Eğer etmezse, kalbindeki bu kötü duygular onun sevaplarını yakıp yok eder. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Sakın haset etmeyin, çünkü ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de salih amelleri yer bitirir.” (Ebu Davud, 4903)
Hasede Sebep Olmamalı
Hased, müminlerin arasına düşmanlık sokar ve birlik beraberliği yok eder. Çeşitli bahanelerle müminlerin arasında fitne ve tefrika çıkmasının ardında çoğu zaman hased ve husumet hisleri bulunur. Bu sebeple ne kadar hakli gibi görünse de hased hissine karşı uyanık olmalıdır.
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
“Size eski ümmetlerde olan kalp hastalığı sirayet etti. Bu, haset ve buğzdur ki,o kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum, o dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.” (Tiırmizî, Sıfatu’1-Kıyâme 57,)
Hased kötü bir duygu olduğu gibi hasede sebep olacak şekilde şımarıklık, gösteriş, kibirlenme ve başkalarına tepeden bakma gibi hareketler de çirkindir. Ancak bu hareketlere kızan bir kişi kızgınlığını, hâşâ Allah'ın takdirine razı olmamak şekline çevirmemelidir.
Elbette her insan Allah'ın nimetlerini kendisinde görmek ister. Bilhassa ilim sahibi olmak, ibadet ve hayır hasenat yapacak imkâna kavuşmak, insanlara öğretme ve imamlık yapmak fırsatı veren bir mevkiye gelmek, imrenilecek nimetlerdendir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, “Ancak şu iki durumdaki kişiye imrenilebilir: Allah bir adama Kur’ân’ı verir, o da onu gece gündüz okur ve Allah bir adama servet verir, o da onu gece gündüz infak eder." (Buhârî, 3. K.İlm, Bab 15) buyuruyor.
Bununla birlikte başkasının elindeki imkânın hasretini çekip durmaktansa, kendi elindeki imkânlarla yapabileceği kadar iyilik yapmak daha faydalıdır. Esasen Rabbimiz, herkesi kendi elindeki imkânlardan mesul tutar. Az imkânı olduğu halde fedakârlık yaparak iyilik yapan kişinin mükâfatı daha çok olacaktır. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.”
“Bu nasıl olur, ey Allah'ın Resulü?” diye sordular. Şu cevabı verdi:
“Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti. Diğeri ise, malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesai, Zekat, 49)
Kısacası, mümine yakışan ahlak, başkalarının elindeki nimetlerle meşgul olmakla oyalanmamak, kendi kulluğuna bakmaktır.