Bir Yudum Teselli
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan ederiz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele!.. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman, «Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz.» derler.” (el-Bakara, 155-156)
Cenâb-ı Hak, insanı yaratmış ve onu imtihan etmek için yeryüzüne göndermiştir. Bu sebeple hayatımızın her ânı çok çeşitli imtihanlarla doludur. Meselâ kimi sıhhatinden, kimi de hastalığından imtihan edilebilir. Her iki durumda da kurtuluş, âyet-i kerîmede de belirtildiği üzere Allâh’a yönelmekten ve sabırdan geçer. Hatta zannedilenin aksine, sağlıklı bir vücut ile imtihan, hastalık ve özürlülükle imtihandan daha zordur. Tıpkı zenginlikle imtihanın fakirlikle imtihandan daha zor olduğu gibi… Zira sıhhatli insanın sıkıntısı ve derdi olmadığı için Allâh’ı unutmaya daha meyillidir. Verilen nîmetlerle şımarıp azgınlaşabilir veya Allâh’a itaati ihmal edebilir. Hastalık ve sakatlık ise, hiç aldatmayan bir nasihatçi ve ikaz eden bir mürşiddir. Hastalıkların ıstırabı ile asıl kimliğine bürünen insan, aczini anlar ve her şeyin Allah’tan olduğunu tekrar hatırlar ve böylece günahlarından arınır, olgunlaşır ve neticede Allah Teâlâ’nın istediği “hakiki kul” kıvamına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın bu kimseye pek çok ikram ve mükâfatları vardır. Hem hastalığın neticesi güzel olmasaydı, Allah Teâlâ en sevdiği kullarını hastalık ve bela ile imtihan eder miydi?!
Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Allah, hakkında hayır dilediği kimseyi musibetlerle imtihan eder.” (Buhârî)
“İnsanların en büyük (en zor) belâ ve imtihana mübtela olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hâl sahibi diğer mü’minlerdir.” (Tirmîzî, Zühd, 57)
“Müslümana fenalık, hastalık, keder, hüzün, eziyet ve iç sıkıntısından tutun da bir diken batmasına kadar uğradığı her musîbete karşılık, Cenâb-ı Hak onun suçlarını ve günahlarını örter.” (Müslim, Birr, 49)
İnsanlar başlarına gelen rahatsızlıklarla hayata dâir zevkleri kaybedeceklerine inandıkları için “hastalık” dendiği zaman bile tedirgin olurlar. Oysa insanların başına gelen rahatsızlıklar, iyi değerlendirilebilirse musîbetten çok, rahmettir. Bunun için hastalıklara, “mutsuzluk veren hâdise” gibi bakmamak ve bu konuda güzel bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Yani hasta insanların, içlerinde bulunduğu durumu, dünya açısından değil, âhirette kendilerine kazandıracağı faydalar açısından değerlendirmeleri, onları hastalığın sıkıntılarından kurtaracak tek çözüm yoludur. Mesela hayatta en önemli gâyesi çalışmak olan, enerji dolu bir kimse düşünelim; bu kişi, bedeninde şiddetli bir tahrîbata sebebiyet verecek bir hastalığa yakalansa neler olurdu acaba?
Belki geleceği için yaptığı planları, her zaman kendi tasarladığı şekilde gelişirken bir anda bütün hesapları alt-üst olacak ve hayatı birden bire farklı bir şekil alacak… Hastalığın şiddetine göre kullanacağı ağır ve tehlikeli ilaçlar, savunma mekanizmasına zarar verecek, bünyesini zayıflatacak… Bu sebeple sağlıklı insanların gittiği yerlere gidemeyecek; zamanının çoğunu evinde, kapalı ve temiz mekânlarda veya sâkin bir ortamda geçirmek durumunda kalacak… Eskisi gibi istediği yiyecekleri bile yiyemeyecek ya da diyet yapması gerekecek…
Ağrıları, hâlsizliği artacak, enerjisi iyice tükenecek… Ya da gördüğü tedâvî fizîkî görünümünü de etkileyecek… Belki aşırı zayıflayacak, belki de vücudunda şişkinlikler olacak; kısaca eski güzelliğini kaybetmeye başlayacak, vs…
Hâlbuki bu olaylar, farklı bir açıdan değerlendirilse, belki de insanlara o kadar da ağır gelmeyecek… Mesela öncelikle başımıza gelen her hâlin Allah’tan olduğunu kabullenmek en büyük tesellî kaynağıdır. Zira hayat çok kısa, o veya bu şekilde süratle ilerliyor. Hem hastalık ve çileler, ömrün çabucak geçmesine meydan vermiyor, hayatı tutuyor, uzun ediyor. Hastalıktan önceki hayatını eğlence ve zenginlik elde etme amacıyla gaflet içinde geçiren insanlar, hastalanmalarıyla birlikte hayata daha gerçekçi bakmaya mecbur kalıyorlar. Bu ise, onların daha güzel ahlâklı, daha vicdanlı, daha mütevâzi ve samimi bir kul olmaları için çok güzel bir fırsat hâline dönüşüyor.
Eğer kişi, yaptığı planlar içinde hastalık veya kaza gibi olaylara hiç yer vermemişse, çoğu zaman isyankâr bir tutum içine girebilir; “Niye benim başıma böyle bir olay geldi?” gibi yanlış bir mantıkla hareket edebilir. İslâm ahlâkından uzak yaşayan insanlar için hastalık veya kaza ânında tevekkül etmek ya da karşılaştıkları hâdiseye “hayır” gözüyle bakmak, neredeyse mümkün değildir.
Oysa insan, birçok âcizliklerle yaratılmıştır. Maalesef ki, kader gerçeğini kavrayamamış olan insanlar, başlarına gelen hastalıkların sebebi olarak yalnızca mikropları veya virüsleri görürler. Yine aynı şekilde bir trafik kazası geçirdiklerinde, bunun sebebinin sırf kötü araba kullanan, dikkatsiz bir insan olduğunu zannederler. Hâlbuki gerçek, onların zannettiklerinden farklıdır. Hastalığa sebebiyet veren her mikroorganizma veya insana zarar veren her şey, Allâh’ın sebep olarak yarattığı varlıklardır. Ve bu varlıkların hiçbiri başıboş değildir; hepsi Allâh’ın kontrolü ile hareket etmektedir. Sonsuz kudret sahibi Allâh’a teslim olan, O’nun rahmetine güvenip dayanan insan için zaten hastalık da, kazâ da, musîbet gibi görünen hâdiseler de; sonu hep hayırla bitecek imtihanlardır. Tabiî bunun için samimi bir îmâna sahip olup sabretmek gerekir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“… Kişi, dîni (dîne bağlılığı) nispetinde belâ (ve imtihan) görür. Dîni kuvvetli ve sağlam ise, belâsı ağır olur. Dîninde zayıflık söz konusu ise, dîni kadar belâ görür (imtihana) tâbî tutulur. Belâ, insanın yakasına öyle yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” (Tirmîzî) buyurmuşlardır.
Bu hususta İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, insanların başına gelen musibet ve hastalıkları üç kısma ayırmıştır:
1) Münâfığın hastalık ve musîbeti: Allâh’a itirazda bulunduğu için ona gelen musîbet ve hastalıklar cezâ olur.
2) Mü’minin hastalık ve musîbeti: “Allah’tan geldi.” diyerek sabrettiği için, onun musîbeti günahlarına keffâret olur.
3) Şükür makamında olan mü’minin musîbeti: Bu da hastalığında Allâh’a hamd ve şükürde bulunduğu için hastalığı Allah indinde derecesinin yükselmesine sebep olur.
Görüldüğü gibi hastalıklar, mü’min bir kimse için ya günahlarının affına ya da mânevî derecesinin yükselmesine vesîle olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ:
“…Olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız, ama o sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki, bir şeyi de seversiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allah (sizin için hangisinin daha hayırlı olduğunu en iyi) bilir de siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) buyurmaktadır.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, O, bir mü’min için hayrına olmayan bir şeye hükmetmez. Bu, ancak mü’minler içindir. Şâyet mü’mine bir iyilik isabet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şâyet bir sıkıntı isabet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur.” (Müslim) buyurmuşlardır.
Âyet ve hadîsleri kendisine rehber edinmiş nice hastalar vardır ki, uğradıkları hastalık kendilerine mânevî bir seviye kazandırmıştır. Öyle ki, böyle hastalar bir ayağı dünyada, diğer ayağı âhirette gibi yaşarlar. Her an Allâh’a duâ eder ve O’ndan medet isterler. Dünyayı kalben terk eder, gönüllerini âhirete bağlarlar. Hatta öyle hastalar vardır ki, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği dert ve ıstırap ona sevimli gelir. Çektiği çilenin tadını başka hiçbir şeyde bulamaz.
Zaten sağlığı iyi olmayanların, sağlıklı insanlara bakarak kendisini onlarla kıyaslaması, sadece üzüntü ve kederini artıracak bir durumdur. Kişi böyle yapmaya devam ederse, iyice rahatsızlanıp içine kapalı bir hâl alabilir yahud hastalığı kendisinde kalıcı izler bırakabilir. Bu sebeple kişinin elinde bulunan nîmetlere kanaat etmesi gerekir. Unutmamak gerekir ki, “Mülkün asıl sahibi Allah”tır. O, dilediğine dilediği kadar verir. Bizler, O’nun mülkünde hak iddia edemeyiz. Sahip olduğumuz bütün nîmetlerin Allah Teâlâ tarafından verilen bir “lütuf” olduğunun idrâki içinde olmalıyız.
Şunu da düşünmek gerekir ki, Allah Teâlâ, aldığı bir uzvun karşılığında kulu sabreder ve hâline râzı olursa; onu, ya bu dünyada, ya da âhirette pek çok nîmetlerle mükâfatlandırır. Mesela kişi öyle bir yanlış, öyle bir hata yapmıştır ki, yaptığı amellerle onu telâfî etmesi mümkün değildir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, kulunu günahtan kurtarmak istediği için onu bir hastalık veya sıkıntıya mübtelâ eder. Böylece kul, bir uzvunun eksikliği veya sakatlığı ile aczini ve zaafını farketsin de kalbini Allâh’a bağlasın; başına gelen hastalığa sabretsin ve bu durum, günahlarına keffâret olsun, neticede mânevî mertebesi ziyâdeleşsin. Yani bu durumda insan, hakikî mânâda az bir fedakârlık göstermiş, ancak çok şey kazanmıştır.
Hele ki, bu konuda Cenâb-ı Hakk’a -hâşâ- adâletsizlik isnâdında bulunmak çok yanlıştır. İnsanoğlu, bu dünyada dâimâ adâlet aramıştır. Lâkin bilmek gerekir ki, bu dünyada asla hakiki mânâda adâlet yoktur. Mutlak adâlet, kıyâmet gününde ortaya çıkacaktır.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Allah Teâlâ buyurur ki: «Kulumu iki sevgilisiyle (iki gözüyle) imtihan edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabrederse, iki gözüne karşılık olarak ona cennetimi veririm.»” buyurmuşlardır. (Buhârî, Merdâ, 7)
Demek ki, böyle ağır bir mübtelâ bile ne kadar kahır gibi görünse de, aslında o kimseye Allâh’ın lütfunun bir ifadesidir. Çok nadir olarak bazı kimseler bu konuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik veya aşağılık duygusu ile yoldan çıkıp azgınlaşsa bile, pek çok kimselerde bu çeşit eksiklikler, Allâh’a daha fazla yönelmeye vesile olmuştur. İşte o vakit anlamıştır ki insan, tek dostu Allah’tır. O’ndan başkası kendisine hakiki mânâda yardım edemez. Kendi dâhil, herkes âcizdir.
Hasta acıyı bir kere çekerken, yakınında bulunan, anne, baba, eş, kardeş veya evlat, acıyı iki kez çeker. Özellikle âilenin en önemli iki direği olan ebeveynden biri hastaysa, evde huzur ve sevinç neredeyse kalmayabilir. Bunun yanında anne ve baba için en zor imtihanlardan biri de çocuğunun hasta olmasıdır. Neredeyse her gün kan ağlayan ana-baba, şifâ duâlarının yanında hiçbir şey yapamamanın âcizliği ile, “Evlâdımın yerine bu derdi ben çekeydim.” niyazlarında bulunur. Hâlbuki bu ifade de, Allah’ın takdirine râzı olmamak ve “belâ temennî etmek” olduğundan kesinlikle doğru değildir.
Bir de hastaya bakanların durumları vardır tabiî... Görünüşte çok zor, zahmetli, sıkıntılı olan bu hizmet de başlı başına bir sevap vesilesi ve hikmet kaynağıdır. Hastanın kazandığı mânevî hâl ve sevâbın bir misli veya benzeri, hastaya bakanlar için de geçerlidir. Eğer evimizde baktığımız hasta, babamız veya annemiz ise, bu hizmet bize âhiretimizi kazandıracak mânevî kazanç kapısıdır. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Anne ve babasının ömrünün sonuna yetişip de cenneti kazanamayanın burnu sürtülsün.” (Tirmîzî, Deavât, 100) buyurmuştur. Demek ki, onları memnun etmek, cenneti kazandıran büyük bir hizmettir.
Şunu zikretmekte fayda vardır ki, hastalığın kazandırdığı ecrin büyüklüğüne kapılarak “Keşke dünyada iken biz de bir musibete uğrasak!..” şeklinde duâ ve niyazda bulunmak da çok yanlıştır. Zira sağlıklı olan kimseler için Allah Teâlâ’nın rahmetini celbedecek sayısız amel vardır. Yani sağlığın kıymetini bilmek için illâ hastalanmak gerekmediği gibi, imtihan olmak için de sadece hastalık gerekmez. Üstelik insan, hastalık ânında gerektiği gibi sabredebilecek midir, bilemez. Bu mânâda Kur’ân-ı Kerîm’in bize öğrettiği duâ ne güzeldir:
“…Rabbimiz! Bize dünyada hasene (iyilik, güzellik, sağlık, âfiyet ve hayır), âhirette de hasene ver. Bizi cehennem azâbından koru.” (el-Bakara, 201)
Kısaca, doğru değerlendirilebilen bir hastalığın beraberinde getirdiği hayırları toparlayacak olursak:
Hastalıklar;
-Sağlığın kıymetini bilmeyi öğretir.
-Günahlara keffârettir.
-İnsanı sabır, şükür ve tevekkül gibi duygularla donatır.
-Mânevî derecemizin yükselmesine sebebiyet verir.
-Kula âcizliğini ve Allâh’a muhtaç olduğunu hatırlatır.
-Kişide bulunan kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi kötü duygu ve düşünceleri giderir.
-Dünyanın geçiciliğini, âhiretin ebedîliğini hatırlayan insan, gafletten kurtulur.
Cenâb-ı Hak, cümlemize, sağlığımızın kıymetini bilmeyi ve hastalıklarımızda da Allah’ın takdîrinden râzı olarak gereği gibi sabredebilmeyi nasip eylesin.
Âmin.