KORKU VE ÜMİT ARASINDA
Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de müminlerin vasıflarını açıklarken mealen şöyle buyuruyor:
“Müminler korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler…” (Secde16)
“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen…” (Zümer, 9)
Bu ayet-i kerimeler, bizlere her daim korku ve ümit arasında bulunmamız gerektiğini bildiriyor. Manevi hayatımızı inşa ederken yalın, tek başına korku ya da sadece ümit kişiyi helâke götürür. “Beyne’l havf ve’r-recâ” dediğimiz korku ile ümidin arasında durmak, ikisini bir bütünde yaşamak ise felâha yolculuktur.
Kötü akıbet korkusu kişinin her daim Allah Tealâ’nın yoluna sarılmasını sağlarken, ümit ise O’nun sonsuz rahmetine tutunarak kalbimizi şevk ve gayrete getirir. Yaşama sevincini, ilahî kaderle barışmayı temin eder. Karamsarlık girdabında boğulmaya mani olur.
Ümitsizlik imanla ilgili ciddi bir sorundur. Zâhir ve bâtın şartlar ne kadar sıkıntılı olursa olsun, Allah’ın rahmetinden ümidini kesen, Rahman ve Rahim Rabbimizin irade ve şefkati konusunda son derece hatalı bir bakışa sahip demektir. Zira O’nun ihsan ve rahmetinden ümit kesmek, yaşanan sıkıntı ve zorlukları ilahî planının dışında görmek anlamına gelir. Oysa biliyoruz ki O’na yönelen hiçbir kalp, açılan hiçbir el boş dönmeyecektir. Ya dünyada ya da ahirette ilahî rahmet tecelli edecek, dualara icabet olunacaktır. İnsan acelecidir ama “ahiret nimeti elbette daha hayırlıdır.”
Günümüzde türlü psikolojik bunalımların pençesine düşmüş insan, korku ve ümit dengesini yitirmiş olmanın bedelini ödüyor. Allah korkusu ve ahiret kaygısının az oluşu ile ilahî sınırları hoyratça çiğnerken, ölçüsüz ya da boş ümitlere tutunarak helâk edici bir gaflete sürükleniyor. Böylece ilahî rahmet ikliminden uzaklaştıkça anlamsızlık ve tatminsizliğe, dolayısıyla karamsarlığa, tövbe ve gayret kapısından uzaklara itiliyor.
Mümin kişi bilir ki, hayatın önümüze çıkardığı maddi manevi zorluk ve sıkıntılar, hayal kırıklıkları, çok büyük ölçüde aklını ve iradesini doğru kullanamayan insanın kendisinden kaynaklanan arizî bir durumdur. Böyle durumda kişi niyet ve istikametini tazeler, geriye değil ufuklara bakar, yeni başlangıçlara yelken açar.
Cenab-ı Mevlâ Hz. İbrahim a.s.’a gönderilen meleklerin dilinden “Zaten sapkınlardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümidini keser?’ (Hicr, 56) buyuruyor. Bu soru ve içindeki cevabın muhatabı hepimiziz. İnanan kişinin ümit kaynağı bu dünyayı ve içindeki her şeyi aşan bir hakikat olduğundan, kalbinde taşıdığı ümit ve heyecan hali, en kötü şartları dahi kuşatıp alt edecek güce ve dinamizme sahiptir.
Allah dostlarının hayatı bu konuda en güzel örnektir. Onlar her daim Asr-ı Saadet’te yaşar gibi gayret ve ümit içindedirler. Çok büyük bela ve musibetler karşısında bile gayretlerini kaybetmez, vazife neyse onu ifa etmeye çalışırlar. Netice ise Alemlerin Rabbi Allah’a aittir. Tarihin her döneminde memleketler, toplumlar fitne ile çalkanırken, Allah dostları şartlara takılıp kalmamış, sonucu Mülkün Sahibi’ne havale ederek şefkat ve merhamet tohumları serpmişlerdir. Bugün için de aynısı geçerlidir.
Ferdî ve toplum hayatımızda önümüze çıkan ve kimilerini karamsarlığa sevk eden olumsuzlukları bir veri olarak kabul etmek, imanın bize verdiği özgüven ve asalete gölge düşürmektir. Aynı zamanda bize dair kötü niyet besleyenlerin hedefine ulaşması demektir. Bu sebeple her dönem, her mevsim yeis, karamsarlık, bıkkınlık, ümitsizlik değil; aksine heyecan, şevk ve tebessüm dönemidir. Müminin aydınlık yüzünün, bir tebessümünün her türlü küfre karşı atılmış bir ok olduğunu unutmamalıyız.
Fakat recâ, yani ümit hali, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere gaflet uykusu olmamalıdır. Çünkü recâ, ebedi hayata dair amelsiz dilek ve beklenti içinde olmak değildir. Ümit ile boş temenni arasında önemli fark vardır. Boş temenni ciddiyetsizliktir, gayret yoluna sevk etmez. Ümit sahibi ise âtıl değil aktiftir; ulaşmak istediği hedefin gereği olan çaba ve gayreti gösterir.
Bu çabadan sonra güzel sonucu beklemek, hayırlara ulaşmayı ummaktır. Bir gün nasılsa gayrete gelirim, nasıl olsa Allah beni de affeder, cennette bana da bir yer bulunur, diyerek vazifelerde gevşek davranmak büyük bir aldanış, boş bir bekleyiştir. Bu şeytanın çok meşhur bir hilesidir.
Sonuç olarak, korku ve ümit arasında olma hali bir iman meselesidir. Çünkü iman, hem Allah’tan korkmayı ve sakınmayı hem de O’nun rahmetine, merhametine ve adaletine güvenmeyi gerektirir. İki halin hangisi kalpten çekilse küfre düşme tehlikesi belirir. Allah’tan korkmayan insan isyan yolunu tutar, bu yolun sonu ise küfre çıkar. Ümidin azalması ya da yok olması da imana aykırıdır, aynı yere çıkar.
Cenab-ı Mevlâ bizlere hakkıyla iman etmeyi, kalbimizi havf ve recâ arasında dengede tutarak amellerimizi, işlerimizi layıkıyla yapmayı nasip buyursun.
Amin.