Yaratılışın Şaheseri Olan İnsanın Dokunulmazlığı
Bütün kâinatı yaratan Yüce Allah, halife olacak yani bu varlık âlemini onun koyduğu kurallara göre yönetecek bir başka türü yaratmayı murat etti. Bu varlık onun şaheseri, gelenekteki sıfatıyla eşref-i mahlûkat olan insandı. Kullukları ve itaatleri sürekli olan melekler “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” dediklerinde Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” (Bakara, 2/30.) buyurmuştu.
Sonra Yüce Yaratıcı bu yeni varlığa ruhundan üflemiş, evrene ve içindekilere ilişkin bilgileri yüklemiş ve meleklerin ona saygı gösterip önünde eğilmesini emretmişti. (Sad, 38/71-73.) İblis dışında bütün melekler insana saygı göstermişlerdi. İnsanın yaratılışın şaheseri oluşunu kabullenemeyip kibrinin esiri olan İblis, yine Yüce Allah’tan aldığı izinle artık onun kıyamete değin düşmanı olacak, yoldan çıkması, kan dökmesi ve yeryüzünde bozgunculuk yapması için elinden geleni ardına koymayacaktı. (A’raf, 7/11-17; Sad 38/75-83.)
İblis’in düşmanlığına karşı Yüce Allah insanı da donanımlı yaratmıştı elbette. Ona akıl ve bilinç vermiş, iyiyi (takva) ve kötüyü (fücur) öğretmiş, bunları unuttuğunda hatırlatmak üzere peygamberler gönderip kitaplar indirmişti. Öğrettiği ve zaman zaman hatırlattığı gerçeklerin başında da tevhitten sonra insanın saygınlığı ve dokunulmazlığı geliyordu. Çünkü şeytan, insanı en çok başka bir insan üzerinden aldatır. Onu aşağılamasını, kandırmasını, baskılamasını, eziyet etmesini ve nihayet öldürmesini telkin eder. Tıpkı Kâbil’e yaptığı gibi. (Maide, 5/29-30.)
Yeryüzünde baş gösteren bozgunculuğun ana sebebi de her insanın yaratılıştan sahip olduğu saygınlık ve şerefinin göz ardı edilmesiydi. Bu saygınlık aynı zamanda onun, başka ilave bir nitelik gerekmeksizin sırf insan olması sebebiyle dokunulmazlığı anlamına geliyordu. Çünkü Cenab-ı Hak, “Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana haklı bir sebep yokken kıymayın!...” diyerek kim olursa olsun başka birisinin canına kastetmeyi “haram” kılmış (İsra, 17/33.) ve şöyle buyurmuştu: “…kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir…” (Maide, 5/32.)
Aynı mesaj, âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından şu cümlelerle verilecekti: “İnsanı helak eden yedi şeyden biri de Allah’ın haram kıldığı/kendisine zarar vermeyi yasakladığı bir cana kıymaktır.” (Buhari, Vesaya, 23.); “Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize haramdır/dokunulmazdır.” (Buhari, İlim, 9; Müslim, Kasame, 29.)
Dikkat edileceği üzere bu dokunulmazlık sadece Müslümanlar için değildi. “İnsan olmak” olgusu tek başına bunu sağlıyordu. Onun için “kim bir cana kıyarsa” denmiş ve bir cinayetin sonuçta “bütün insanlığa” karşı işlenmiş olacağı vurgulanmıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.) “Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, zira hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır. Allah katında en değerli olanınız, ona en çok saygı göstereninizdir. Arab’ın Arap olmayana, Allah’a saygı ölçüsü dışında başka bir üstünlüğü yoktur.” (Müslim, Hac 147; Ebu Davud, Edeb, 111.) diyerek “insaniyet”teki eşitliğe işaret etmiş, buna bağlı olarak da, “Kim Müslüman toplumda yaşaması için kendisine güvence verilmiş bir yabancıyı öldürürse cennetin kokusunu alamaz. Oysa onun kokusu kırk yıllık mesafeden alınır.” (Buhari, Diyat, 30.) buyurmuş ve gayrimüslimlere haksızlık yapanların karşısına hesap gününde bizzat kendisinin çıkacağını haber vermişti. (Ebu David, İmare, 33.)
İslam âlimleri işte bütün bu verilerden hareketle “İnsanın saygınlığı ve değeri ‘Ademiyyet’inden kaynaklanır” kuralını koyacaklardır. Mesela bu âlimlerden biri olan Şemsüleimme es-Serahsi (ö. 483/1090) şu yorumu yapacaktır: “Allah, kendi emanetini taşıması için yarattığı insanı, hukukullahın gereklerini yerine getirebilsin diye akıl ve hukuki kişilik (zimmet) nimetleriyle donatmış ve yine üstlendiği emanetin gereğini tam olarak eda edebilmesi için ona doğumundan itibaren dokunulmazlık (ismet), özgürlük (hürriyet) ve mülkiyet sahibi olabilme (malikiyet) haklarını bahşetmiştir.” (el-Usûl, Beyrut 1993, II, 334.) Bir başka âlim İbn Âbidin de (ö. 1252/1836) “Kâfir bile olsa insan mükerremdir/saygındır; ölü kâfirin kemiğini kırmak da aynı gerekçeyle caiz değildir.” (Reddü’l-muhtar, Beyrut 1992, V, 58.) diyecektir.
İslam, savaşta bile insanın saygınlığının korunması ve haklarının garanti altına alınması için tedbirler koymuştur. Mesela bu meyanda düşman tarafında olmakla beraber fiilen savaşmayan kadın, çocuk, yaşlı, engelli, kendi işinde meşgul olan kişilerle mabetlerinde kalan din adamlarına dokunulmamış, düşmanın kutsal varlıklarına ilişilmemiş, gereksiz tahribat yasaklanmış, işkence ve yağmalama suç sayılmış, düşman cesetlerine saygı gösterilmesi emredilmiştir. (bk. Buhari, Cihad 102, 149; Müslim, Cihad 2, 3, 12; Ebu Davud, Hudud 14; Tirmizi, Siyer 40.)
Bütün insanlık için geçerli olan bu hakikat, Müslüman söz konusu olduğu zaman daha bir anlamlı hâle gelecektir. Müslümanın Müslümana kastı ve onu öldürmesi, dünyada cezası ağır olan bir suç olması yanında cehennemde sürekli kalmayı gerektiren bir büyük günah olarak tescil edilmiştir: “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 4/93.) Bir Müslümanı öldürmek öylesine büyük bir cinayettir ki Hz. Peygamber (s.a.s.) “Dünyanın yok olması, Allah katında bir Müslümanın öldürülmesinden daha hafiftir.” (Tirmizi, Diyat, 7.) karşılaştırmasını yapacaktır.
Hâl böyleyken nasıl olur da kendisini Müslüman sayan birisi, yine Müslüman bir toplum içinde kendisini patlatacak canlı bomba olabilir? Kadın, çocuk, yaşlı demeden onlarca masum kişiyi öldürmeyi hangi vicdan onaylayabilir? Yüce Allah’ın yukarıdaki buyrukları, Hz. Peygamber’in açıklamaları ve mübarek ilim geleneğimizin çıkarımları İslam toplumlarının ve topraklarının bir eman ve selam yurdu olduğunu/olması gerektiğini söyleyip bu uğurdaki çabaları “cihat” olarak tanımlarken nasıl olur da bu anlamlı terim tam tersine şiddetin, işkencenin, cinayetin ve katliamın adı olarak yansıtılabilir?