ÇOCUKLAR AĞLAMASIN!
Allah Rasulü (s.a.v) yolda arkadaşlarıyla yürürken, ağlayan bir çocuğa rastladı. Oracıkta durdu. Hz. Ömer’e (r.a) “Bu çocuğu bağrına bas, teskin et. Zira o iyiliktir” dedi. Efendimiz ağlayan bir çocuk gördüğünde ya da çocuk ağlaması duyduğunda kayıtsız kalmaz, o çocuğu kendi haline bıraktırmazdı.
Peygamber (s.a.v) çocukların ağlamaya terk edilmesine taraftar değildi. Bir sabah namazında birinci rekatta 60 ayetlik kıraatte bulunan Rasulullah (s.a.v), kulağına çocuk ağlaması gelmesi üzerine, ikinci rekatı en kısa sure ile tamamlamıştır. (Nesei) Çocukların hastalık ya da herhangi bir sebep dolayısıyla ağlamaları karşısında anneleri sabra teşvik etmiş, onları cennetle müjdelemiş, çocukların ağlamalarına sabretmenin yollarını açmıştır. “Çocuğun ağlaması ilk iki ayda Allah’tan başka ilah olmadığına şahadettir. Dördüncü ayın sonuna kadar Allah’a tevekküldür. Sekizinci ayın sonuna kadar ise anne ve babası için istiğfardır” buyurmuştur. Çocuk bakımında ebeveyn için türlü hikmetler olması onların bu görevi zevkle yerine getirmesine yol açan bir motivasyon unsuru olmuştur.
Efendimiz (s.a.v) çocukları bir yük değil bulundukları mekanları güzelleştiren, koku ve renk itibarıyla çiçeğe benzetmiş, torunlarını “Reyhanlarım” diyerek koklayıp sevmiştir. Reyhan çok güzel koku veren, görünümü hoş fakat bakımı özen isteyen narin bir çiçektir. Boynunun bükülmesi ise an meselesidir. (Nuriye Çeleğen, Peygamberimiz Çocuklara Nasıl Davranırdı?)
“Geç Kaldığı İçin Korkuyor, Sakın Onu Dövmeyin”
Peygamber Efendimiz (s.a.v) çocukları çiçeğe benzeterek aslında onların rengi kokusu ve varlıklarıyla evleri ve ruhları güzelleştirdiklerini betimlerken aynı zamanda onların bir çiçek kadar narin ve kırılgan yapılarına da işaret ediyordu. Ne susuz kalan bir çiçeğin sararıp boynunu bükmesine rıza gösterilebiliyordu ne de bir çocuğun ağlayarak boynunu bükmesine. Ağlayan bir küçük çocuk görse yolda, yönünü ona doğru çevirir, onun gözlerinde sevinç ışıltısı görene kadar yanında kalırdı.
Bir akşam üstü yolda yürürken küçük bir kız çocuğunun boynu bükük ağladığını gördü. Yanına gidip neden ağladığını sordu. Küçük kıza bir miktar un alması için iki gümüş verilmişti. Küçük kız yürürken dalgınlıkla elinden bu gümüşleri düşürdüğünü fark etmiş, eve geri dönmeye de korkmuş ve çaresizlikten için için ağlıyordu. Belli ki bir evde köleydi. Sahipleri ona inanmayacak, azarlayacak belki de döveceklerdi. Küçük kızın korkularının farkında olan Efendimiz’in (s.a.v) o gün üzerinde 10 gümüş parası vardı. Dördü ile sabah kendisine bir gömlek satın almış, eve geldiğinde kapıdan içeri girecekken yoldan geçen bir fakir gömleğini beğenmiş ve Efendimiz de gömleği çıkarıp ona hediye etmişti. Geri dönüp kendisine bir gömlek daha almış ve yolda bu küçük kıza rastlamıştı. Cebinde kalan iki gümüşü de ona vermiş ancak bu durum küçük kızın gözlerindeki hüzün bulutunu dağıtmaya yetmemişti. Evden çıkalı hayli zaman geçmişti. Bu saate kadar dışarıda ne yaptığını sahibine anlatmakta zorlanabilirdi. Efendimiz, çocuğun minik ellerinden tuttu. “Hadi seni evine ben bırakayım” dedi. Ev sahibi kapıda Efendimiz’i görünce hayli şaşırmış ve onurlanmıştı. Efendimiz (s.a.v) korku içindeki bu masum küçüğü ait olduğu yere götürmekle kalmamış, “Geç kaldığı için korkuyor, sakın onu dövmeyin” diye ev sahibini tembihlemişti. Bu kutlu misafirin kapılarına kadar geldiğini gören ev sahibi küçük kızı serbest bıraktı. Efendimiz (s.a.v) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ya Rab, verdiğin bu on gümüş ne bereketliymiş, hem beni ve bir yoksulu giydirdin hem de bir esiri hürriyetine kavuşturdun…”
“Benim Baban, Ayşe'nin Annen, Hasan ve Hüseyin'in Kardeşlerin Olmasını İster Misin?”
Böylece hürriyetine kavuşan küçük kızın gülüşünde baharın en güzel çiçekleri açmıştı. Sevincin, neşenin en saf hali çocukların yüzlerine yakışandı. Sevinci çağrıştıran her şey onları da yansıtırdı. Tıpkı kardeşlik ve neşenin sembolü bayramların en çok çocuk zihninde yer ettiği ve daha çok çocuğa yakıştığı gibi. Tatlı bir bayram sabahında çocuklar gülüp oynarken içlerinden biri yolun kenarına oturmuş, elbiseleri kirli, mutsuzluğu her halinden belliydi. Şefkat timsali Efendimiz (s.a.v) onun hüznünü fark etmiş, yumuşak ses tonuyla neden oyuna katılmadığını sormuştu. Çocuğun babası şehit olmuş, annesi yeniden evlenmiş, üvey babası onu istemiyordu. Kainatın efendisi, çocuğun ağlamaklı yüzünü avuçlarının içine alıp sevgiyle sordu: “Benim baban, Ayşe’nin annen, Hasan ve Hüseyin’in kardeşlerin olmasını ister misin?” Ağlamaktan kırmızıya çalmış gözleri mutlulukla ışıldayan çocuk sevincinden Efendimiz’in boynuna sarıldı. Dünyalar artık onundu. Efendimiz onu evine getirdi, yedirdi, içirdi, üstünü giydirdi. Bayramlarda olması gereken ruh haline kavuşmuş neşeyle sokağa koşup arkadaşlarıyla oyuna tutuşmuştu.
Ağlamanın bir çok çeşidi vardı ama hiç biri çocuğun yüzüne yakışmaz, orada birkaç dakikadan fazla tutunamazdı. Yüreğinin sıcaklığı hüznü eritiverirdi. Bir çocuğun protez bacağına rağmen neşeyle gülen bir poz vermesi bu yüzdendi. Barut dumanının bıraktığı isle simsiyah olmuş çocuk yüzündeki bir çift inci göz, bir çift şekerle parıldamaya başlardı oracıkta. Üzmesi de çok kolaydır o narin kalbi, sevindirmesi de. Kendisi temiz, fikri temizdir. Kin, nefret, kibir bilmez. Masumdur. Tazeciktir, yeşeren bir umuttur. Bahardır, neşedir, çağlamalıdır. Her şeyden önemlisi de güçsüzdür ve günahsızdır. En çok da bu yüzden dünyanın nefretine kurban olmamalıdır.
“Çocuk küçüktür ama bazen derdi büyüktür
Çocukluk kimi zaman çocuk için bir yüktür”
Eren Demir.