Huzur Kaynağımız Aile
Aile bir toplumun temelini oluşturan, genel anlamda ve sosyologların ittifak ettikleri tanımıyla anne, baba ve çocuklardan oluşan sosyal bir topluluktur. Temeli cennette atılan en eski ama hiç eskimeyen bir kurumdur. Kökleri cennete kadar uzanan, tarihçesi ilk insan ve ilk peygamberle başlayan bir müessesedir. Huzur, mutluluk ve refah merkezidir. Dünyaya ilk defa gözlerini açan mini minnacık bir bebeğin en güvenli limanıdır aile. Kendini, çevresini ve misafir olduğu dünyayı anlamlandırmaya çalışan bir çocuğun, en kapsamlı ve kaliteli okuludur. Akıldan çok hissiyatın ön planda olduğu gençlik döneminde onlara numune-i imtisal olan, Hz. Mevlana’nın ifadesiyle “gençlerin aynada göremediklerini tozlu taşlar üzerinde gören” tecrübeli büyüklerden oluşan bir ilim, hikmet ve istişare merkezidir. Aile, gençlerin büyüklerinden tecrübe edindiği, büyüklerin ise fiziksel olarak kendilerini ihtiyarlamış hissederken bilgileriyle gençlere faydalı oldukları en kıymetli müessesedir.
Eğer biz, millet olarak bugün, dâhili ve haricî; zahirî ve bâtıni bütün dejenerasyonlara rağmen, hâlâ dimdik ayakta isek bunun en önemli sebeplerinden biri aile bağlarımızın her şeye rağmen sağlam oluşudur. Çünkü bizim dinî telakkimizde, nebevi öğretide ve kadim medeniyetimizde aile, insanın, özellikle Müslüman’ın sığınağı, küçük bir dünyası ve âdeta bir nevi cennetidir. Sığınak dedik, ne işe yarar sığınak? Sığınak, hayatımıza dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunabileceğimiz bir yerdir. Aile de öyle değil mi? Maddi ve manevi hayatımıza gelebilecek menfilikler karşısında âdeta bir paratoner görevi ifa eder ailemiz. İçinden çıkamadığımız, üstesinden gelemediğimiz bütün dert ve sıkıntılarımızı aile ocağına sığınarak çözmeye çalışırız. Zira biz biliriz ki bizim derdimizle gerçek manada dertleşecek; hâlimizle hemhâl olacak ailemiz ve özellikle de “cennet ayakları altında” olan şefkat kahramanı annelerimizdir. “Ağlarsa anam ağlar, gayrısı yalan ağlar.’’
diyen şairimiz ne kadar haklı değil mi? Allah Teâlâ bizlere cenneti anlatırken, orada sıkıntı, keder, gam vb. dünyaya ait hiçbir olumsuzluğun olmayacağını ifade eder (Nebe, 78/35). Gün boyu çalışıp yorulan, çağımızın vebası strese ister istemez müptela olan bir insan ancak ve ancak boş söz, yalan, hile ve entrikaların olmadığı yegâne yer olan sıcak aile yuvasında âdeta cennetvari bir huzur bulur. Dışarıdan getirdiği olumsuz duyguları, kaygı ve stresini ceketiyle beraber kapının arkasına asar, ailesi ona cenneti hatırlatır. Dinî kaynaklarımızda Resul-i Ekrem’in ailesinden bahsedilirken “hane-i saadet’’ ifadesi kullanılır. Ne hoş bir ifadedir bu. Mutluluk yurdu, mutluluk evi… Cennet için de aynı ifade kullanılır. “Ebedî saadet yurdu, güvenli bir yer” (Duhan, 44/51). “Orada koltuklar üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne güneş (yakıcı sıcak) görürler ne de dondurucu soğuk.” (İnsan, 76/13).
Kur’an-ı Kerim’de “mîsâk-ı ğalîz” ağır sorumluluk olan bir söz (Nisa, 4/21) şeklinde nitelendirilen, evlilik akdiyle bir araya geldiğimiz eşlerimize “heva”ya göre değil, “Hüda”ya göre bakmalıyız. Nedir “hevaca” ve “Hüdaca” bakış? Hüdai bir nazarla refika-i hayatına bakan kişi ona olan sevgisini, muhabbetini, beş on senelik fani ve dış güzelliğine bina etmez. Zira eşin hüsn-ü suretine değil, hüsn-ü siretine önem verilmelidir. Dış güzellik, makam, mevki, servet ve şöhret fanidir; iç güzellik, ahlak, samimiyet ve dürüstlük ise bakidir. İki cihan serveri nikahlanılacak kadınlarda bulunması gereken kriterleri zikrettikten sonra “Ama sen ahlaklı ve dindar olanını tercih et.’’ diye bitirir sözünü ve mekarim-i ahlaka vurgu yapar. Eşler birbirini mütedeyyinlik hususunda örnek alarak iki cihan saadetini kazanmış olurlar.
İnsan sadece et ve kemikten mürekkep bir varlık değildir. Onun fıtratına, Cenab-ı Hak tarafından sayısız duygular dercedilmiştir. Bunların başında da kalp, ruh ve akıl gibi duygular gelir. Bu bakış açısından hareketle aile sadece biyolojik bir birliktelik değil, aynı zamanda ruhi bir birlikteliği ifade eder. Yani kalpleri bir araya gelmeyen aile bireylerinin kalıpları bir araya gelse bile orada huzur ve mutluluktan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü insanın yeme, içme ve barınmadan sonra en çok ihtiyaç duyduğu şey ailedir. Bir başka ifadeyle insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine karşılık bir kalbin bulunmasıdır. Bu ihtiyacın en önemli sebepleri, sevinçleri, neşeleri, acı ve kederleri paylaşmaktır.
Ailenin temeline “sekinet, rahmet ve meveddet” kavramlarını oturtmadan huzur ve mutluluktan bahsetmek mümkün olamaz. Zira meveddetten rahmet, rahmetten sekinet doğar. Bu kavramlardan biri bile eksik olduğunda orada işler yolunda değil demektir.
Aile sadece bu dünya ile sınırlı bir birliktelik değil, sonu cennetle ve ebedî hayatla neticelenecek olan bir süreçtir. Aile, fıtrata dayalı bir işbirliğidir. Bu işbirliğinde aile bireyleri birbirini teyit ve takviye eder. Birbirlerine köstek değil, destek olurlar. Âdeta bir binanın tuğlaları, bir tarağın dişleri ve bir fabrikanın çarkları gibidirler. Tefrika, niza, nifak ve şikak asla onların yuvasında barınamaz. Aile küçük ama geniş bir âlemdir. Aile fiziken küçük ama manen dünyaları ihata edecek kadar büyüktür. Asrımızın manevi felaketlerine karşı, gönül dünyamızı zedeleyip imanımızı tehdit eden günahlara karşı bizi koruyan en büyük kalkandır aile.
Hülasa, aile, huzur ve mutluluk demektir. Rahmet, meveddet ve sekinet üzerine oturmuş bir sacayağıdır. Aile yıkıldığımız yerden kalkmanın adresidir. O bizim aynamızdır.
Ve aile, merhum Akif’in: “Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz.” diye tarif ve tavsif ettiği şaşaalı ve şatafatlı zamanlara tekrar dönmenin adıdır.
Sadece aile olmak değil, aynı zamanda aile kalmak dua ve niyazıyla...