Merhametli Yiğitler - Hayâlı Kadınlar
Aile birlikte yaşayabilme sanatının en iyi icra edilebileceği huzur adacığıdır. Bir erkeğin ya da kadının sığınabileceği en güvenli limandır aile. Huzur ve emniyeti orada hisseder insan. Ailesi olmayanlar hüznü ve korkuyu bir arada yaşarlar. Zira Allah’ın emri, Resulü’nün kavli ile kurulan aile ile neslin devamı ve günahlardan korunma hedeflenir. Böylece fıtratımızdaki en önemli iki duygu yüce Allah’ın koymuş olduğu sınırlar dahilinde meşru bir zemine çekilir.
Aile kurmak huzuru yakalamak için bir araç olabilir. Ancak aile saadeti için asıl iş kendimizde bitiyor. Nefsimizde Peygamberimiz’in ahlakını tahakkuk ettirebildik mi? Nasıl biriyiz? Başkalarını geçtik de kendimizi tanıyabiliyor muyuz? Yoksa kendimize yabancı ve yalancı mıyız? Modern yaşam biçimleriyle birey olarak kaybettiğimiz hasletler Müslüman bir toplumun büyük kaybı olarak nelere dönüşüyor, tekabül ediyor?
Örneğin İslam ahlakı ve düşüncesiyle inşa edilmiş Osmanlı toplumunda Osmanlı erkeği dediğimizde onun ayırıcı iki vasfı vardı. Birincisi, alp yani yiğit oluşuydu. Kafirlere karşı izzetli ve onurlu bir duruşu vardı. Kibirli değil ancak vakurdu
Sözümüz senettir der, dürüstlüğü, vefayı ve mertliği ruhunda yaşatırdı. Din, İslam, ezan, vatan, namus dendiğinde onun için akan sular dururdu. Bunun için yapamayacağı hiçbir şey yoktu.
İkinci vasfı ise merhametli oluşuydu. Taşı bile mübarek elinde yumuşak tutan Peygamberi (sav) gibi Allah’ın yarattığı her şeye karşı merhametli bir duruş sahibi olan bu erkek, eşini sarıp sarmalar, ailesini muhafaza altına alırdı. Sevgi onda merhameti, merhamet de aşkı doğuruyordu. Sert görünüşünün arkasında hanımını aşkla severek çarpan bir yüreği vardı. Yeri geldiğinde merhametinden ağlamasını bilebilecek kadar… İşte bu onun ermişlik ve kâmillik tarafıydı. Yüreği sevgi dolu bu ermişlerin gönüllerinde herkesin oturabileceği bir sandalye vardı. Böylece o bey oluyor, efendi oluyordu. Onlar yürekli ve gönüllü insanlardı.
Osmanlı hanımının ise ayrıcı vasfı eşine olan sadakati ve haya duygusuydu. Kadın utandığında yüzünde hasıl olan kızarıklıkla tarif edilirdi. Bununla birlikte haya en çok Osmanlı erkeğine yakışırdı. Haya onlarda letafeti, nazikliği, nazeninliği, naifliği, nezafeti, zerafeti ve iffeti vücuda getiriyordu. Eşine saygı duyuşuyla onlar sultan oluyor ve bu sultanlara saygı duyuluyordu. Kısacası Osmanlı kadını haya, edeb, iffet ve namus doğuruyordu.
Temeli böyle muhkem atılan aile bu surette devam eder ve kemaline ererdi.
Toplumumuzu besleyen irfan pınarları kesilince Allah korkulu bu insanların yerini şimdilerde daha çok Allah’tan korkmaz kuldan utanmaz arsızlar, nakıslar; içi mana dolu o vakur asaletin yerini ise kabalık, sertlik, duygusuzluk ve haşinlik aldı. Artık Allah korkusu taşıyan merhametli erkeklerden söz edilmiyor aksine eşini döven, hırpalayan salon erkeklerinden hatta canilerden söz ediliyor.
Haya ve iffet duygusunu kaybedince de kadın asaletini yitirdi. Gönül verilecek bir iffet timsali değil gönül eğlendirilecek bir meta derecesine düşürdü kendisini ve saygı telkin ettirmiyor. Sözün özü aileye nokta düştü ve ğaile oldu.
Merhametin erkekte, hayanın kadında kayboluşuyla ailede vefakarlık, fadakarlık, sadakat, sevgi ve saygı da göçer gider.
Ailenin üzerinde bulunduğu bu fay hattında korkunç depremler oluyor. Asıl bu noktada bir şeyler yapılmazsa aileyi ve milletimizi ayakta tutan bu direkler yıkılır ve çöken çatının altında bütün tolum kalır. Çare ise “özümüz”de gizli.
Abdullah Çakır.