Müslümanlar Ailemizdir
Müslümanlar, büyük bir ailenin mensuplarıdır.
Her Müslüman, bu büyük aileye kendini ait hisseder veya hissetmelidir. Müslüman, aynı anadan doğmasa da aynı babadan olmasa da diğer Müslümanı kardeşi bilir. Çünkü kardeşlik kararı ötelerden verilmiştir. Rabbimiz bizi, kardeş kılmıştır. Müslüman, Müslüman kardeşiyle ümmet olur. Gözünü onunla açar, büyür ve yaşar. Müslümanlar, değil mi ki aynı Allah (c.c)’a iman etmiş, aynı Peygamber (s.a.v)’e ümmet olmuşlar, o halde bütün ve kocaman bir aile olmuşlardır.
Müslüman, gönül yelpazesini en doğudaki müslümandan en batıdakine kadar geniş tutar. Ümmetin dertlerini, kendine dert edinir; acılarını acı, sevinçlerini sevinç… Kendi zararına bile olsa ümmetin menfaatini kendi menfaatine tercih eder. Parçacı düşünmez. Meselelere bütüncül bakar. İlahi imtihanı, Rabbinin imkân verdiği nispette anlamaya çalışır. İmtihan seçimi yapmaz. Allah Teâlâ’nın karşı karşıya bıraktığı imtihanda başarılı olmaya çalışır.
Müslüman, şuur sahibidir. Durduğu yeri iyi bilir. Bildiğini iyi savunur. Etrafında olan biten olaylara ne olursa olsun şahsileştirmeden ümmet zaviyesinden bakar, öyle değerlendirir. Fikir yürütürken nefsini hesaba katmaz. Değerlendirmelerini, ümmetin değerleri üzerinden yapar. Daima ümmetin ikbal ve itibarını düşünür. Kardeşlik şuuru ve ümmetin tamamını kuşatan bakış açısı ona yol gösterir. İşte o zaman zorluklar, kolay; fedakârlıklar görev olur.
Hal böyleyken, en azından, bâtıl bir dava için canını vermekten kaçınmadan mücadele eden gafil adamın taşıdığı şuurun bir benzerini Hak dava için taşıyamamak; küfrün azılı temsilcilerinin bulundukları kaleleri düşürmemek için canhıraş mücadele edip, birbirleriyle kenetlenişini gördükten sonra dahi aynı Rabbe iman ettiğimiz, aynı kıbleye yöneldiğimiz, aynı Peygamberin (s.a.v) ümmeti olma şerefini taşıdığımız halde zihinlerimizin karmakarışık, yüreklerimizin paramparça oluşu; kardeşliğimizi yeterince hisset-e-mediğimizin ve ümmet şuuru taşı-ya-madığımızın göstergesidir. Bizi ümmet ve kardeş kılan Rabbimiz iken, bizi ayıran ne?…
Bizi tek bir ümmet ailesi ve Müslümanları da kardeşlerimiz kılan Rabbe imanımız tercihlerimize yön verir. Hakk’ın ipine sımsıkı sarılmak, İslam cemaatine dâhil olmak adına ümmetimizin ve kardeşliğimizin lehine tercih yaparız. Şu halde ümmetin genel faydasını, kendi geçici ve hatta zannî ikbal ve itibarına tercih edemeyenler, kendilerinin ümmetçi olduklarını iddia edebilirler mi? Hedef ve gayelerinin ümmetin bütününü kuşattığını söyleyebilirler mi? Ümmetin selametini ve hayrını dileyen olmak, İslam’ın ve ümmetin maslahatı söz konusu olduğunda en başta kendi nefsini ayaklar altına alabilmekten geçer. Kaleler fetheden, ordular dağıtan, ülkeler İslâmlaştıran Halid b. Velid (r.a) gibi, kendisinin dışındaki insanların ürettikleri şeyler Hz. Ömer (r.a)’ın kulağına gelince, “İnsanlar zaferleri Allah’tan değil de Halid’den biliyor.” endişesiyle kılıcının keskinliğinin her tarafı sardığı Halid’i, ordu komutanlığı görevinden azlettiği bir anda, nefis yapmadan, fitneye sebebiyet vermeden, ümmetin birliğini ve selametini en üstün gören bir anlayışla, mü’minlerin emirinin emrine itaat etmek şuurundan geçer.
Kardeşlik ve ümmet bilinci, en muhtaç olduğumuz anda bize istikamet veren deniz fenerlerimizdir. Bu iki hassasiyeti kuşanarak yola çıktığımızda, yolumuz açık, önümüz net, ufkumuz aydınlık olacaktır. Buna göre duygu ve düşüncelerimizde, bu iki bilince en önemli yeri vererek meydana çıkmak gerekmez mi? Bir hedefin, iddianın veya fikrin neşv ü nema bulması için gayret sarf edenlerin, o fikrin zamanlama itibariyle uygun olmadığı veya bir yönüyle yanlış olduğu ortaya çıktıktan sonra ümmetin selametinin gerektirdiği istikametten gitmeyi tercih etmesi, adımları ümmet ve kardeşlik menfaati doğrultusunda atması her iman edenin üzerine düşen şey değil mi? Bir topluluğun, cemaatin veya tarikatın menfaatini bilerek/bilmeyerek ümmetin menfaatinden üstün gören Müslüman, İslam kardeşliği binasının neresinde durur? Böyle bir tutum, ümmetçi olmak ve Allah (c.c)’a iman edenleri kardeş bilmekle nasıl bağdaşır?
Ancak ümmeti ailemiz, Müslümanları kardeşlerimiz bilme anlayışı dillerden gönüllere inmediği, zihinlerde şuura vesile olmadığı zaman kişi, İslam’ın tuttuğu tarafıyla çok şey yaptığını, Müslümanlara çok hizmeti ettiğini zanneder. Yaptıkları onu tatmin eder ve mutlu kılar. “Bu sefer gel şöyle yapalım, şöyle deneyelim.” dendiğinde ise, işte o zaman, muhalefeti ve öfkesi kâfire olan şiddetinden çok daha fazla Müslümana olur. İşte o zaman ortaya çıkar ki ümmetçiliğin geniş ufku daraltılmış, sadece ümmetin bir bölümünü içine alır olmuş; kardeşliğin içi boşaltılmış, menfaat birlikteliğine indirgenir hale gelmiştir.
Kendisini merkeze alarak şahsi ve cemaat merkezli bakış açısını, ümmetin ana damarı görmek hastalığı bizi perişan eden bir afet olarak karşımızda durmaktadır. Bu hastalık, âlimimizde de cahilimizde de yer aldığı, fert ve cemaat bazında bizde olduğu müddetçe paramparça oluşumuz maalesef devam edecektir. Herkesin bulunduğu yerle övündüğü, İslam’ın temel vurgularından önce cemaatinin öne çıkardığı fikriyatı savunduğu bir ortamda gerçek ümmet kazanımlarından bahsetmek mümkün olamayacaktır. Çünkü büyüyünce büyüyen, ümmet değil cemaat; güçlenince güçlenen, ümmet değil cemaat; çoğalınca çoğalan ümmet değil cemaat olacaktır. Fakat… Tam aksine zayıflayınca da zayıflayan ümmet olacaktır. Niçin böyledir? Çünkü ümmet fertle, cemiyetle kâimdir.
Bencillik hastalığına sadece şahıslar olarak değil, cemaatler olarak da yakalanışımız,
Bencillik hastalığına sadece şahıslar olarak değil, cemaatler, topluluklar, kitleler olarak da yakalanışımız, mensubu olduğumuz topluluğun dışındaki insanlara olan muamelelerimizde daha net ortaya çıkmaktadır.“Ancak; müminler kardeştirler.”, “Birbirine karşı muhabbet ve merhamette mü’minler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da birbirlerine yardıma koşarlar…” gibi ayet ve hadisleri işittiğimizde kardeş olarak hatırımıza gelen kişiler sadece birlikte olduğumuz insanlar ve mensubu olduğumuz cemaatin içerisindeki şahıslarsa, bu durumu bari o şahıslarla devamlı birlikte olma bahanesine bağlamak hatasına düşmeyelim. En azından düştüğümüz yeri tespit edelim ki; kalkmayı kolaylaştırmak mümkün olsun.
Önceliklerimizi belirlerken Allah’ın rızası doğrultusunda tercih yapamamak, kan, gözyaşı, ölümler her yanımızı sardığı halde ümmet coğrafyasına gönül dünyamızda yeterince hakiki ve samimi bir şekilde yer açamamak bize çok pahalıya mal olmaktadır.
Zira kaybettiğimiz; kocaman bir aile oluşumuz, kâfirleri korkutmaya muktedir kardeşliğimiz ve işin neticesinde de kardeş ve ümmet olmanın heyecanıyla tadına doyasıya varacağımız imanî huzurumuzdur.
Kardeşlik, yük olmak değil yük almaktır. Sorumluluk bilinci taşımaktır. Fedakârlığı ve sabrı kuşanmaktır. En zor anında kardeşinin yanında var olabilmektir. Velhasıl, yüreğimize baştanbaşa ümmet coğrafyasını sığdırabilmektir. Şu halde “Benden sonra gelecek olan kardeşlerimi çok özlüyorum.” buyuran Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v) gibi kardeş muhabbetiyle dopdolu olmak, Ramazan ayında huşu içerisinde bir mescide kapanıp itikâfını yaparken, kendisine başvuran kardeşinin yardım talebine koşan bir Abdullah b. Mesud (r.a) gibi kardeşinin menfaatini kendi sâlih ameline tercih edebilmek, ümmeti bir ve bütün kabul etmek ve kardeşliğin yeşerttiği sevginin sinelerde vücut bulmasından geçer.
Mademki bir gün Rabbimize her şeyin hesabını vereceğimize iman eden Müslümanlarız. Ümmeti, ailemiz görmek ve bu şuurla kardeşliğimizi hissetmek, hayatımızın her zaman ve mekânında etkisini gösteren şiarımız ve nihâi hedeflerimizden olmalıdır. Ne mutlu her Müslümanı kardeş bilip kardeş olanlara, ümmetini bir ve bütün kabul edenlere, kendisini Müslümanlara ait hissedenlere!..