İnsan Yetiştirmek
Hz. Ömer radıyallahu anhın hilafeti zamanı. İslam dini Arap yarımadasına hakim olduğu gibi, doğuda İran, batıda Şam ve Mısır fethedilmiş. Müslümanlar yeni fethedilen yerlerde İslam'ı tebliğ etmek için çalışıyorlar. Ashab-ı kiramın âlimleri, İslam askerlerine ve yeni müslüman olan halklara dinlerini öğretmeye koşuyor.
Hz. Ömer radıyallahu anh da ilim meclisleri tertipleyip, Kur'an-ı Kerim’i daha iyi anlamak ve Peygamber aleyhisselatu vesselamın hadislerini öğrenmek için ashabı kiram ile sohbet ediyor. Yine bir gün böyle bir mecliste etrafındakilere şöyle bir soru soruyor:
- Allah’ın katında makbul bir duanız olsa, Allah'tan ne isterdiniz? İçlerinden biri:
- Şu oda dolusu gümüşüm olsun, onu Allah yolunda sarf edeyim diye dua ederdim! Diyor.
Bir diğeri:
- Şu oda dolusu altınım olsun da onu Allah yolunda harcayayım isterdim! Diyor.
Bu şekilde cevaplar gelirken Hz. Ömer radıyallahu anh sükût ediyor. Onun böyle sessizce dinleyişine bakan bir sahabe soruyor:
- Peki sen ne isterdin ey Müminlerin Emiri?
Hz. Ömer radıyallahu anh şu düşündürücü cevabı veriyor:
- Ben şu oda dolusu, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi yetişmiş insan isterdim ki, onları Allah yolunda görevlendireyim.
Hz. Ömer radıyallahu anh, Allah yolunda hizmet edecek vasıfta yetişmiş bir insanın, maldan mülkten çok daha değerli olduğunu dile getiriyor. Onun zamanında bizzat Peygamber aleyhisselatu vesselamdan feyz alarak Nebevi terbiye altında yetişmiş bir altın nesil varken, o dahi daha fazla vasıflı insana ihtiyaç duyuyor.
Bizler insan yetiştirmenin öneminin ne kadar farkındayız? Para kazanmaya, ev bark, mal mülk sahibi olmaya verdiğimiz önem gibi insan yetiştirmeye de önem veriyor muyuz?
Şehirleşme ile Gelen Kopuş
Dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi ülkemizde de şehirleşme; köylerden ve mahalle düzeninden büyük şehirlere göç gerçeğini yaşıyoruz. Bu yaşadığımız durum bizi zaten köklerimizden kopma, aslımıza yabancılaşma ve şehirler içinde yitip gitme tehlikesiyle karşı karşıya getiriyor.
Bilhassa evlatlarımızın yetiştiği çevreyi kontrol edemiyoruz. Onların yaşadığı psikolojiyi de anlamıyoruz. Her gün nelerle karşılaştıklarını, hangi tehlikeli tekliflere maruz kaldıklarını bilmiyoruz.
Göç kültürünün kendine mahsus özellikleri vardır. Kendi memleketini bırakıp başka bir yere yerleşen her insanın bir intibak sorunu vardır. Bu yeni yerde tutunma mücadelesi, üzerindeki ezikliği silkeleyip atma çabası başka şeyleri unutturabilir. Genellikle bu yeni çevrede dışlanma ve horlanmadan kurtulmak için maddi güç ve imkan kazanmaya öncelik verilir. Bol para kazanıp, herkes gibi iyi evlerde oturup, güzel kıyafetler giyerek eziklik duygusundan kurtulmak istenir.
Elbette çocukların eğitim hayatına yön verirken de maddi endişeler ön plandadır. “Bizim çektiğimizi o çekmesin, okusun, adam olsun, iyi maaş alsın,” denir. Bol para kazanmanın bütün meseleleri kolayca çözebileceği zannedilir.
Oysa kasa kasa paralar, araziler, inşaatlar, mallar mülkler ancak insanla değer kazanır. Onları kullanacak olan insanın zihniyeti, hayata bakışı, şahsiyet ve ahlakı sayesinde o imkanlar yerli yerince değerlendirilebilir. Aksine gönlünde güçlü bir imanı, ideali, gayesi olmayan bir neslin elindeki imkanlar, düşük seviyeli duygu ve dürtülere harcanır gider.
Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için gerçek hayattan müşahhas bir örnek vermek istiyorum. Kısa zaman önce beni çok üzen boşanma haberleri aldım. Bunlar Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş, muhafazakâr diyebileceğimiz ailelerin çocuklarının yuvasının yıkılması ve bir sürü tatsız sözlerin, dedikoduların ortalığa yayılması haberleriydi. Ve ne yazık ki yaşanan bu dramda boşanma, bir sebepten çok bir sonuçtu. Bu çiftleri boşanma noktasına getiren sebep, bir dizi hatanın birbirini tetiklemesiydi. İnsanların mahremiyetini dile getirmek uygun olmayacağı yazmak istemediğim o şeyleri tahmin edebilirsiniz. Zaten sizler de böyle vakıalar duyuyorsunuzdur.
Bizim gençlerimiz nasıl böyle yanlışlar yapabildiler? Dışarıdan bakıldığında çok mutlu olduğu zannedilen bu kişiler nasıl bu hale geldi? O güzel döşenmiş evler, şık kıyafetler, ziynetler içinde bunca mutsuzluk neden?
Biri diğerinden güzel ve yakışıklı, tahsilli, güya şehirde yetişmiş, görgü bilgi nezaket sahibi kişiler neden mutsuz oluyor, mutsuz ediyor. Daha da kötüsü mutsuzluklara sebep olan o fahiş yanlışları nasıl sergileyebiliyor?
İnsan Ne Uğruna Sabreder?
Bazen bir seminer veya sohbete gittiğimde, dinleyiciler arasındaki teyzeler bana, “Sabrın öneminden bahset, şimdiki gençler çok sabırsız,” diyorlar. Evet, sabırsızlık, şükürsüzlük, rızasızlık, hepsi de çok önemli… Ama bunların da ardında yatan asıl sebebi doğru teşhis etmek gerekiyor.
İnsan neden sabreder? Sabır, adı üstünde, hoşa gitmeyen hatta insanın zoruna giden haller karşısında sebatını bozmamak demek. Kolay değil elbette, insanın kendi duygularıyla savaşmasını gerektiriyor sonuçta… Bir insanın kendi nefsiyle bu iç mücadeleyi sürdürebilmesi için güçlü bir sebebi olmalı.
Peygamber Efendimiz ve ashabının ne kadar büyük zorluklara sabrettiklerini okuyoruz. Bizim klimalı otobüslerle bile seyahat etmeye sabredemediğimiz yollarda onlar yaya olarak yürüyorlardı. Hem de yedikleri, içlerini yakan bir avuç hurma, içtikleri, güneşin altında iyice ısınmış kırba suyu. Yorgunluktan bitkin düşünce sivri kayaların, çakıl taşlarının üzerinde, her an düşman saldırısına uğrama korkusuyla birkaç saatlik bir uykudan ibaret bir istirahat. Sonra kendilerinden kat kat kalabalık, tepeden tırnağa silahlı, binitler üzerindeki düşmanla çarpışma…
Onları bu kadar sabırlı yapan neydi?
Elbette sinelerinde taşıdıkları o büyük iman…
Onlar öylesine imanla doluydular ki, önlerine çıkan zorluklardan yılmıyorlar, imtihanlara aldırmıyorlar, gözlerini hedeflerinden bir an bile ayırmıyorlardı.
Peki bizim gençlerimizin durumu nasıl?
Bizler onların gönlüne böyle güçlü bir iman mayalayabildik mi? Allah razı olsun, karı koca işbirliği içinde, birbirini destekleyerek, sohbetlere gidip kendilerini yetiştirerek, hizmetler içinde aktif bir şekilde bulunarak canlı bir iman hayatı yaşayan aileler var. Dikkat edilirse onların bu güçlü ve diri imanı, çocuklarına da aksediyor ve onların da gönlünde yer ediniyor. Ama maalesef her aile böyle değil.
Bazı aileler de var ki, erkek kendini para kazanma hırsına kaptırmış, karısının eline para tutuşturup başından savmak dışında ailesiyle hiç ilgilenmemiş. Kadın da zaten cahil, kendisi gibi cahillerle bir araya gelip, kendilerini dünya süsleriyle avutmaya dalmışlar. Çocuklarını daha çok dünyevi endişelerle okula kaydettirip, sırf puanlarıyla ilgilenmişler. Sanki bu çocuklara iman ve maneviyat, atalarından miras kalacak ve ona ahiret gününde bu basit mensubiyet yetecek…
Çocuk ise zaten anne babasının hayatında bir tesirini görmediği, önemini kavramadığı, nefsine pek hoş gelmeyen, manevi lezzetini ise hiç tecrübe etmediği kulluk hayatından uzak yetişmiş. Hatta evliliğini yaparken de okul veya iş çevresinde tanıdığı modern kişileri tercih etmiş. Sonuç tahmin edilebileceği gibi, yanlışta yanlışa sürükleniş ve nihayetinde de ayrılış…
Çocukları Çağa Göre Yetiştirmeli
Hz. Ali kerremallahü vechenin meşhur sözüdür: “Çocuklarınızı kendi yaşadığınız zamana göre değil onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.”
Bizler bunu ne kadar başarıyoruz? Çocuklarımızın nasıl bir çağda yaşadığının ne kadar farkındayız? Onları kuşatan çevrenin, üzerinde etki yapan tesirlerin hep bizim değerlerimize ters olduğunu görebiliyor muyuz?
Evlat yetiştirmek bizim üzerimizde önemli bir kulluk sorumluluğudur. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, evlilikte asıl gayenin çocuk yetiştirmek olduğunu bildirerek:
“Evlenin, çoğalın, kıyamet günü sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim,” (Beyhakî, VII/81) buyurmuştur.
Bugün hamdolsun İslam alemi, Hıristiyan batıya nazaran daha genç bir nüfusa sahip. Ama günümüz dünyasında nüfus çokluğu tek başına büyük bir mana ifade etmiyor. Nüfus kalitesi diye bir kavram var ki o da nüfusun iyi yetişmiş, vasıflı ve etkili olmasını ifade ediyor.
Bugün İslam âlemi iki milyara yakın büyük bir nüfusa sahip ama siyasi açıdan dünyada bir ağırlığı yok. Bunun sebebini biraz da evlat yetiştirme metodumuzda aramalıyız.
Son zamanlarda sosyal medyada dolaşan şehid Abdullah Azzam’ın sözü çok güzel özetliyor:
“Sizler bir lokma pilavı, bir yudum gazlı içecek olmadan yutamayacak kadar dünyaya bağlısınız.”
Evet, böyle el bebek gül bebek yetiştirilen, ne isterse yapmasına izin verilen, uğruna hayatını adayacağı bir davası olmayan gençlerle dünyada nasıl etkili olabiliriz?
Tek meselemiz bu da değil. Ahir zamanda Müslümanların bir başka imtihanı da, insanları Allah ile aldatan yol kesicilerin çoğalması. Bugünün anne babaları her zamankinden daha ferasetli olmak zorunda.
Malum feraset, bir şeylerin iç yüzünü sezecek ince anlayış demek. Bugün bizler çocuklarımızın hal ve gidişatını sezen, kimlerle oturup kalktığının veya internette kimlerle temas kurduğunun farkında olan anne babalar olmamız gerekiyor. Çünkü ortalıkta sahte paralarla insanları kandıran kalpazanlar gibi, sahte dinlerle, anlayışlarla, hak suretinde pazarlanan batıl fikirlerle insanların manevi duygularını sömüren dolandırıcılar dolaşıyor. Zaman zaman duyuyoruz, ilim irfan sahibi ailelerin çocuklarının dahi aklı çeliniyor.
Böyle bir zamanda anne babaların çok uyanık olması gerekiyor. Elbette bunun için de önce kendisi İslam'ı ve sahih ehl-i sünnet yolunu öğrenip çocuğuna da kuvvetli bir şekilde öğretmesi gerekiyor.
Bütün bunları düşünerek, evlat yetiştirmenin nasıl bir mesuliyet olduğunun bir kere daha şuuruna varmamız gerekiyor. Allah-u Zülcelâl bizlere Hz. İsmail gibi, Hz. Yusuf gibi evlatlar versin, onlara kendi sonsuz kudretiyle sahip çıksın. Bizlere de basiretli olmayı nasip eylesin.
Amin.