Dijital Medya - Erozyona Uğrayan Gerçeklik
Çağımız; sembollerin, anlamların, değerlerin çözülmeler yaşadığı ve yeniden tanımlanmaya mecbur kaldığı bir çağ. İmkânların mahrumiyet doğurduğu, sahip olmaların eksiklik bıraktığı, değişmez sanılanların değiştiği zamanlarda yaşıyoruz. "İlginç zamanlarda yaşayasın." diyen Çin atasözünün karşılığı içindeyiz âdeta.
Yaşadığımız çağda dijital medya, hakkında konuşmak için herkesin iştahını açan ve her yönüyle tartışmaya açık, bitimsiz malzeme veren bir mecra. Dijital medyanın hayatımıza girmesiyle birlikte yeni bir yaşam alanı da oluştu. Ve bu alanla birlikte yeni medyanın imkânlarıyla özel hayatımızın ayrıntılarını kamusal alana açtık. Bu kendini açma şekli, bir sınır kaybından daha çok, sınır bulanıklaşması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her türlü kategorizasyonun kendiyle çeliştiği, tanımlamaların bir şekilde su sızdırdığı bu bulanıklık içinde konuşmak çok da kolay değil.
Çünkü en basit açıdan bile dijital medya, bize bir gerçeklik kaybı yaşatmasına rağmen aynı zamanda gerçek kılma konusunda da özgürlük imkânı vermektedir.
Dijital medya konusunda çoğunlukla ilgi gören ve neredeyse en iyi teşhis ve teklifleri olan medya teorisi ve postmodernizm üzerine çalışmalarda bulunan ünlü sosyolog Jean Baudrillard; gerçek, hiper-gerçek, sanal, simülasyon kavramlarını tartışmıştır.
Baudrillard, insanlığın yeni bir döneme girdiğini ve modern yaşamla birlikte üretim tüketim ilişkilerinin değiştiğini anlatır. Dijital medya ile mesafeler ortadan kalkmıştır. Algı kaymalarının olduğu, gerçek olmayanın gerçekmiş gibi göründüğü, mekân zaman kavramlarının flulaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Teknolojik gelişim, kitle iletişim araçları, medyanın gücü sosyal gerçekliği buharlaştırıp yerine sanalın gerçekliğini sunmuştur.
Sonuç olarak kişi: “gerçekliği buldum.” dediğinde aslında o, bireye öyle gösterilen, yansıtılan bir gerçeklik algısı oluyor. Zihinleri simule etmek diyebiliriz buna. İstediğin görüntüyü ver, istediğin gerçekliği üret ve böyle olduğuna inandır. Bu da elbet sentetik bir gerçeklik olarak kendini sunuyor.
Yani olguların yerine algıların geçmesi. Realite ile idealin; var olan ile varmış gibi olanın; fizik ile metafiziğin vs. karmaşası. Zihin, göz ve algı yanılmalarıyla postmodern dünyada, gerçekliğin yerini simgeler, semboller almıştır.
Dijital medya ve mahremiyet
Dijital teknolojinin getirdiği handikaplardan birisi de mahremiyetin yitimidir. Gözetim toplumunun ortaya çıkmasıyla bilmek bilinmek çok önemli bir amaç haline gelmiştir. Bu aşırılık, insan doğasında olan tecessüs duygusunu da harekete geçirmekte ve ortaya aslında patolojik denilebilecek sonuçlar çıkmaktadır.
Neredeyse "Görülüyorum, öyleyse varım." dedirten var olma, kabul görme problemlerine dönüşen sanal gerçeklikler içindeyiz. Mesela; dijital medya ortamlarında paylaşım, beğenilme, takipçi çoğaltma isteklerinin neredeyse psikolojik sorun sayılabilecek sonuçlarını görmekteyiz. Kişilerin, gerçek dünyasında o şekilde kurmadığı sofranın, okumadığı kitabın, çocuğuyla gösterdiği biçimde geçirmediği zamanın, eşiyle çok da yapmadığı bir aktivitenin "yapılmış gibi" gösterilen halleriyle bir tür erozyona uğrayan gerçekliğin yansımalarını bu mecrada görmekteyiz. Bireyler sanal dünyada kendi ütopyalarının tuğlalarını örmekteler. Hadi bu kadar da acımasız olmayalım, belki gerçekten de hayattan gerçek kesitler en doğal hâliyle paylaşılıyor fakat bu durum da bahsettiğimiz sorunsalın başka bir yönü oluyor. Zira fark edilme, beğenilme, takip edilme arzusu hâlâ etkin, sadece kullanılan yöntem farklı. Bununla beraber kabul etmeliyiz ki sosyal medya, bu şekilde bizi hem yakınlaştırıyor hem de uzaklaştırıyor.
İzlenme ve görülme artık bir tehdit değil, bilakis arzulan bir şey. Çünkü fark edilme isteğini besleyen dijital medya alanlarına sahibiz. Sunumun, ifade etmenin, fark oluşturmanın her düzeyde ve şekilde imkânları veriliyor bizlere.
Bu konuda okunması gereken en iyi kitaplardan biridir Zygmunt Bauman'ın Akışkan Gözetim'i. Kitapta Bauman, geçmişte sadece bireyin kendisinin ya da çok yakınlarının bildiği, tanık olduğu birtakım özelliklerin geniş kitlelerce bilinir hâle dönüşmesini şöyle ifade ediyor: “Mahremiyet hakkımızı kendi rızamızla katlettiriyoruz. Ya da belki sadece, bize sunulan harikalar karşılığında ödenecek bir bedel olarak mahremiyet kaybına rıza gösteriyoruz. Mahrem olan her şey artık kamusal alanda yapılıyor ve kamunun tüketimine açık hâlde; sayısız sunuculardan herhangi bir şeyi internete unutturmak mümkün olmadığı için sonsuza değin de ulaşılabilir kalacak.”
Devamını Jean Baudrillard'ın tespitiyle taçlandırabiliriz: “‘Varım, buradayım.’ değil; ‘Görülüyorum, bir imajım, bak bana bak!’.
Narsisizm bile değil bu; sığ bir dışa dönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri hâline geldiği bir tür reklamcı saflığı.”
Hiper-gerçeklikte yaşayan bir kitle var; sosyal medyada yuvalanmış, aldığı beğeniyle, yaptığı yorum ya da konuşma gücüyle özgüvenini gösterebilen ve kendisini alkışlatan ama reel hayata döndüğünde bütün bu sanal kazanımların karşılığı olmayan. Zannın, varsayılanın en sıkıntılı yeri oldu sosyal medya. Zira samimiyet konuşulan değil; en çok hissedilen şeydir. Richard Sennett'in bu konuda mimari üzerinden verdiği örnek çok güzeldir. Sennett, modern teknolojide cam levhayla görünürlük artsa da görünür kılınan dünyanın gerçekliğinin değeri azalmıştır, demekte ve bunu şöyle örneklendirmektedir: bürosunda oturan bir kişi ağacın rüzgârda sallanan görüntüsünü görür ama rüzgârın sesini duyamaz.
Benzer biçimde dijital ortam gerçekliğin değerini düşürmektedir.
Hal Niedzviecki, “Dikizleme Günlüğü” kitabında, bahsettiği abartılı paylaşım, aşırılık, kendini teşhir etme ve narsisizm problemlerini dile getirir ve hepimizin bunun bir şekilde parçası olduğunu söyler: "Acaba biz bu ağın üzerindeki örümcek miyiz yoksa ağa yakalanmış sinekten başka bir şey değil miyiz?"
Dijital medya ve narsisizm
Dijital medya konusunda narsisizmi de konuşmalıyız. Sosyal medyanın benliği güçlendiren, kişinin olmak istediği ya da olduğunu sandığı bir kimlik, benlik oluşturma imkânı verdiği aşikâr. Narsisizmi güçlendiren nokta burada başlıyor. Ego, kibir kavramıyla mündemiç olan narsisizm, kendilik/benlik sevgisinin dışavurumudur. Sosyal medyanın sunduğu teknik imkânlar bu sahayı kişilere kolaylıkla açmaktadır.
Takipçi sayısı, bedenin ya da sahip olduğu hayatların sunumları, para, şöhret kazanmak için yapılan paylaşımlar görünenin çok ötesinde ontolojik problemlere dayanmaktadır. Bu sorunsalın içinde tartışılması gereken o kadar çok alt başlık var ki. Farklı olma isteği, kolektif yaşamın değerlerini ıskalama, tecessüsü artırma… Birçok şey...
Dijital dünyada örtülü bir “tek yetkinlik” ve “bilirkişi” olma iddiası ile artık karşı karşıyayız.
Takdir ve sevilmenin biricik öznesi olmaya çalışmak ve kendi yeteneğine hayranlıktan, başkalarını görmezlikten gelmek. Ve bir de birçok şeyi beğenmeyerek uydurma bir seçkinlik yaratmak. Bununla beraber sanalın diğer tarafı olan gözetleyenlerin ön yargılı, kınayan, yok sayan, samimiyetsiz tavırları...
Sonuç olarak diyebiliriz ki dijital medya, kendi içerisinde büyük görecelikleri olan ve her zaman tartışmaya açık bir konudur. Teknolojik üretimlere, kitlesel iletişim araç imkânlarına, dijital medya kolaylık ve zorluklarına rağmen insan, kendi seçimlerini belirleyebilme ve istediği şekilde kullanabilme gücüne sahiptir. Hayat devam ettikçe her çağ, kendi avantaj ve zorluklarını insanlara sunacaktır. Bu nedenle insanoğlu, çağı içerisinde kendisini doğru tanımlayabilmeli ve kendi gibi olma gereğini bilerek yol almalıdır.
Rüveyda Durmaz Kılıç