Ümidimiz Gençlerimiz
Milletleri ayakta tutan güç iman ve sevgi ateşiyle yanan genç nesillerdir.
Her şeyini kaybetmiş ülkeler bile, bu ümitle yaşar.
Ne yazık ki toplumlar, hasretle bekledikleri yeni nesillerin, birbirini yıkan dama taşları gibi ard arda devrildiğini görmekte ve çaresizlik içinde kıvranmaktadır.
Gönüller, imanla ve onun bir meyvesi olan sevgiyle canlanır. Aksi takdirde ölür ve toplumlarını çeyrek asır gibi kısa bir sürede çökertirler.
Dünya gençliğine bakınca, milletimiz adına teselli bulmak mümkündür. Ancak yine de Cenab-ı Hakk’ın bizlerden beklediği sağlıklı yapıya kavuştuğumuz söylenemez.
Oysa ki gençliğimiz, hem bizim hem de farkında olsun olmasın bütün dünyanın kurtuluş ümididir. Bu yüzden gözlerimiz, ahlâk, fazilet ve doğruluk gibi temel mefhumlardan taviz vermeyen, hayatının gayesini Allah’ın dinine hizmet bilen ve başkalarının kurtulmasını, en azından kendi kurtuluşuna denk gören gençlerin üzerindedir. Aynı Asr-ı Saadette olduğu gibi…
Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm.) İslâmiyet’ten önceki yıllarda dahi dürüstlüğün temsilcisi olmuş, yalana asla tenezzül etmeyen şahsiyetiyle dost ve düşman tarafından “emin” yani “güvenilir” lâkabıyla tanınmıştı.
İslâm’ın ölüm-kalım savaşı olan Bedir’de yaşanan bir hâdise, O’nun bu özelliğini bütün âleme göstermişti.
Bedir Gazvesinde sayıca kat kat fazla olan müşriklerle çarpışacak Müslüman gençlere büyük ihtiyaç duyuluyor, birkaç kişi de olsa gelebilecek savaşçıların yolu gözleniyordu. O sırada on kadar müminin koşarak yaklaştığı görüldü.
Efendimiz (asm.) onlara neden geciktiklerini sorunca:
“Yâ Resulallah,” dediler, “Kureyşliler bizi yakaladılar ve bırakmak istemediler. Fakat biz savaşa değil, Medine’deki evlerimize gidiyoruz deyince salıverdiler.”
Peygamberimiz (asm.):
“O halde derhal evlerinize dönünüz,” diye emretti, “Ben bu harbi, yeryüzünde doğruluğu ve ahlâkı yerleştirmek için yapıyorum, temeline yalan koyamam.”
İşte İslâmiyet, böyle sağlam esaslar üzerine kurulmuştu. Ve Peygamberimizin dost ve düşmanı hayran bırakan vasıflarından biri de buydu.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm.) yüce dâvâsını âleme ilân etmeden önce, çevresinde gençlerden meydana gelen bir nur halkası oluşturmuştu.
Öyle ki, o kahramanlar ordusunun yüzde sekseni, 10 ile 25 yaş arasındaydı. Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Tâlha ve Hz. Saad (ra.) gibi sahabeler, o cennet ordusuna daha çocuk yaşlarda katılmışlar ve bazıları, daha dünyada iken cennetle müjdelenmişlerdi. Hz. Cafer, Hz. Zeyd, Bilâl-i Habeşî, Abdullah bin Mesud ve Hz. Ammar (ra.) gibi kahramanlar da, yine onların ileri gelenleri arasındaydı.
Bu gençlerden biri olan Zeyd (ra.), Peygamber sevgisiyle güneşi kıskandıracak bir aşka sahipti. O öyle bir aşktı ki, Tâif’te taş yağmuruna tutulan Efendimiz’e (asm.) kendisini siper ettiğinde aldığı yüzden fazla yara, ona acı yerine lezzet veriyordu.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm.) Kur’an nurunu insanlığa hediye ettiği ilk yıllarda, müşrikler tarafından tahammül edilmez hakaretlere maruz bırakılıyor, hor görülüyor ve hatta Taif’te olduğu gibi acımasızca taşlanıyordu. Ama etrafında pervane olan genç sahabeler, Efendimiz’e (asm.) değil bir taşın dokunmasına, yakıcı bir güneş ışığına veya sıcak bir rüzgârın değmesine bile razı değillerdi.
Bunlardan bir de Zeyd (ra.) idi. O sıralarda 22 yaşında olan bu genç sahabe, O Zât’ı (asm.) muhafaza eden melâike ordusunu bile kıskanıyor ve kendisi gibi genç olan diğer sahabeler tarafından O’nun etrafında oluşturulan koruyucu etten duvarın en önünde yer alıyordu.
İman ve sevgi sırrındaki bu akıl almaz hikmet, Mekke sokaklarından bir sevda bestesi gibi bütün âlemlere yansıdı ve O’nu sevenlerin gönlüne ulaştı.
Zeyd’den bütün gençlere bir mesajdı bu.
Ve “Onu benim gibi sevmelisiniz” diyordu.
Hz. Talha (ra.) da, Uhud’da Efendimize (asm.) bir ok atıldığını görmüş ve kendi vücudunu ona perde yapınca, eline saplanan okla çolak kalmıştı. Cennetle müjdelenen bu mübarek insan, çolak eline baktıkça elem değil, büyük bir mutluluk duyardı.
Yine o gençlerden biri olan Hz. Ammar (ra.), anne ve babasını öldüren katillere, kendisinden daha fazla su ayıracak kadar Peygamber emrine itaatkârdı. Bedir Harbinde alınan esirlere kumandan tayin edilince, Efendimiz (asm.):
“Esirlere şefkatle muamele edin, yediğiniz lokma kadar lokma yedirin, içtiğiniz su kadar su içirin,” buyurmuştu.
Hz. Ammar (ra.) der ki:
“Ben o gün, fazla suyumuz olmadığı için 12 yudum su içmiştim. Ama belki yanlış saymışımdır diye anne ve babamın katillerine 13′er yudum su içirdim.”
O nur halkasının siyah incilerinden biri de Bilâl-i Habeşi (ra.) idi.
Bu yüce insan, 70 dereceye varan kavurucu güneş altında müşrikler tarafından göğsüne konan birkaç yüz kiloluk taşın ağırlığıyla ezilirken. Allah ve Peygamberine olan imanını haykıracak kadar canlı bir imana sahipti.
“Allah’ın Aslanı” lâkabıyla şöhret bulan ve düşmanlarını tir tir titreten Hz. Ali (ra.) ise, o muhteşem görünüşünün gerisinde akıl almaz bir merhamet ve incelik sırrı taşıyordu. Hz. Ali, bir ağacın gölgesi altında dinlenirken, gizlice sokulan bir bedevînin kedisine kılıçla vurmak üzere olduğunu görünce, ona sadece bir baktı. Bedevi’nin kılıcı elinden düşmüştü.
Bedevi bu hareketinin sebebini açıklarken:
“Bir kabile reisinin kızına âşık oldum,” diye konuştu, “Fakat o reis, seni öldürmeden kızını bana vermeyeceğini söylüyor.”
Hz. Ali (ra.), o bedevîyi bir hamlede parçalayabilirdi. Ama onun bir kıza verdiği kalbini İslâm ve Allah sevgisiyle dolduracak kadar esrarlı bir tavırla:
“Kılıcını yerden al ve boynumu vur,” dedi, “Benim başım, iki gönül arasına girmesin.”
Hz. Ali (ra.) de işte böyle bir kahramandı.
Cesaretiyle bir avuç Müslümanı Habeşistan’a götüren ve sahip olduğu ilimle Habeş Meliki Necaşî’nin gönlünü fetheden Hz. Cafer (ra.) ise, henüz yirmi yaşındaydı.
Peki ya gencecik kızlar ve kadınlar?
İslâm’ın ilk şehidi olan Hz. Sümeyye, hanımların mazhar olacağı bir şerefi çok öncelerden müjdelemiş ve bu ilâhî fermanı tertemiz kanıyla imzalamıştı.
O mübarek şehidin arkasından giden Hz. Âişe’ler, Fâtıma’lar, Rumeysa’lar, Esma’lar, Hz. Nesibe ve Habibe’ler, İslâm nurunu bütün âleme yayan kadın kahramanlar olarak gönülden gönüle yansıdılar.
Hz. Âişe vâlidemiz, gelmiş geçmiş en büyük hukuk âlimi olarak bütün kadınlık âlemini şereflendirdi.
Çocuk yaştaki genç kızlar ise, her türlü sıkıntı ve işkenceye karşı Peygamber sevgisiyle inanılmaz destanlar yazdı.
Hz. Rumeysa, çok zengin ve reddedilmeyecek kadar güzel bir delikanlının evlenme teklifini, o adam Müslüman olmadığı için reddedip evlilik konusunda kendi emsallerine bir numune teşkil ederken, Hz. Nesibe de, Uhud’da kendisini Efendimize (asm.) siper edip iki müşrikle yalın kılıç dövüşerek akıl almaz bir cesaret örneği sergiledi.
Hz. Habibe ise, daha körpecik bir kızken, kâfirlere boyun eğmediği için gözlerine mil çekilerek kör edildi. O sırada bir cariye olan Hz. Habibe,
Hz. Ebubekir’in (ra.) yardımıyla esaretten kurtulduktan sonra, beş yıllık sözlüsünün evlenme teklifine karşı:
“Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm.) Mekke sokaklarında çile çekerken, ben evlilik gibi bir dünya zevkini düşünemem,” diyebilecek kadar asil bir ruha sahipti.
Efendimiz (asm.) Mekke fethinde kendini karşılayan binlerce insan arasında elinde asâsıyla dolaşan Habibe’yi görünce:
“Habibe, evlâdım,” deyiverdi.
Bu, öyle dayanılmaz bir manzara ve öyle hüzünlü bir hitaptı ki, Mekke ufuklarından bütün kâinata yansıdı ve Rahmet-i İlâhiyye, o sevinçli günde Habibe’nin üzülmesine razı olmadı.
Hz. Habibe’nin kızgın demirle oyulan gözleri, bir anda açılıverdi. Ve bu hâdise, Efendimizin (asm.) sayıları binlerle ifade edilen mucizeler denizine bir damla olarak ilâve edildi.
Şimdi ihtiyar dünyamızın son demindeyiz, Âhir zamandayız.
Ve günümüzün genç Habibe’lerinin gözleri de, Allah ve Peygamber sevgisiyle açılmış bulunuyor.
Ayşe’ler, Esma’lar, Fatma’lar ve Rumeysa’lar cahiliye devrinden de dehşetli olan şu zamanda, yine kahramanlık destanları yazmaya başlıyorlar.
Birçoğunun anne ve babası İslâmiyet’ten habersiz olan binlerce Bilâl, Talha ve Abdullah ise, İslâm’ı kendine has incelikleriyle yaşarken, aynı Asr-ı Saadette olduğu gibi, anne ve babalarını şefkatle kucaklayıp küfür bataklığından kurtarıyorlar.
Bizlere bu günleri gösteren Rabbimize şükrediyoruz.
Alparslan’ın 60 bin kişilik ordusu da böyle gençlerden kurulmuştu. O kahramanlar, yıkılmaz sanılan Bizans zırhını bir daha tamir edilemeyecek derecede parçaladı.
Ufacık bir beylikten doğan muhteşem Osmanlı ise, aynı ruhla hareket ederek ülkelerle birlikte gönülleri de fethetti.
Ya Sultan Fatih?
O zaten sizler gibi gençti. Allah ve Peygamber sevgisinin 20 yaşındaki bir delikanlıdaki tecellisini, bir çağın altına attığı imza ve hisarlara nakşettiği Peygamber mührüyle ispatladı.
İşte görmek istediğimiz nesil budur.
Ve şu anda bu satırları okumakta olan binlerce genç, hasretle beklediğimiz o nur neslinin öncüleridir.
O muhteşem neslin her bir ferdini kucaklayarak tebrik ediyor ve alınlarından öpüyorum.
Ümidimiz, gençliğimiz…
Ümidimiz, sizlersiniz…