Sevilen Hep O
Seven, sevdiğini hatırlatan her şeyi sever, belki de canından çok kıymet verir ona. Bir kimse, birlikte oynadığı, toza, toprağa karıştığı çocukluk arkadaşını, ders çalıştığı okul arkadaşını, askerlikte eğitim yaptığı silah arkadaşını, iş ortağını ve gönül bağı kurduğu dostlarını hiç unutmaz. Oturur kalkar ondan bahseder her fırsatta. Süslü-püslü kağıt ve kurdelelerle hediyeler gönderir, ondan gelen ikramları en mutena yerde saklar. Mektup ve tebrikle, mesaj ve telefonla ararlar hep birbirlerini. Sevdiğini kim ansa, kalbi çarpar, rengi atar, heyecanlanır, kendinden geçer adeta. Ona kavuşmak en büyük emeli olur.
Bazen şuursuzca meyledilen sevgilerde bu haller müşahede edilir. Eğer cazibesinden dolayı deli-divane olunan varlıktaki güzelliğin kaynağı bulunur, eserden müessire geçilir, övülen her eserin banisi, ustası bilinirse (nakş-i medih nakkaşa raci) bu kavgalar biter. Sevdiğine karşı hissettiği muhabbeti, kalbine koyanı tanırsa, gönlü ve kafası durulur. Yetmiş yıl Yusuf’a vurulan Züleyha, “Samed”in aşkına, “Leyla Leyla deyü Mecnun nice dem yandı yakıldı, Son demde dedi bana bu kavga neme lazım.” diyen Mecnun, Mevla’nın şevkine düşer. Sevgide ipin ucunu Hakk’a veren, dört ayaklı merdiven olan kardeşlik, manevi babalık, Allah ve Rasûlü’nün yoluna baş koymanın merhalelerini geçer. O diyarlarda tarife sığmaz çok manevi güller derer. Ahiret sevgisiyle elde ettiği kokular, bu âlemin nefsî arzularını Resûl-i Zişân’ın diliyle cifeye benzetir artık.
Hakk’ı tanıyan, bize onu tanıtan Nebiler, sıddîklar, şehitler ve salihler hep Mevlâ aşkını haykırırlar bize. Hakk’ın kullarını, Mürşid-i kamil’in kalbinden Fahr-i Kâinat’a ve oradan da Zât’ı kibriya’ya ulaştırırlar.
Söyleyin dostlar, gerçek sevgiye ulaşanlar her hallerinde Allah’ı anmazlar mı? “Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler.” (3/191) “Seni çokça anmam unutmamdan değil, sana olan aşk ve şevkimdendir.” der Zunnûn-i Mısrî (k.s). Horasan’dan gelen erler, Afrika’ya koşan dervişler, Java Adası’nı irşada giden yedi sûfî ve kabirleri yanı başımızda bulunan ashâb-ı kiram, Maşûk-i Hakiki’nin ismini, Mevlâ’nın adını yâd etmek için diyar diyar gezerler.
Hak sevdalıları Rablerini öyle anarlar ki; tuttuğu yıl orucunda iftar saati, yeme ve içme anı için dahi, “Beni Allah’ımı anmaktan alıkor.” diye üzülürler.
Günde kıldıkları bin rekat namazla bitkin bir hale gelince, dayanıp bir vere şu sözü mırıldanırlar:”Bu halkın Allah’tan başka biriyle hemhal olmasına, kalplerinin Hakk’ın sevgisinin dışında biriyle rahata ermesine şaşıyoruz biz.”
(Radiyallahü anhüma)’e göre:”Mevla aşıklarının zikre olan düşkünlüğü, susuzluktan kavrularak suya doğru süratle koşan devenin iştiyakından daha fazladır.”
Bayezid (k.s) tekbir alırken, Allah’ın isminin yüceliğinden, azamet ve heybetinden heyecanlanarak göğüs kafesinin kemiklerinin çatırdadığı duyulurdu etraftan.
Allah’ın azamet ve kibriyasının tesiri sebebiyle sabaha kadar Tevhid okuyamadığı, bevlinde kan görüldüğü de kaydedilir. Miraç’ta Efendimiz (s.a.v), Arş-ı âlâ’da nurlara gark olan, batan bir kimsenin Nebi mi, melek mi olduğunu sorunca, şöyle cevap verilir âlemlerin fahrine:”Ne melek, ne de nebi! Ana ve babasına âsî olmayan, cemaatle namaz kılmaya düşkün, dili Allah’ın zikriyle ıslak, dâim bir kuldur O.”
Musa (a.s), “Rabbim! Senin katında en makbul taat nedir? Söyle de onu yapalım.” deyince, “Beni anıp unutmamaktır.” buyurur Hâlik-ı Zü’l-Celâl.
Feth Mevsilî (k.s):”Âşık, göz açıp yumuncaya kadar dahi Rabbini unutmayan kimsedir.”
“Dili ve kalbi Allah’ı zikredenin gönlüne, ilâhî aşk ve muhabbet nûru yerleştirilir.” der Zünnun (k.s.).
Züheyr el-Bâbî (k.s) beşerî aşktan İlâhî aşka geçenlerin hallerini şu şekilde sıralar:
Nefesleri adeta arşa çıkar, kalpleri ürperir durur, ateşe atılsa ateş ona tesir etmez, soğuk kış gününde bile alnından ter akar, rengi sararır durur kül gibi, uykusuzluktan da gözleri kurur.
Mevlam diye yananların vücuduna ateşin bile tesir etmediğini birkaç misalle arz edelim: Esad-ı Erbîlî (k.s) (d.l264)’nin dergahında, heyecanlı, aşklı bir zikir halkasında Kel Hızır namında bir derviş, yanan şöminenin içine girerek, yaka ve bağrını açar:”Elhamdülillah! Biraz serinledim.” der. Bir dervişin çocuğu da alevler arasında kalan bu âşığı görünce babasına:”Baba! Başındaki kel kıllarda yanmıyor.” der.
Adapazarı’nda Mustafa Erbil Bey’in idare ettiği zikir halkasında bir yanık derviş, içinde kömür közleri bulunan mangalın üzerine diz çöküp oturarak, saatlerce Allah, Allah diyerek Hakk’ı zikreder.
Hakk sevdalıları; Allah’ın bizi yüzü suyu hürmetine yarattığı Habîb-i Zîşan’ı, sünnet-i seniyyesini, o güzel âdet ve yaşantısını, kıyamete kadar baki olacak olan hayat düsturu Kur’ân-ı Kerîm’i, O’na ait ne varsa her şeyi baş tacı edip korurlar. Allah’a âşık, bağrı yanık kullar; namaz, zekat, ana ve babaya itaat vs taatleri, Hakk’dan, dosttan hediye bilerek baş tâcı ederler.
Yolda bulduğu besmele yazılı kağıdı temizleyip, Allah’a olan tazimiyle en güzel yerde saklar Bişr-i Hafî (k.s.). Bu saygısı onu halkın makbulü kılar, hayvanlar bile geçip dolaştığı yere gübre yapmaz.
îbn-i Mesud (r.a)’a Efendimiz (s.a.v), “Kur’ân oku bana” deyince, îbn-i Mesud (r.a), “Kur’an size indirildiği halde mi okuyacağım?” dediğinde, Nebiler Nebisi Muhammed Mustafa (s.a.v), “Ben başkasından Kur’ân dinlemeyi seviyorum.” buyurur. Kelâmullah’a olan derin sevgisiyle mübarek gözlerinden yaşlar boşanır.
Rabbimizin helal kıldığını helal, haram kıldığını haram sayan, emirlerini koruyan Kur’ân-ı Kerîm’de “hafız” vasfını alır. (9/112) Kişi; Allah’a olan sevgisinin her şeyden fazla olmasıyla, (2/165) “Allah’ı, Rasûlü’nü ve yolunda cihadı” (9/ 24) sevmesiyle de mükerrem kullardan olur.
“Himar”, merkep ismiyle lakaplanan Abdullah adında içki müptelası bir zat, sahabe tarafından lanetlenince Peygamberimiz (s.a.v), “O Allah ve Rasûlü’nü severdi.” iltifatına mazhar oldu.
Kıyametin dehşetinden ürperen sahabe, pek oruç ve namazım yok ama, Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyorum cevabıyla, Allah ve Rasûlü ile beraber olma müjdesine erişti. Seven sevdiğinin yolundan gider fehvasınca, emr-i İlahi’ye de son derece saygılıydı bu aziz kullar.
Mahbûb-i Hakîki’sine hediyesini de hiç şüphesiz en güzel şekilde takdim eder. Hadîs-i Nebevî’de, “Nafileler Allah’a hediyelerinizdir, onu en güzel şekilde eda edin.” buyurulur.
Beşerî aşka düşenler, sevgilisiyle beraber olma anını kolladığı gibi, gerçek sevgiye ulaşan da Mevlâ ile buluşmak için tenha yerleri, gece ve seher vakitlerini ganimet bilir. Muhammed bin Nadr (k.s)’a, “Yalnız başına ne yapıyorsun bu ıssız yerde?” dediklerinde, “Allah ile olan yalnız kalır mı? Rabbimiz, ben, beni zikredenle beraberim buyurmuyor mu?” der.
Hakk sevdalıları; Allah’ın bizi yüzü suyu hürmetine yarattığı Habîb-i Zîşan’ı, sünnet-i seniyyesini, o güzel âdet ve yaşantısını, kıyamete kadar baki olacak olan hayat düsturu Kur’ân-ı Kerîm’i, O’na ait ne varsa her şeyi baş tacı edip korurlar. Allah’a âşık, bağrı yanık kullar; namaz, zekat, ana ve babaya itaat vs taatleri, Hakk’dan, dosttan hediye bilerek baş tâcı Arif-i billah olanlar, bu dünyada kalış sebeplerini şu şekilde açıklarlar:
Allah için kardeş olduğumuz dostlar, cemaatle namaz kılmak ve gece Allah ile ünsiyet, muhabbet. “Onlar ki, Rablerine secde eden kimseler olarak ve kıyama durarak gecelerler.” (25 / 64)
“Dua eden yok mu duası kabul olunacak, istiğfar eden yok mu tevbesi makbul olacak, bir haceti olan yok mu isteği verilecek?” diye Hakk’dan nidâ edilen seher, en büyük fırsattır beraber olmak için hakikî âşıklara. “Seherlerde de onlar istiğfar ederlerdi (af talep ederlerdi Rablerinden)” (51/18)
ederler.
Kur’ân okuyan Rabbiyle konuşmuş gibi olur hadis-i şerifince doymaz Kur’ân’a o. “Sizden biriniz Cenab-ı Hakk’la münacat ve konuşmayı severse, huzûr-ı kalple Kur’ân okusun.” buyuruyor Efendimiz(s.a.v).
“İsa (a.s), “Ey havariler Allah ile çok konuşun, insanlarla az kelam edin.” deyince, havariler:”Bu nasıl mümkün olur?” dediler. O da:”Tenha yerlerde münacaat, duâ, yalvarış ve yakarışla” diye cevap verdi. “Şüphe yok ki ben (kullarıma) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm.” (2/186.)
Namazla Allah’a yakınlık temin edildiği için Maşûk-i Hakîkî’ye, kurbiyyet, yakınlık zevki için namazdan ayrılmaz onlar. “Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile ibadetlerle yaklaşır, bunun sonucu da ben onu severim.” buyrulur Hadîs-i Kudsî’de.
Yıllarca birbiriyle arkadaşlık kuran, birbirlerini seven kimselerin, bir menfi, yanlış muamele, basit bir hata neticesi yollarının ayrıldığını, ilgi ve alakanın kesildiğini görürsünüz. Dostundan gördüğü eza ve cefayı anlatmadık yer bırakmaz, belki de ölünceye kadar bağışlamaz onu. Ama Allah (c.c), kendisine inanan müminlere de, İsa ve Üzeyir (a.s) Allah’ın oğulları diyenlere, melekler Allah’ın kızlarıdır, isnadında bulunan bedbahtlara, tanrılık iddia eden sapkınlara, isyan ve tuğyanda olanların hepsine “Rahman” sıfatıyla ihsanda bulunur bu dünyada, hiç de başa kakmaz, meleklerine de şikayet etmez. Şirk müstesna dilerse tevbe edenleri bağışlar. “De ki:”Ey nefisleri aleyhine (günah işlemekle hayatlarını) israf eden kullarım! (Günahlara battık diye) Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar! Doğrusu, Ğafur (çok bağışlayan), Rahim (kullarına çok merhamet eden) ancak O’dur.” (39/53)
Sonsuz ikramını, engin merhametini dile getiren şu hudutsuz sevgiye bakın:”Ey Adem oğlu! Sen bana duâ ettin ve benden affını umduğun sürece işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım.”
“Ey Adem oğlu! Günahların gökyüzünü kaplayacak kadar çok olsa, sonra da benden affını dilesen, seni affederim.”
“Ey Adem oğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla karşıma gelsen; fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış olsan, şüphesiz ben de seni yeryüzü dolusu bağışla karşılarım.” (Tirmizi, Daavat 98. Müsned, 5,172.)
Dünya vurgunları ikramını karşılıklı yaparken, O Rabbi Müteâl bakınız nasıl ihsanda bulunur kullarına. Bir hasene sevap işleyene, “Kim bir iyilikle gelirse, kendisi için (o iyiliğin) on misli vardır! Kim de bir kötülükle gelirse bunun üzerine ancak misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (6/160) ayetiyle bize seslenir Allah-u Teâlâ.
Bire on vermekle kalmaz, yüz de verir, yedi yüz de verir, artırdıkça da artırır Cevâdü’l Kerim Allah (c.c). “Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin misali, yedi başak bitiren bir dânenin hali gibidir ki, her başakta yüz dâne vardır. Allah dilediği kimseye (mükâfatını) kat kat (fazlasıyla) verir.
Allah, Vâsî (Lütfü geniş)’dir. Alîm (hakkıyla bilen)’dir.” (2/261). Bir hataya bir günah, bir hasene’ye, bir iyiliğe on, bazen yetmiş, bazen yedi yüz, bazen yedi bin sevap verir.
Raûf, Rahîm Peygamberimiz (s.a.v)in talebiyle sonsuz da verir mükâfaüm Erhamürrahimin olan Allah (c.c), “Sabredenlere mükafatları sonsuz olarak verilecektir.” (39/10) “Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez, (çok küçük) bir iyilik bile olsa, onu kat kat artırır ve tarafından büyük bir mükafat verir.” (4/40)
Peygamberimiz (s.a.v):”Allah yolunda bir sadaka verene, yedi yüz mislisiyle ecir, nefsine, ehline harcayana, hasta ziyaret edene, yolda insanlara eza veren bir engeli kaldırana on misli mükafatla mukabelede bulunur Mevlâ (c.c).” buyuruyor.
Sonsuz nimet bahşeden Allah (c.c)’ın sevgisinin dışında olan sevgiler kin ve nefrete dönüşebilir ve karşılıksız kalır. Sevgi de Mevlâ muhabbeti her şeyi müsmir, meyveli ve bereketli kılar. Allah için birbirini sevenler, güneşin tepelere yaklaştığı, insanların ter denizine gömüldüğü, Yâ Rab! “Bizi bu sıkıntıdan kurtar da cehennemine at.” diye feryat ettikleri günde, Arş-ı Âzam’ın altında gölgelenirler. Elli bin yıl süren o dehşetli an sıkıntısız geçer, Allah için dost olanlar birbirlerine şefaatte ederler.