Gel Ey Aşk!
Ey aşk nerdesin? Yanmıyorum, yüreğim kuru bir hazan yeri. Yürek yanmazsa tadı yok hayatın. Arıyorum yıllar var ki ben onu. Biliyorum, sen geldiğinde her şey değişecek, her şey anlamını yitirecek, hayat yeniden bir anlam kazanacak.
Biliyorum, sen geldiğinde Mevlana gibi bütün kitaplarımı suya atacağım. Yüreğim, Şems gibi bana seslenecek: “Yıllarca söylediğin ve okuduklarını artık yaşama zamanın geldi.”
Gel ey aşk! Gel ki, kupkuru olan gönlümüz yeşersin. Gel ki, bayram yerine dönsün viranemiz. Gel ki, hazan ağlayan bağlarımızda düğün dernekler kurulsun. Gel ki, bülbüller şakısın gönül bahçemizde. Seni tadanlar diyor ki o baldır, şerbettir. Gerçi harcı acıdır, ıstıraptır ama ne gam. Aşkın kahrı da hoş, lütfu da. “Âşıklık nedir? diye sormuştu birisi.
Bende demiştim ki: “Sorma.” “Ancak benim gibi olunca görürsün onu.”(Mevlana) Bugün aşktan bahsedeceğim. Aşıklık nedir diye soracağım. Aşka dair sözler söyleyeceğim. Yani anlayacağınız haddimi aşacağım. Bugün söyleyeceğim her söz eksik olacak. Çünkü ciğerimiz yanmış değil. Yanmayan ciğer ne anlayabilir aşkı, ne de anlatabilir. Ey aşk gel önce ciğerlerimizi yak, yandır. İnsan aşk ile demeli ya hu! Yan ya hu! Yan ya hu! Yan ya hu!
Âşık öyle bir yakmalı ki gönül bahçemde ne var ne yok, yakıp kavurmalı. Gönlüm başıboş bir bahçedir. Bu bahçede çiçekler olduğu gibi çalı çırpıda var, dikende. Aşk öyle bir gelmeli ki ateşiyle o bahçeyi yakıp kavurmalı. Sonra aşk ateşiyle öyle gözyaşı dökmeliyim ki o yaşlar bu bahçeyi yeniden yeşertmeli. Ama bu sefer bu bahçe de çalı, çırpı, diken değil, en güzel çiçekler çıkmalı.
Soruyorum kendime ey zavallı yürek. Bu kadar istiyorsun aşkı, peki kaldırabilecek misin? Çünkü yükü ağırdır aşkın.
Sevgilinin çevrini, cefasını çekmek kolay değildir. Mevlana’nın dediği gibi: Ey oğul! Aşk nazik kişilerin değil, yürekli pehlivanların işidir.” Bende aşkı taşıyabilecek kadar yürekli bir pehlivan mıyım? Bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa aşk gireceği gönlü bilir. Her gönle girmez. Her gönle girip kendisini rezil etmez.
Ey aşk! Sen öyle bir şeysin ki sen geldiğinde insan, Hz. İsmail(as) misali gözünü kırpmadan boynunu keskin bıçakları uzatır. Hz. İbrahim(as) misali bıçağı en sevdiğine, can paresine çalar. Nesimi olur, diri diri yüzdürtür derisini. Mecnun olur, çöllere düşer, boynuna zincirler vurdurtur. Ferhat olur dağları deler, sonra da kendini, yıllarca nakış işleyen nazik ellerle açtığı derelere atar.
Âşık olursak hakikatlerin sırrına ereceğimiz söyleniyor. Nedir hakikat Allah aşkına? Makam, mevki, mal, evlat değil midir hakikat? Tadanlar, tanıyanlar diyorlar değil vallah. Nesin o zaman ey hakikat? Seni nasıl anlar, nasıl ererim senin sırrına? Hakikatin sırrına erenler diyorlar cevap basit. Aldanma cevabın basitliğine, cevap basit ama yol meşakkatlidir. Gideceğin yolun adı aşktır.
Aşk olmadan menzile varılmaz. Aşkın yolu öyle güllük gülistanlık değildir. Aşkın yolu dikenlidir. Aşıkın başından bela eksik olmaz. Aşk ehli dert ehlidir. İnsan derdini sever mi, sever. Sevmeli, sevmeli ki o dert seni yüceltsin. Biliriz ki dertler insanı yüceltir. Biliriz ki aşk derdi, dert değil, aşığa ilaçtır. İlaçta ilaç olmalı. Bazı ilaçlar vardır derde deva, bazıları vardır zarardır bedene. İnsan neye âşık olacağını bilecek. Ebedi olan âşıksan ne ala. Yok, beşerse eyvah. Çünkü bu yolun sonunda rezil olmak var.
Bazı aşklar var insanı rezil eder, bazı aşklar da vezir. Mecnun Leyla’ya âşık oldu, oldu rezil. Çünkü Mecnun çocuk aklıyla sevdi Leyla’yı, çocukça şeyler yaptı. Dillere düştü, görenler acıdı haline, zavallı dediler. Ama aynı Mecnun erdi hakikate, geçti Leyla’dan yani beşerden oldu vezir. Ayağı ile gelen Leyla’ya dönüp bakmadı bile. “Sen kimsin?” dedi.
“Ben Leyla’yım.” dedi. Leyla. Mecnun: “Hangi Leyla?” dedi “ Sen yoksun artık, ben geçtim senden.” İşte o zaman büyüdü Mecnun. Hakikatin sırrına erdi çünkü. Hakikat sırrına eremeyenler hep çocuktur, çocuk kalacaktır. Bu anlamda ben de bir çocuğum, korkum da hep çocuk kalmak.
Çocuk kalmak istemiyorsan, büyümek istiyorsan ebedi olanı isteyeceksin. Ebedi olana âşık olacaksın. Ebedi olana âşıksan kulsun, kölesin artık. Aşk boynu bükük razı olmaktır. Aşk teslim olmaktır; ama tam teslimiyet. Kendinden geçmek, yok olmak varlığından. Sevdiğinin gözüne girebilmek için kendini ona adamaktır. Kul Rabbine âşık olursa onun rızasını kazanmak için her an onu anar, ona yalvarır. Seven sevdiği karşısında küçüldükçe büyür. Kul, Rabbi karşısında küçüldükçe değeri artar, kıymetlenir.
Aşk hürriyettir. Adanmışlıktır. Gerçek hür kişi kendisini Rabbine sunandır. Benlikten sıyrılan kişi bütün yüklerinden sıyrılmış demektir. Bu dünya namına hiçbir bela onun için önemli değildir. Her şey ama her şey önemini yitirmiş, bir hiç olmuştur. Geride sadece aşk kalmıştır. Oda öyle cefalıdır ki yakar ama yakışta hoştur. Âşıklar o ateşin müptelasıdır. Ateş olmazsa mum yanmaz. Ateş yanar mum ağlar, mum ağlar ateş yanar. Yani mumu yakan, hem ateşidir, hem de gözyaşı.
Mumu eriten hem ateştir hem de yaş. Mum yanmazsa etrafına ışık saçmaz. Yan ey âşık mum gibi, sen yan ki âlem ışık görsün.
Aşk imtihandır, sınamak ister. Âşık sınanmadan aşkını ispat edemez. İyi zamanda herkes sevdiğini söyler. Önemli olan belalara bile tereddüt etmeden katlanabilmektir. Bırakın belalara katlanmayı, gerekirse tereddüt etmeden can bile verebilmektir.
Şibli, Hallac-ı Mansur’un öğrencisidir. Rivayet edilir ki Şibli, Hallac-ı Mansur’u idam edilmeden bir önceki gün kör karanlık bir zindanda ziyaret eder ve sorar:
- Ey, Pirim! Ey Hallac-ı Mansur aşk nedir?
Hallac-ı Mansur öğrencisi olan Şibli’ye bakar bakar ve der ki:
- Yarın göreceksin.
Yarın olur. Hallac-ı Mansur idam edileceği meydana getirilir. Duymaya ve görmeye meraklı olan insanların hepsi oradadır. Şibli de oradadır. Hallac-ı Mansur kalabalıklar içindeki öğrencisi Şibli’yi görür ona gülümser ve yürür.
Hallac-ı Mansur önce idam edilir, başı gövdesinden koparılır. Sonra derisi yüzülür. Derisi yüzülen bedeni yakılır. Yakılan bedeninin küllerini, Dicle Nehri’ne doğru savururlar. Tüm bu olup bitenleri gören Şibli anlar ki “aşk adanmışlıktır...” Ve anlar ki bir şeyi ancak onun için kendini adayan bilir.
Dedim: “Ağız tadı bal ile olmaz, bana sultan gerektir.”
Dediler: “Hal iledir, kal ile olmaz, seven sevdiğine kurban gerektir.”
Ey dostlar, aşk üzerine bunca söz söyledim ama bilin ki, bildiğimden değil. Tahminimden. Ben de herkes gibi bir hayalin peşindeyim. Çoğumuz aşkı tatmadık, sadece âşık olduğumuzu sandık. Hepimiz bir hayalin peşinden koşuyoruz. Bir serabın, hülyanın peşindeyiz.
Olsun, ebedi olana âşık olmanın isteği bile tatlı bir hülya. Bu tatlı hülya gerçekleşir mi bilmem. Olur, da gerçekleşirse, işte o gün susarım. Çünkü “aşkın sırlarını kime öğrettilerse ağzını diktiler onun hiç söz söyletmediler.” Yanılıp yakılıp açıklayanlar oldu elbet. Onlar da aşkı açıklamanın cezasını çok ağır ödediler. Onun için seveceksek gizli sevmeliyiz.
Bakın Peygamber Efendimize (sav) Yüce yaratanımız Allah’ımızı (cc) dünya gözüyle görmüş, o güzelliği dünya gözüyle seyre dalmışken bile aşkını açıkça anlatmamıştır. Oysa bizler neciyiz ki böyle kendi kendimize perişan oluyoruz. Yazımı Mevla’nın şu sözleri ile bitiriyorum. “Artık sus! Aşk bir yere geldiğinde sözün anlamı kalmaz.”
Memduh Ergin.