Sevgi ve Nefret Psikolojisi
PSİKOLOJİ ile dinin yolları, her ikisi de öncelikle insanı ele aldıkları için bir noktada kesişir. Çünkü her ikisi de duyguları ele alır, keşfeder, hatta yönlendirir. Din insanı özde tanıdığı iddiasıyla bu konuda peşin bir kanaate sahiptir. Kutsal kitaplarda yer alan insan profillerinden, tarihsel anlatılardan veya peygamberlerin insan tanımlarından hareketle insani duygular veya karakterler hakkında yargılarda bulunur. İnsanın pozitif ve negatif yönleri hakkında hükümler verir. Mesela Kur’an-ı Kerim: “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendine fısıldadıklarını biliriz ve ona şah damarından daha yakınız.” buyurur. (Kaf, 50/16.)
Psikoloji, dinin aksine araştırmalar neticesinde insanın niteliğini ortaya koyar. Ama ne yazık ki psikoloji, 20. yüzyılın başlarındaki oluşum sürecinde böyle bir yolu takip etmek yerine, sanki bir din gibi peşin fikirle hareket etti. Kendini dinin yerine koydu, dini saf dışı etmek istedi. Anti-din diye adlandırabileceğimiz bu konum, psikolojinin metafizik alanı reddetmesine neden oldu. Felsefenin, biyolojinin, fiziğin dine karşı kazandığı zafere bir katkı da psikoloji yapmak istiyordu. Bunun için de kendini evrim teorisine eklemledi. Bu eklemlemenin anlamı açıktı: Nasıl ki insan, evrim teorisinin iddia ettiği gibi tanrının özel amaçla yarattığı bir varlık değilse, insani duygular da manevi kaynaklı olamazdı. İnsanın iki temel içgüdüsü vardı ve bunlar hayvanlarla paylaştığı cinsellik ve saldırganlık içgüdüleriydi. Amaç, insani duyguları keşfetmek değil, evrim teorisini psikolojiye onaylatmaktı. Böylece psikoloji ideolojiye kurban edilmişti. İnsan eşrefi mahlukat olmaktan çıkarıldı, dinlerin kendisine sağladığı imtiyazlı pozisyondan aşağıya çekildi. Kutsal kitapların “Tanrı insanı kendi imajında yarattı” şeklindeki öğretisi “insan Tanrı’yı kendi imajında yarattı”ya dönüştü. Sonuçta psikoloji, insanî duyguların ulviliğini ve ilahi kaynağa dayandığı düşüncesini reddetmiş oldu.
İşte psikolojinin oluşum sürecinde yaşadığı bu serüven, onun insani duygulara baştan beri negatif yönden bakmasına yol açtı. Sonraki yıllarda da gidişat hep bu minval üzere oldu. Öncelikli olarak hep olumsuz tutum ve davranışlar ele alındı. Affetme, yardımlaşma, sevgi, hoşgörü gibi kavramlar yerine saldırganlık, hoşgörüsüzlük, dogmatizm, nefret gibi kavramlar üzerinde duruldu. Mesela Freud eserlerinde 250 kadar yerde cezalandırmadan bahsederken, sadece birkaç kez affetmeden bahsetti. Psikolojinin bu bakış açısının ne anlama geldiğini Hristiyanlığın “asli günah” teorisini hatırlayarak daha iyi anlayabiliriz. Nasıl ki Hristiyanlık, insanı “asli günah”la dünyaya gelen ve bu günahtan arınmak için vaftiz olması gereken bir varlık olarak gördüyse, psikoloji de insanın olumsuz yönlerini dikkate aldı. Mesela, sevgi üzerinde değil, nefret üzerinde durdu.
Psikolojinin bu bakış açısı din psikolojisini de etkiledi. Bu etkiyi görmek için sadece dindarlık üzerine yapılan çalışmalara bakmak yeterlidir. Dindarlıkla birlikte anılan kavramlar ve çalışma başlıkları hep olumsuzdur: “Dindarlık ve şiddet”, “dindarlık ve dogmatizm”, “dindarlık ve önyargı”, “dindarlık ve hoşgörüsüzlük” bunlardan sadece birkaçıdır. Eskisi kadar olmasa da, bu etkiyi bugün hala görmek mümkündür.
Psikolojinin bu gidişatı ancak 1960’larda biraz değişmeye başladı. Jung ile başlayan bu yeni sürece Erich Fromm, Abraham Maslow, Gordon Allport gibi isimler katkıda bulundu. Mesela Erich Fromm 1966’da yazdığı You shall be as Gods (Tanrılar Gibi Olacaksınız) kitabında insanın tanrısal bir öze sahip olduğunu savundu. Yine Erich Fromm’un bir kitabına Sevme Sanatı (1956) adını vermesi bile, o güne kadar saldırganlık üzerine yazan ve Darwin teorisini kanıtlama görevini üstlenen Konrad Lorenz’in kitaplarının süslediği psikoloji rafları için yepyeni bir şeydi. Hümanist psikoloji anlayışı bu çerçeveyi biraz olsun değiştirdi. Davranışçılık ve psikanalizin hastalıklı insan modeli yerine, sağlıklı insan modeli üzerinden hareket etmeye başladı. İnsanı özde “iyi” kabul eden bir tavır sergiledi. Olumlu insani özelliklere vurguda bulundu. Günümüzde transpersonal psikoloji ve pozitif psikoloji gibi akımlar psikolojinin oluşum sürecindeki bu yanlışlığa işaret ettiler. Ancak gövde o kadar büyümüş ve sertleşmişti ki, bu yeni oluşumlar fazla etki oluşturamadılar. Bununla birlikte, özellikle transpersonal psikoloji “Doğu bilgeliği”nin insanı anlama ve yorumlama yönteminin psikoloji tarafından dikkate alınması gerektiğini savundu. Mesela Nossratt Peseschkian Doğu Hikâyeleriyle Psikoterapi kitabını bu çerçevede yazdı.
Umarız bu bakış açısı psikolojide baskın hale gelir ve oluşum sürecinin ideolojik yapısından kurtularak insanı pozitif değerlendiren hikmet anlayışından yeterince yararlanır. İslam dini gerek doktrinel özellikleri, gerekse kültürel birikimi ile psikolojiye bu katkıyı vermeye hazırdır. Çünkü yeryüzündeki tüm Müslümanların en fazla tekrar ettikleri sözcük olan besmele-i şerifte yer alan Allah’ın rahim sıfatı bize yaratıcının bir “rahmet kaynağı” olduğunu hatırlatır. Peygamberimiz “Allah’ın rahmetinin gazabını aştığını” söyler. Şu temsili anlatım İslam’ın insana bakışını ortaya koyar: Gökyüzü, okyanuslar ve yeryüzü, insanoğlunu kötülüğü ve azgınlığı dolayısıyla Allah’a şikâyet etmişler. Gökyüzü: “Üzerlerine düşüp onları ezmeme müsaade et.” diye yalvarmış. Okyanuslar: “Onları üzerlerine akıp boğalım.” demiş. Yeryüzü: “Onları yutayım.” diye yakarmış. Buna karşılık âlemlerin Rabbi şöyle buyurmuş: “Eğer insanı yaratan siz olsaydınız onu affederdiniz.” Yüce Allah, “ruhuna üfledim.” (Hicr, 15/29.) dediği kulları için böyle düşünüyor. Varoluşunu anlamlandırmak isteyen insanoğlu için yaratıcısının kendisini sevdiğini hissetmekten daha güzel bir psikoterapi olur mu?