Din ve Toplum
İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Dinlerin tabiatı da toplumsala yöneliktir. Toplumsallığın sahici, benimsenebilir ve sürdürülebilir olması ise sosyal organizmanın çimentosu sayılan ve herkesçe paylaşılan değerlerle mümkündür. İman, kişinin özgür iradesiyle belli bir varoluş ve varlık anlayışına, özel bir topluluğa, muayyen bir ahlak ve değerler sistemine aidiyet beyanında bulunması demektir. İman ve dinle varlığa, hayata, hemcinslerine ve değerlere açılan insan, yine iman-din aracılığıyla belirli bir topluluğa, dile, sembollere, ortak yükümlülük ve eylemlere katılır.
Hz. Adem ve Havva’nın çocukları olarak çoğalan ve yeryüzüne dağılan insanlık camiası, çok farklı düzeylerde birlikteliklerden oluşan büyük bir topluluktur. İslam da, bir arada yaşamanın ve sosyal dayanışmanın tabii, fıtri, psikolojik, içtimai, ahlaki ve maddi unsurlarını bir arada değerlendirmiş ve öğretilerini bu şekilde vazetmiştir.
İslam dininde namaz, zaman ve coğrafyadan, etnik, sosyal ve kültürel kimlikten, her türlü imtiyaz ve ayırımcılıktan bağımsız olarak Müslüman toplumunu gerçek ve görünür, katılınabilir ve sürdürülebilir kılan en önemli ibadettir. Herhangi bir kimse hiçbir resmi prosedüre, şu veya bu makamın iznine gerek kalmadan namaz aracılığıyla dini-sosyal organizmanın bir parçası haline gelebilir. Müslümanın sahip olduğu mali imkânın bir kısmını ihtiyaç sahipleriyle paylaşması demek olan zekât ve infak ise, hem Yüce Yaratan’a hem de insanlığa olan sadakatin ve bağlılığının bir nişanesi olarak yerine getirilir. Ancak İslam, dindar insanın topluma iştirakini yalnızca namazda olduğu gibi cemaate organik katılım ve yine zekâtta olduğu gibi mali katılımla sınırlı görmez. Mesela oruç ve hac ibadeti, inananlar topluluğuna şuur düzeyinde katılmayı ve ruhi-psikolojik olarak onunla bütünleşmeyi sağlamaktadır. Kurban, selamlaşma, ezan ve dua da farklı yönlerden sosyalleşmeye açılır.
İslam’a göre dindar insan fert ve toplumun ontolojik güvenliği ile psiko-sosyal güvenliği arasında kopmaz bir bağ olduğu gerçeğinin farkında olan insandır. O nedenle de zorunlu olarak “ahlak”lı insandır. Kur’an-ı Kerim’de ortaya konulan esaslar ve Hz. Peygamber’in örnekliğiyle somutlaşan değerler, dinin, dindarlığın ve ahlakın soyut kabuller bütünü olmadığını, insanın içtenliğine bağlı hayata dönük pratik gerçeklikler olduğunu göstermektedir.
Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in beyan ettiği din, sadece teorik ilkelerden ibaret olmadığı gibi, ibadet kabilinden fiillerle de sınırlı değildir. Dindarlık, insan ilişkilerinin tamamına yansır; beşeri ve ahlaki davranışlar yanında tabiat ve eşya ile ilişki biçimi de dindarlığın konusu olur. Mesela Kur’an’ın İsra ve Lokman surelerinde müminlerin gündelik hayatlarında gözetecekleri insani ve ahlaki duyarlılıkların, iman-amel, fert-toplum bağlantısı içinde sıralanması (İsra, 22-39; Lokman, 14-19), imanın ahlaki boyutunu, bireysel davranışların sosyal sorumluluk boyutunu göstermektedir. Benzer hususların insanın beslenme ve tüketim alışkanlığından, gündelik hayatın davranış kalıplarına, özel hayatından sosyal sorumluluk ve ödev şuuruna uzanan boyutlarını Kur’an’ın muhtelif ayetlerinde görmek mümkündür. Zaten İslam Dini böyle bir bütünlük içinde kavrandığı ve hayata yansıdığı ölçüde iki dünya mutluluğunun ve ezel-ebed çizgisinde bitmeyen bir rahmetin kaynağı olur.