* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: İslam Ümmetinin Birliği  (Okunma sayısı 1555 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı anadolu

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 819
    • www.fanidunya.net
İslam Ümmetinin Birliği
« : Mart 08, 2024, 12:18:47 ÖS »


İslam Ümmetinin Birliği

Allah’u tealanın hikmeti İslam davetini da­vetlerin en sonuncusu ve tüm insanlık için geçerli bir davet olmasını gerektirmiştir. Geç­miş davetlerin her birinin belli bir top­luma ve fırkaya has olmasından dolayı fikirleri ve ilkeleri de o topluma ve fırkaya uygun ola­cak şe­kilde idi. İslam davetinin ise tüm beşe­riyet için gelmesinden dolayı da tüm insan­lığa uy­gun olması gerekiyordu. Olanda buydu. Ayrıca bu davetin kendinden önceki davetleri nesh etmesi de gerekiyordu. Böy­lece tüm in­sanlık bu daveti bir proğram ola­rak kabul ede­cekti. Böylece geçmiş davet sahibi toplumların hayat proğramı ile sonra­dan gelmiş daveti sahiplenmiş toplumun hayat proğramı arasında da hiçbir tezat kal­madı. Böylece İs­lam daveti genel olarak bütün toplumlar için gelmiş oldu. Hatta ken­dilerine elçi gelmeyen ve geçmiş herhangi bir dinin daveti ulaşmayan toplumlara da gelmiş bir davet oldu.

Bu gelen İslam davetinin her insanın is­tediğine uygun olması mümkün değildi. Çün­kü insanlar farklı tabiatlarda ayrı ayrı istek ve arzular üzere yaratılmışlardı. Daha önce de her­hangi bir peygamber kavminin arzu et­me­diği bir davet getirdiğinde kibirleniyorlardı. İç­lerinden bazısı peygamberlerini yalanlıyor ba­zısı da onları öldürüyorlardı.

-Demek size ne zaman bir peygamber nefislerinizin hevasına uymayan bir şey geti­rirse; büyüklenecek, kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz ha!?[1]

Rasulullah (s.a.v.) Kendi kavmine daveti ulaştırdı. Akabinde hemen refah içinde olan­lar kibirlendiler ve kendilerine getirdiği dâveti inkar ettiler. Aynı şekilde heva sahipleri de kibirlendiler ve o daveti yalanladılar. Şeytan bu yaptıklarını onlara güzel gösterdi ve bu davetin karşısında yer aldılar ve davet yolunu engellediler. Rasulullah (s.a.v.) ve iman edenler onunla birlikte zulme sabrettiler ve sıkıntılara katlandılar. Rasulullah (s.a.v.) emanetini tebliği edip, risalet görevini yerine getirdi; üm­mete nasihat edip, Allah yolunda en güzel bir şekilde cihad etti. Allah’ta ona zafer nasib etti. Böylece İslam Devleti hicret edilen topraklarda tesis edildi ve sancağı yük­seltildi. Artık toprakları genişlemiş, evlatları güven içerisinde yaşamışlardı. Hiçbir mutlu­luğun ye­ri­ni tutamayacağı eksiksiz bir saadet içerisinde idiler. Öyle ki İslamdan önceki ca­hiliyet ve adetlerinin olduğu dönem ile islamın ve ondaki kardeşlik, sevgi, hayır için çalışma, sözde ve amel de doğruluk, her alanda ihlaslı olma gibi en güzel manaların ve en yüce fiillerin olduğu dönem arasındaki farkı çok iyi anlamışlardı. Her kim İslam top­lumun da ya­şarsa, onun akidesine bağlan­madan ve İslam nesli ile çok kuvvetli bağlar kurmadan edemiyordu. Çünkü yapılan işler­deki doğruluğu ve müslümanın konuştuğu ile yaptığı dav­ranışın birbirine uygun olduğunu görüyordu.

Artık İslama olan davet başlamıştı. Ciha­dın sancağı, galibiyeti gerçekleştirmek arzusu ile yada Allah yolunda şehadete ulaşma, cen­nete ulaşma gayesi ile ölüme aldırış et­me­den bu yola çıkılmışsa, bu sancak zafer kazanılma sembolü olmuştur. İşte o cennet, müslü­ma­nın asıl gayesidir. Kim ona ulaşırsa büyük bir başarıya ulaşmıştır. Kim, mücahid olarak yola çıkarsa, yenilgi nedir bilmez. Çünkü bu dünyadaki şeylerin bir gururlanma aracı olduğunu görür. Geride bıraktığı ehline gözlerini di­kip kalmaz, onları uzun uzadıya dü­şünmez. Cen­net gözünün önünde canlanır ve ona doğ­ru suratle koşar. Allah’ın fazlını ve keremini arzular. Önündeki düşmana da aldı­rış et­mez. Çünkü onlar dünyayı arzulayan, ona doğru koşan, dünyaya karşı çok hırslı olup ona sarılan insanlardır. Kimin sembolü de bu ise, böyleleri korkaktırlar. Ölümden korkarlar çünkü bütün gayeleri dünyadır. Böyle bir sıfa­ta sahip olanları ahreti arzulayan Allah yolunda şehadeti isteyen, bütün arzusu büyük kurtuluş olanların önünde duramazlar. Çünkü böy­lelerin tek gayesi Allah’la karşılaş­tıkla­rın­da, Allah’ın kendilerinden razı olması­dır. Bun­dan dolayı, böylesi mü’min bir kitle­nin karşısında, sayısı ne olursa olsun, kalaba­lığı ne ka­dar olursa olsun, silahının parıltısı ne kadar gü­­zel olursa olsun duramamıştır. Hak­kın önün­­de batıl duramaz, küfür imana mey­dan okuyamaz.

Zira cihad; haktır, adalettir, iyiliği em­ret­me kötülüğü nehyetmedir, Allah’a davettir. Al­lah’ta hakla beraberdir.

Böylece Allah mücahidlerledir. Allah ki­minle olursa yeryüzünde hiçbir güç ne kadar inatçı olursa olsun onun önünde duramaz.

Allah Müslümanlara güç kuvvet verdi, onlarda namazı ikame edip, zekatı verdiler. İyiliği emredip kötülüğü nehy ettiler. Allah’ın di­nin başarısı için çalıştılar, allah’ta onlara zafer nasib etti.

-O kimselere eğer biz yeryüzünde bir ik­tidar imkânı verirsek, onlar namazlarını dos­doğru kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emre­der, münkerden alıkoyarlar. İşlerin âkibeti Al­lah’ındır. (Ona döner).[2]

İslam ümmetinin ordusu, Allah’ın arzında ona çağrı için, Allah’ın düşmanları ile savaş­mak için yola çıkmıştır. O gün itibari ile et­raflarında dünyanın en büyük devleti bulun­maktaydı.

Doğu bölgesinde iran-fars impa­ratorluğu, kuzeylerinde de Roma İmparator­luğu. Bu devletlerin sahip olduğu; vatandaş­larının çokluğu gücü, sahip oldukları top­rakların genişliği, kendilerinin hâkimiyetini ka­bul eden ülkelerin fazlalığı, askerlerinin kullandığı silahların teknik özellikleri, askerle­rinin katılmasının zorunlu olduğu eğitim sü­resi, da­ha önceden katılmış oldukları savaşlar gör­dükleri savaş meydanları. İşte bunların hepsi Müslümanların sancağını yükselttikleri cihad fikrinin gücü önünde hiçbir şeye denk gelememiştir. İki grup savaş meydanında kar­şıla­şır. Müslümanlar karşı taraftan istekle­rini ilk önce söylerler. Çünkü Müslümanlar savaşçı özelliklerinden önce davetçidirler. Eğer savaş gerekli ise onlar zaten mücahiddirler, Allah yolunda şehadeti arzulu­yorlardır.
Müslümanlar düşmanlarına şunları sunarlar.

1-İslam: Eğer düşman islamı kabul eder­se, Müslümanlar asıl isteklerine ulaşmış­lardır. En büyük gayelerine ermişler, davetle­rini gerçekleştirmişlerdir. Zira bunlar davetçi­dir, daha dün düşmanı olan bu gün daveti kabul etmiş; böylece kardeşleri olmuştur. Müslümanların sorumlulukları, onunda so­rumlu­lu­ğu olmuştur. Artık onların topraklarıda İslam’ın topraklarından bir par­çadır. İslamın sancağı yükselmiş Allah’a olan davet yayılmış, Müslümanların sayısı artmış, davetçiler çoğalmıştır.

2-Cizye (Vergi):Eğer düşman içlerinde yöneticilerinin etkisinden din adamlarının, şehvetine ve arzularına düşkün insanların ve zenginlerin maslahatlarına boyun eğdiğinden dolayı islamı kabul etmezlerse. Müslümanlar, düşmanları Ehli kitab veya ehli kitaptan sayı­lan Mecusilerden iseler, Müslümanların gücü altında güven ve rahatlık içinde, kendilerine ait hakları ve sorumlulukları dairesinde yaşa­maları karşılığında cizye vermelerini düş­manlarına teklif ederler. Eğer kabul ederlerse silahlar indirilir, her grup kendi sorumlulu­ğunu yerine getirip haklarını alır. Rahat ve huzur içinde, adalet, bolluk, mutluluk ve gü­ven içinde yaşarlar.

Çoğunlukla da böyle bir teklif kabul edilmiyordu. Yani cizye verme teklifi. Zira düşman komutanları ve önderleri kendi halklarının büyük çoğunluğunun islama gire­ceklerinden tam olarak eminlerdi. Çünkü bu halkların içindeki insanların babaları İslam öncesi dönemi biliyorlar; çocuklarda islamın gelişinden sonra ki dönemi bilecekler. İki nesilin özellikleri arasındaki fark çok büyük. Akabinde de halklar islama yöneldiklerinde yöneticilerin gücü kaybolacak, papazların etkisi ortadan kalkacak, Maslahatı olanların ve arzular peşinde koşanların isteklerinin ger­çekleşmesi artık hayal olacak. İşte bunlardan dolayı yöneticilerin, komutanların, Papazların, maslahat ve şehvet düşkünlerinin baskısı ile Müslümanların cizye verme teklifleri reddedi­lecekti.

3-Savaş: İslamı kabul etme ve cizye verme kabul edilmez ise savaştan başka yok kalmaz. Her grup ordu içindeki yerini alır. Her grup düşmanına hızla saldırır.

Müslümanların düşmanı hayretler içinde kalır. Zira savaştan önce Müslümanları yumuşak huylu sessiz, sakin ve basit görüyorlardı. Karşılaşmadan sonra ise Müslümanlar ormanın içinden avına hızla saldıran aslanlar gibidirler. Önce davet için çıktılar, ama davetleri kabul edilmedi, ilerleyip zafer ve en büyük gayeleri olan Allah yolunda şehadet için savaştılar. Düşmanlarda kendilerini bir anda arkalarını dönmüş bir halde buldular. En büyük gayeleri ve arzuları olan hayat uğrunda kurtuluşu arıyorlardı.

Böylece bu az topluluk, Allah’ın izni ile sayıca çok topluluğa galip gelmiştir. Kalaba­lık olanlar ölülerinin parçalarını savaş meyda­nında terk etmişlerdir. Meydanı terk ederler ve yerlerine sayısı az grup yerleşir. Bu az grup şehidlerinin cesedinin en yüce makamlar da olduğuna iman ederler. Gerçekleştirilen bu zaferin Allah’ın izni ilede olduğuna iman ederler. Allah sabredenlerle beraberdir.

-Allah’a kavuşacaklarını bilenler ise: “Nice az bir topluluk daha fazla bir topluluğu Allah’ın izni ile yenmiştir.[3]

-Muhakkak (Bedir gününde) karşılaşan iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyordu. Diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleri ile kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.[4]

Savaşlar birbirini izledi, birbiri peşince olaylar gerçekleşti. Hepside tek bir sonuç, ve­riyorlar, tek bir fotoğraf taşıyorlardı. Müs­lü­manların kapsamlı zaferleri, kafirlerin de şiddetli yenilgisi sonucu, ve her yeri hile ve vebalardan temizlemek isteyen aslan grubu­nun fotoğrafı. Böylece bazı tuzak ve hilelerle kurtulmayı ve hayatta kalmayı isteyen tilkiler grubuna saldırırlar. Müslümanların konumu yükseldi, güçlerinin sembolü olan sancakları daha üstte oldu, inançları yayıldı, devletlerinin sahası genişledi, diğer halklar ve milletler kendilerinden korktular; Böylece halkı İslam’a yönelen Fars devletinin saltanatını bitirdiler. Bu yenilginin akabinde saltanatın önemli şahsiyetleri ve Mecusiliğin şiddetli savunucu­ları sadece dilleri ile Müslüman olduklarını ilan ettiler; fakat kalpleri iman etmediler. Sa­dece dilden Müslüman olmalarıda kendi halk­ları ile inanç olarak uzaklaşmadan sürekli bağlantı halinde olmak ve ilerde tuzaklar kur­mak içindi. Zira inanç hayatın temeli idi ve ilişkiler onun üzerinde yükselebiliyordu. Böy­lece hakli yine etkilemeye, içten yıkmaya ve istedikleri görünümle –ilim adamı, düşünür gibi-görünme imkanına sahip olacaklardı.

Akabinde Roma devleti de alçaldı, hakîr duruma düştü. Kontrolu altındaki geniş top­raklardan geri çekildi. Geri çekildiği bu top­raklardan birçoğunun halkı islama girdi. Fa­kat devletin önce gelenleri ve Doğu Roma’nın kilisedeki din adamları ise odalarında sessiz­liğe bürünüp intikam almak ve saldırıya geç­mek için uygun fırsatı bekliyorlardı.

Kafirlerin hepsi cihad sancağının yeniden kaldırılmasından korktukları için Müslüman­ları harekete geçirmemeye özen gösteriyor­lardı. Çünkü Müslümanlar bu sancağı aldık­ları zaman düşmanlarına karşı kesin galip geliyorlardı. Bundan dolayı, İslam düşmanları içerisinde, Müslümanlar cihad sancağını al­masınlar diye ve bu cihad fikrini sona erdir­mek, hatta öldürmek için sürekli gizli çalış­malar vardır. Ve bu çalışmalar bu güne kadar da devam etmiştir. Çünkü cihad Müslüman­ların hamasi duygularını harekete geçirerek, saflarını bir araya getirerek, maneviyatlarını yükselterek, bu uğurdaki gayretlerini arttıra­rak onları harekete geçiriyordu. Ayrıca cihad, Müslüman şahsiyete Allah yolunda şehid olmanın en büyük kurtuluş ve cennete ulaşma olduğu inancını veriyordu. İşte bun­dan do­layıdır ki İslam düşmanları sürekli bu fikri çeşitli vesilelerle boğmaya çalışırlar.

Rasulullah (s.a.v.)’in dünya’dan ayrılışın­dan sonra halifelik başlamıştı. Seçilmiş olan Nebi (s.a.v.)’in yaptıklarını Halifelerde takib ettiler. Fetihler oldu, davet yayıldı, emniyet, hak ve adalet hak ettiği en yüksek konuma geldi. Daha sonraki nesiller için örnek oldu­lar. Fakat sahabe döneminden sonra halifelik zayıfladı. Sebebi de tuzak kuran fitnecilerin cahiliyedeki ırkçı duyguları harekete geçirerek bazı ihtilafları ve fitneleri ortaya atmaları idi. İşte bu dönemdekilerin babadan oğla geçen halifeliği eleştirip şuraya çağıracakları yerde- zira sahip olan esasta şurâdır.- babadan oğla geçen halifeliğe, hemde başka bir aile için davette bulunmaya başladılar. Buda cahiliye döneminde çok yaygın olan ırkçılığın hare­kete geçmesi demekti. Buradaki hedef; üm­meti yok etmek için, onu zayıflatma uğrunda fitneyi ateşlemekti.

Ayrıca bu, onların söylediklerinde ve iddalarında doğru olmadıkları manasınada geliyordu.

Sonrada, bir önceki Emevi ailesinin hali­feliğinin bitirilip Abbasi oğullarının halifeliğine çağru yapıldı. Olaylar Abbasi oğullarının ha­lifeliği alması ile sonuçlandı. Yönetimi eline alıp, ayaklarını sağlamlaştırdı. Olayların içinde yer alan fitneciler yeni devletini gücünü gö­rünce pişman oldular. Onlarsa yönetici ve so­rumluları bitkin düşürerek ümmet-i zayıf­latmayı istiyorlardı. Fakat görevliler kuvvetli ve dinçtiler. O fitnecilerden uzaklaştılar. Yeni devletlerde fitneciler ümit kesince onlara kar­şıda fitneler düzenlemeye başladılar.

Yeniden başka halifeler veya isteklerde bulunmaya başladılar. Yıkıcı faaliyetlerini başka yollar deneyerek devam ettiler. Herhangi bir so­nuca da ulaşamayınca puta tapan Moğollu­lara; kendileri Müslüman olduklarını iddaa ettikleri halde yardım ettiler. Bunların İslamın yıkılıp, kavimlerinin cahiliye ortamının ve Me­cusiliğin geri dönmesinden başka kendilerini rahatlatacak gayeleri yoktu.

Abbasi halifeliği de putçu Moğollular’ın ve Müslümanlığı iddaa edip onun tam aksine çalışıp Moğolluları destekleyenlerin elleri ile sona erdi. İslam ümmeti de artık zayıflıyordu.

Evet bu zayıflama ırkçılığın ve fitnenin üm­met’in cismini kemirmeye başlaması ile hare­kete geçmişti. Akabinde dünya sevgisi en son basamağa ulaştı. Azğınlaştı ve kardeşler sal­tanat için, evet halifelik için yarışa girdiler. Dahada ötesi çocuklar babalarla mücadele etti. Sonunda Muhammed b. Mütevekkil ba­basını, yani halifeyi öldürdü. Ve onun yerini 826’ da teslim aldı. Bundan sonra bunun ör­nekleri veya buna yakın örnekler bu alanda görülmeye başladı.

Arzu ve zevk sahipleri, zevklerinin peşinde gider oldular. Kimileri vakitlerinin çoğunu sa­raylarda ya da bahçelerde, hanım ve ço­cuk­ları ile, hizmetçileri ve cariyeleri ile geçiri­yor­du. Kimisi de işleri, ticareti peşinde yol­cu­lukları peşinde koşturuyordu. Bazılarıda şeh­vetlerinin ve oyunlarının peşine düştü. Şüphesiz bazılarıda ilme yöneldiler, ilim için yolculuklara çıktılar, yada bir yere kapanıp ilim ve tahsil arayışına girdiler. İşte bu du­rumlar, devletin makamlarında, sorumluluk noktalarında, komutanlıklarda ve olaylara yön veren noktalarda bozulmalara sebep oldu. Önde gelen kişiler bu noktaları el geçirmiş ve bu noktaları kontrollerindeki kölelere, ençok hizmet edene ve en faydalı olanlara veriyor­lardı. Çünkü bu köleler itaat etme ile sorumlu idiler. Ayrıca emirleri uygulamaya mecbur­dular. Evet, efendilerini korumak ve en önde savaşmakla mesuldüler. Böylece kölelerden bazıları savaşlarda komutan olmaya, insanlar arasında yetki sahibi, yönetimde sözleri din­lenen emirleri uygulanan, tâlimatlarına itaat edilen kişiler olmaya başladılar. Böylece tarih kitaplarını dolduran, asıllarının olduğuna ve inançlarının farklı veya islamı menfaat gereği, zorla kabul etti ise yeni Müslüman olduğuna işaret eden garip isimler ortaya çıktı.

Sahip olunan köle sayısına göre yeni güç odakları görünmeye başladı. Öyle ki, gözünü saltanatın makamlarına mevkilerine dikenler, sahip olduğu kölelerin ve tabilerinin sayısını arttırarak, etki alanları, güçlü olsun ve güçleri artsın diye köleler satın almaya ve iyice sayıla­rını arttırmaya yöneldiler. Fakat bir yandanda İslami bilinç zayıflıyordu. Çünkü zahiren kabul eden veya cahil olanların veya yeni Müslüman olduklarından dolayı İslam’ın öğretilerini bil­meyenlerin eline geçmişti. Ve böylece Üm­metin inancını bilmemekten ve toplumun unsurlarının, temel düşüncelerinin farklılığın­dan dolayı ümmetin zayıflığı daha da arttı.

İşte bu farklı unsurların ve anlayışların topluma girmesinden dolayı inancın temelle­rinden uzaklık ve İslami bilincin zayıflaması, toplumun daha da uzaklaşmasını ve hak yol­dan sapmasını arttırdı. Bir takım bozuk uy­gulamalar, bazı davranışlarda çirkinlikler, hiç görülmeyen bazı olayların gerçekleşmesi ve belli kimseler hakkında yayılan şaialar ortaya çıkmaya başladı.

Bu söylenenlerle birlikte İslam akidesine bağlılık, bu akideyi koruma ve hilafete bağlı kalma düşüncesi daha ortadan kalkmamıştı. Zira bunlar İslâmi kardeşliği himaye etmek, İslami bağları savunmak, Müslümanların bir araya toplanması için, aynı ilkede birleşmek ve tek bir proğrama, güçlü bir proğrama göre çalışmakda adres olması için gerekli idi.

Moğollu’ların eli ile Hilafet 1256 yılında sona erdi. Fakat Hilafet düşüncesi ve onu hep koruma isteği var olmaya devam etti. Zira ümmet tekti, ve buna olan iman kalp­lerde sapa sağlam yer etmişti. Bunun için çalışmakta Allah’u tealanın şu ayetlerinden dolayı vacipti.
-Ve gerçekten sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız benden korkun.[5]

-Ey iman edenler, Allah’dan nasıl kork­mak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.

-Hepiniz, toptan Allah’ın ipine sarılın, par­çalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki ni­meti­nide hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti de O’un nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukurun kenarındayken oradanda sizi O kurtardı. İşte Allah hidayet bulasınız diye, size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor.[6]

-Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin. ve Allah’dan kor­kun. Belki rahmet olunursunuz.[7]

Müslümanlar Hilafetin varlığına ve devam etmesine özen gösterdiler. Fakat Moğollular Hi­lafete son vermiş ve merkezini istila etmişti. Halifeyi öldürdüler ve ailesinin hepsini arayıp öldürmeye çalıştılar.

Nasıl ki İslam emirlikleri birçok bölgede birbirleri iel anlaşamıyorlar ve ihtilaf içerisinde iseler aynı şekilde, Endülüsteki taifelerin baş­ladı da daha çok ihtilaf ve birbirinden uzak­laşma içerisinde idiler. Kuzey Afrika’da benzer bir durum içerisinde idi. İslâmi bilincin zayıflı­ğına ek olarak birde bu durumlar olmuştu. Çünkü bilinç olarak birçokları, Hilafet’in etki­sini ve onun Müslümanların bir araya gel­mesi, sözlerinin bir olması ve güçlerini bir­leştirme gibi manaları olduğunu idrak edemi­yordu. Bununla beraber Mısır’daki Mem­luk­luler devleti bu emirliklerin içerisinde durumu en iyi olan, en güçlü askeri en çok ve konumu en iyi olandı. Çünkü Doğu’da Mo­ğollular istediklerini yapıyorlar. Kuzey’de Roma keyfine göre davranıp birçok hazırlık­lar yapıyordu. İspanyollar ise Endülüs’te türlü planlar yapıp taifelerin başları ile resmen oyun oynuyorlardı. Fakat Memluklûlerin İs­lami bilinçleri hala zayıftı. Ve daha önce Müslüman olmuş toplumların kendilerine olan eğilimlerinde sınırlı idi. Bundan dolayı insanların bu devlete katılımı ve destekleride zayıftı. Ancak Bağdat’taki Hilafeti elinde bu­lunduran ailenin geride kalan fertlerinden biri Mısıra geldi. Bu kimse Abbasilerin en son Halifesi olan Mu’tasım’ım amcası Mustansır’ın kardeşi Ahmed Ebu el-Kâsım. (1202-1203) Ahmed Ebu el-Kâsım Moğolluların Bağda’da saldırısında hapiste idi. Bu saldırıda hapisha­nelerin kapısı açılınca Ahmed Ebu el-Ka­sım’da serbest kaldı ve kaç­tı. Daha sonra Bağdat’tan çıkmayı başarınca Irakta bedevile­rin yanına gitti ve bir müddet aralarında kaldı. Daha sonra da Mem­lûklüler Beytûl-Makdis’te (Kudüs) (1237) de Ayn-Câlut’ta Moğollulara galip gelipte, şamdan onları çıkarınca; Ahmed Ebu el-Kâsım Kâ­hi­reye yöneldi. O dönemde komuta Sultan Bay­bars’ta idi. Kahireye Recep ayının başlarında (1238)de ulaştı. Ailesinin nesebini ve kim olduğunu isbat edince Baybars halifeliğini kabul edip ona biat etti. Daha sonra hakimlerin başı Taceddin, daha sonra Şeyh İzzeddin b. Abdusselam da bu yıl içinde ona biat ettiler. Onun için halifeliğinin alameti olarak hutbe okunup, adı paraların üzerine işlendi. Kendisi de kardeşi gibi Mustansır la­kabını aldı. Cuma günü insanlara hutbe verip, sultan Baybarsa dua etti ve insanlara namaz kıldırdı. Sultan Baybars’ın Ahmed Ebu el-Kâsım’a Hilafet için beiat etmesindeki hedef ise Memlûk devleti­nin diğer İslam bölgeleri içerisindeki konu­munu yükseltmekti. Evet fiilen bu devletin konumu yükseldi, tüm gözler onlara çevrildi ve Moğollulara karşı direnişte yapmaları ge­rekeni yaptılar ve onlara kar­şı zafer kazanıp, Moğolluları Şamdan çıkardılar.

Memlûk devleti Hilafet ismini aldı, fakat vakıada Mısıra ailt bir devletten başka bir şey değildi. Bu konumunu diğer İslam toprakla­rında elde edemedi. Çünkü etki alanı Mısır, Şam ve bazende Hicazla sınırlı idi. Moğollular ise İslam topraklarının doğusunu kontrol ediyordu. İslam Doğu Moğollular arasında (1230) ve Hülağü’nün kurduğu İlhanlı devle­tinde (1260) yayılmaya başlasada, bu genel bir İslamı kabul etme değildi. İşte bunlardan dolayı Memlûk devletine olan bakış ona tabi olma ve kıymetini bilecek bir bakış değildi.

Aynı şekilde Afrika’nın kuzeyindeki ve Endü­lüsteki emirliklerde anlaşma içinde de­ğillerdi. Aralarından bir emirlik Hilafet devle­tine yönelince sanki Hilafete düşman gibi o devlete karşı çıkıyorlardı. Hilafet devletine başka bir gözle bakıyorlardı.

İslama düşman olan devletlere ve içlerin­den özellikle Haçlılara gelince; onlarda Hilafet devletine temelden bir düşmanlıklar bakıyor­lardı. Bu bakışın değişmeside mümkün de­ğildi. Çünkü Müslümanlar, onların akideleri­nin düşmanı idi. Müslümanlarla savaşmak ve onlara son vermek için çalışıyorlardı. Zira Hilafet düşüncesi Müslümanları bir araya getiriyor, söz birliğine vesile oluyor, saflarını birleştiriyor, gayretlerini arttırıyor, maneviyat­larını arttırtıyor, şevklerini getiriyor ve böylece Allah’ın izni ile düşmanlarına galip geliyor­lardı. Bundan dolayı düşmanları sürekli hila­fet düşüncesini zıttınadır ve onunla savaş ha­lindedir. Bu fikre darbe vurup onun so­nunu getirmek için çalışırlar. Eğer buna güç yetirirlerse galip gelecekler ve en büyük emellerine ulaşacaklardır. Memlûk devleti Müslüman bir halka hakim olduğu müddetçe onlar Memlûk devletinin düşmanları idiler.

Hilafet devleti ismini alıp, Müslümanların ha­lifesini barındırınca da bu devlete olan düş­manlığı artmıştır. Bilakis oklara maruz kalıp, düşmanların hedefi olmuştur.
Memlüklü devleti Moğollulara galibiyeti ile yapabileceği tarihsel rolünü üstlenmiş ve sahip olduğu imkanlar Afrikada’ki Ümit bur­nunu tanıyan ve güneyden gelen sömürgeci Portekizliler karşısında bitmiştir. Aynı şekilde Roma karşısındada imkanları durmuştur.
Daha sonra Moğollulardan kaçıp doğu­dan gelen Osmanlıların saltanatı ortaya çık­mış­tır. Geldiklerinde komutanları Anadolu top­raklarının ortasına yerleşmiştir. Kendile­rine Selçukluların yerine bir saltanat kur­muş­lardır.

Daha sonra genişlemeye başlayıp, sınır­ları Bizans’ın civarına kadar ulaşmıştır. Artık aralarında bir sürtüşme başlamıştır ve –Al­lah’ın izni ile zafer daha sonrada Avrupa top­raklarına giren Osmanlı tarafının olmuştur. Aynı zaman da diğer Avrupa ülkelerine kar­şıda zaferler elde etmiştir. Son olarakta Bi­zan­sın başkenti, savaş merkezi Kostanti­niy­ye’yi fethetmişlerdir. Adı geçmiş dönem patriklerinden birine nisbet edilen “Kostanti­niy­ye” ismini “İslambol” ismine çe­virdiler. Osmanlı askerleri Avrupa devletlerine saldırılar başlattılar. Bu devletler de bu İslâmi ilerleyişin önünde durmak için toplanmaya çalıştılar. Fa­kat bu ilerleyişin önünde çoğun­lukla durmaya güç yetiremedikleri gibi, arala­rında it­tifak etmeyede güç yetiremediler.

Osmanlılar Portekiz sömürüsünün önünde durmaya çalıştılar. Bundan dolayı Mem­lük­lü devletinden sömürgecilerle müca­dele etmek için topraklarından geçmeye kendileri için izin verilmesini talep etti. Fakat bunu ka­bul etmediler. Osmanlılar da ordula­rını hazırlayıp Memlüklülerin hakimiyetindeki topraklara saldırdılar. Kahire şehrine ilerleyip Mem­lüklüleri mağlup ettiler. Devletlerini sona erdirdiler. Hilafeti de teslim aldılar. Hilafet mer­­kezini Kâhire’den İstanbul’a taşıdılar. Böy­­lece devlet daha güçlü, Hilafette daha sağ­lam kaldı. Müslümanların bakışları Os­man­lıya yöneldi; zira merkez nokta ve umut­ları onlarda idi.

Bütün Avrupa devletleri ve özellikle Vatikan paniğe kapılmışlardı. Papa hemen mektuplar göndermeye, çağrılarda bulunmaya ve bir takım geziler düzenlemeye başladı. Hilafet toprakları üzerine ve savaş için görüşmeler çoğaldı. Ortaya birçok fikirler atılıp bu konuda vesileler bulundu.

Avrupa devletleri Hilafet devleti ordusu­nun ilerleyişini durdurmayı başarmış; fakat onu mağlup etmeye Avrupa’dan çıkarıp kendilerinin asıl vatanına döndermeyi başa­ramamıştı.

Bununla birlikte Avrupa askeri ola­rak yenilsede başka yollara, var olacak ikin­ci planlara, Müslümanların arasını ayıra­cak kabileci, ırkçı, grupçu, ictihadi, bölgesel bakış açısı hilelerine sığınmaya karar vermişti.

Askerler kendi sahalarına geri döndüler. Tefrika ve tahrikçilerde kendi meydanlarına döndüler. Askerler hiçbir getirisi ve dikkate de­ğer bir netice olmadan Osmanlı ilerleyişi önünde durmuşlardı. Diğer tefrikacıların ça­lış­­ma­larıda ilerledi ve son olarak ümmeti param parça etmeyi başardılar.

Kesinlikle Müslümanların hepside , Al­lah’a ve indirdiği kitaba iman ettikçe kendile­rinin tek bir ümmet olduğuna inanıyorlardı.

-Ve gerçekten sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız benden korkun.[8]

Ve birbirlerine kardeş olduklarına, arala­rında sevgi, anlaşma, yardımlaşma ve gö­rüşmelerin olması gerektiğine iman ederler.

-Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin. Ve Allah’dan korkun. Belki rahmet olunursunuz.[9]

-Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa, onların aralarını düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa, o tecavüz eden grupla Allah’ın emrine dönün­ceye kadar çarpışın. Eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin ve adaletli olun. Çünkü Allah adaletli olanları sever.

Bu ayetlere inanan Müslümanların varlı­ğına rağmen diğer tarafta İslâma üye olupta hevalarına tâbi olan ve hak yoldan ayrılmış gruplarda vardı. Bu gruptan bazılarına ırkçılık, bazılarına arzu istek, hakim olmuş, bazılarına şöhret gücü hakim olmuş, bazılarının da kalbi kendine muhalif olan kin ve düşmanlıkla dolmuştur. Vs… Bazılarında da kalbe heva, he­­ves ağır basmıştır. Hevası peşinde yürür gi­der. Her kalp taşıdığı arzu ve isteğe göre farklı farklı yollara katıldı.

Ümmet akide de tek; evlatlarınında iman kardeşi olmasına rağmen kalpler farklı idi.

---------------------------------------------------------------------

[1] Bakara:87.

[2] Hacc:41.

[3] Bakara: 249.

[4] Âli-İmran:13.

[5] Mü’minun:52.

[6] Âli-İmran: 102-103.

[7] Hucurat: 10.

[8] Mü’minun:52.

[9] Hucurât:10.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

 


* BENZER KONULAR

Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]