İslama Göre Dost Ve Düşman
(Müşriklere Meyleden ve Onlara Taviz Veren İslami Anlayışlara Reddiye)
Rabbimiz Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:
وَ اِنۡ کَادُوۡا لَیَفْتِنُوۡنَکَ عَنِ الَّذِیۡۤ اَوْحَیۡنَاۤ اِلَیۡکَ لِتَفْتَرِیَ عَلَیۡنَا غَیۡرَہٗ ٭ۖ وَ اِذًا لَّا تَّخَذُوۡکَ خَلِیۡلًا ﴿۷۳﴾ وَ لَوْ لَاۤ اَنۡ ثَبَّتْنٰکَ لَقَدْ کِدۡتَّ تَرْکَنُ اِلَیۡہِمْ شَیۡئًا قَلِیۡلًا ﴿٭ۙ۷۴﴾ اِذًا لَّاَ ذَقْنٰکَ ضِعْفَ الْحَیٰوۃِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَکَ عَلَیۡنَا نَصِیۡرًا ﴿۷۵﴾
“ Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi.”
“Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.”
“Bu durumda, biz sana, hayatında kat kat, ölümün de kat kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın.” (İsra, 17/ 73- 75)
Bedreddin Çetiner bu ayetlerin nüzulü hakkında, şunları nakletmektedir:
“Bu âyet-i kerimelerin biri Mekke-i Mükerreme'de, biri de Medine-i Münevvere'de indiğine işaret eden nüzul sebebleri rivayet edilmiştir. Şöyle ki:
Sa'd'den rivayetle o şöyle anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s) Haceru'l-Esved'i istilâm ederken Kureyş müşrikleri gelip onu bundan alıkoydular ve: “Küçücük de olsa bizim tanrılarımıza ilgi göstermedikçe onu (Haceru'l-Esved'i) istilâm etmek için seni bırakmıyacağız.” dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de : “Mademki böyle yaparsam beni, Haceru'l-Esved'i istilâm etmeye bırakacaklar kerhen onların putları ile ilgilensem ne olur? Herhalde benim bunu kerhen yaptığımı Allah bilip dururken bana bir zararı olmaz.”diye içinden geçirdi. Ancak Allah Tealâ bunu kabul etmeyerek “Onlar neredeyse sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi....” âyet-i kerimesini indirdi. (Taberî, Cilt:15,sf:88.)
Saîd ibn Cubeyr der ki: Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "Bizim tanrılarımıza velev parmağının ucuyla da olsa ilgi göstermedikçe sana karşı çıkmaktan vazgeçmeyeceğiz." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s): “Allah benim hak üzere olduğumu biliyorken bunu yapıversem herhalde bana bir zararı olmaz.” diye düşünmüştü ki Allah Tealâ bu âyet-i kerimeleri indirdi. (Vahidî, sf: 204.)
Suyûtî olaya karışanları zikredip olayı daha müşahhas hale getirir ve İbn Abbâs'tan rivayetle şöyle anlatır: Ümeyye ibn Halef, Ebu Cehl ibn Hişâm ve Kureyş'ten diğer bazıları Rasûlullah (s.a.s)'a gelerek: "Ey Muhammed, gel, bizim tanrılarımızı bir kerecik meshediver ki biz de seninle birlikte senin dinine girelim." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s), kavminin İslâm'a girmelerini çok istiyordu. Onların İslâmına sebep olacağı için neredeyse bu isteklerine meyletmek üzereydi ki Allah Teâlâ bu âyet-i kerimeleri indirdi. Bu âyet-i kerimelerin nüzul sebebinde rivayet edilenlerin en sahihi bu olup isnadı ceyyiddir ve bunu destekleyen başka rivayetler de vardır. (Suyûtî, Lübâbu'n-Nukm,Cilt: 1,sf:232.)
Katâde isim vermeden ve sadece hadiseyi Kureyş müşrikleriyle ilişkilendirerek yukarıdakinden biraz daha farklı şekilde şöyle anlatır: Bir gece Kureyş müşrikleri sabaha kadar Hz. Peygamber (s.a.s)'le birlikte yalnız kalarak onunla konuştular, ona saygılarını gösterdiler, onun efendileri olduğunu, onun akrabaları olduklarını söylediler ve: "Ey efendimiz, sen bizim efendimizken insanlardan hiç kimsenin getirmediği bir şey getirdin." dediler. Böyle konuşmaya devam ettiler ve sonunda onu, neredeyse istediklerinden bazısına yaklaştırdılar da Allah Tealâ onu bundan korudu ve bu âyet-i kerimeyi indirdi. (Vahidî, sf: 204.)
Muhammed ibn Ka'b el-Kurazî'den gelen bir rivayette de. bu âyet-i kerimelerin nüzulü Garânîk olayı ile ilişkilendirilir. O şöyle anlatıyor: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s) müşriklere Necm Sûresini okuyordu. “Lât ve Uzzâ'yı gördünüz mü?...”
(âyet: 19) âyet-i kerimesine ulaşınca şeytan "Onlar beyaz yüce kuğulardır ki şefaatleri umulur." sözünü atıverdi ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerimeler nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.s) "Biz, senden evvel hiçbir rasûl, hiçbir nebî göndermedik ki o bir şey arzu ettiği zaman şeytan onun dileği hakkında illa bir fitne ortaya atmış olmasın. Nihayet Allah, şeytanın atacağı o fitneyi giderir, iptal eder..." (Hacc, 22/52) âyet-i kerimesi nazil oluncaya kadar üzüntüden kendini kurtaramadı. (Suyûtî, Lübâbun-Nukûi, Cilt:1,sf:233.)
Bu rivayetler âyet-i kerimelerin Mekke-i Mükerreme'de inmiş olduğuna delâlet etmektedir. Bunların yanında Medine-i Münevvere'de inmiş olduğu intibaını veren ve İbn Abbâs'tan gelen rivayetler de vardır:
İbn Abbâs'tan rivayetle Atâ der ki: Sakîflilerden gelen hey'et hakkında nazil oldu. Bu hey'et haddi aşan isteklerde bulundular ve: "Bir sene Lât'a tapınmamıza izin ver. Mekke'yi haram kıldığın gibi bizim vadimizi de ağacıyla, kuşuyla vahşi hayvanlarıyla haram kıl." dediler. Hz. Peygamber onlardan yüzünü çevirip cevap vermeyince umutlanarak isteklerini artırmaya başladılar: "Arapların, bizim onlardan üstün olduğumuzu bilmelerini isteriz. Eğer söylediklerimizden hoşlanmadıysan ve arapların: "Bize vermediğini onlara neden verdin." demelerinden korkuyorsan "Bunu bana Allah emretti." dersin." dediler. Rasûlullah (s.a.s) yine onlara cevap vermediler. Efendimiz (s.a.s)'in susmasından daha da umutlanmışlardı ki Ömer bağırdı: "Getirdiğiniz isteklerinizden hoşlanmadığı için Rasûlullah (s.a.s)'ın size cevap vermediğini görmüyor musunuz?" dedi. Rasûlullah (s.a.s), onlara, istediklerini vermeye niyyetlenmişti ki Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi. (Vahidî, sf: 203-204.)
Bu nüzul sebebi Zemahşerî tarafından râvisi belirtilmeden, bunlardan daha geniş ve ayrıntılarda bir takım farklarla verilmiştir. Şöyle ki: Sakîfliler Hz. Peygamber (s.a.s)'e dediler ki: "Araplara karşı övünebileceğimiz bir takım hasletleri bize tanımadıkça senin emrine girecek değiliz: Bizden öşür alınmıyacak, cihada çıkmamız istenmiyecek (veya zekâtımızı edâ etme zamanı, bir yerde toplanmamız istenmiyecek zekât memurları ayağımıza gelecekler), namazda rükû ve secde bize farz kılınmiyacak (veya bizi namaz emrinden muaf tutacaksın), bizim alacağımız faizler yine bizim olacak (onları vadesi geldiğinde alacağız), bizim vereceğimiz faizler ise affedilecek (ve vadesi geldiğinde o faizleri ödemiyeceğiz), Lât (adlı putumuz hemen kırılmıyacak ve) bir sene daha bizde kalacak ve bir senenin sonunda biz onu ellerimizle kırmayacağız, bizim vadimizi de (Mekke gibi) kuşlarıyla, ağaçlarıyla haram ilân edeceksin. Araplar "Bunu onlara neden verdin?" diyecek olurlarsa "Bunları bana Rabbim emretti." dersin."Bunları yazmaları için kâtiblerini de getirdiler ve yazmaya başladılar: “Rahman Rahîm Allah'ın adıyla. Bu, Allah'ın Rasûlü Muhammed'den Sakîflilere mektuptur: Onlardan öşür alınmıyacak, cihada çıkmayacaklar..." onlar: "Namazda rükû ve secde etmiyecekler." yaz, dediler, Rasûl-i Ekrem sustular. Onlar tekrar kâtibe: "Yaz: Namazda rükû ve secde etmiyecekler." dediler. Kâtib, Böyle yazayım mı? der gibi Rasûlullah (s.a.s)'a baktı. Hz. Ömer yerinden kalktı, kılıcını çekti ve: "Ey Sakîf topluluğu, Peygemberimizin kalbini tutuşturdunuz (onun kalbini incittiniz), Allah sizin de kalblerinizi ateşle doldursun." dedi. Sakîfliler: "Biz seninle konuşmuyoruz, biz ancak Muhammed'le konuşuyoruz." dediler de bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.Yine rivayete göre Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "Rahmet âyetini azâb âyeti, azâb âyetini de rahmet âyeti yap ki sana iman edelim." dediler de bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. (Mahmûd Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekavîl fi Viicûhi't-Te'vîl, Beyrut tarihsiz, Cilt:11,sf:460. Ancak Suyûtî'nin işaret ettiği üzere bu rivayetin isnadı zayıftır. Suyûtî, Lübâbu'n-Nukûl, Cilt:1,sf:234.)1
Yüce Kitabımızda Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmek suretiyle onlara meyletmememiz emredilmektedir:
یٰۤاَیُّہَا الَّذِیۡنَ اٰمَنُوۡا لَا تَتَّخِذُوا الْیَہُوۡدَ وَالنَّصٰرٰۤی اَوْلِیَآءَ ۘؔ بَعْضُہُمْ اَوْلِیَآءُ بَعْضٍ ؕ وَمَنۡ یَّتَوَلَّہُمۡ مِّنۡكُمْ فَاِنَّہٗ مِنْہُمْ ؕ اِنَّ اللہَ لَا یَہۡدِی الْقَوْمَ الظّٰلِمِیۡنَ ﴿۵۱﴾ فَتَرَی الَّذِیۡنَ فِیۡ قُلُوۡبِہِمۡ مَّرَضٌ یُّسَارِعُوۡنَ فِیۡہِمْ یَقُوۡلُوۡنَ نَخْشٰۤی اَنۡ تُصِیۡبَنَا دَآئِرَۃٌ ؕ فَعَسَی اللہُ اَنۡ یَّاۡتِیَ بِالْفَتْحِ اَوْ اَمْرٍ مِّنْ عِنۡدِہٖ فَیُصْبِحُوۡا عَلٰی مَاۤ اَسَرُّوۡا فِیۡۤ اَنْفُسِہِمْ نٰدِمِیۡنَ ﴿ؕ۵۲﴾
“Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.”
“İşte kalplerinde hastalık olanları: "Zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek (O yahudi ve hıristiyanlarla) aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır.” ( Maide, 3/51-52)
Günümüzde bir takım cemaatler ve guruplar diyalog adı altında Allah (c.c.)’nın bu ayetlerine muhalefet etmektedirler. Ancak biz müslümanların görevi bu oyunu görüp onunla mücadele etmektir. Çünkü, bu oyun batının tasarlayıp önümüze sunduğu bir İslam’ı tahrif oyunudur.
Seyyid Kutub (r.ha.) “Fizilalil Kur'an” isimli tefsirinde, bu oyuna dikkat çekerek şu açıklamaları yapmaktadır:
“Müslüman, kitap ehline hoşgörüyle davranmaktan yanadır. Ancak onlarla, yardımlaşma ve işbirliği anlamında bir dostluk kurmasının yasaklanmış olduğunun da bilincindedir. Onun yapacağı, dinini pratize etmek ve İslâm'ın eşsiz sistemini gerçekleştirmektir.
Bu noktada onun yolu ile kitap ehlinin yolu kesinlikle aynı değildir. Müslüman her ne kadar onlara hoşgörü ve sevgiyle davransa da bu, onların kendisinin dinine bağlılığını sürdürüp İslâm sistemini gerçekleştirmesinden hoşnut olmalarına, onların ona karşı savaşmak, komplolar hazırlamak noktasında birbirlerinin dostu olmaktan vazgeçmelerine yetmeyecektir. Kâfirler ve ateistlere karşı, dini yayma amacıyla bizler ile kitap ehlinin aynı kulvarda yürüyebilecekleri gibi bir sanıya kapılmamız, ne kadar korkunç bir bilgisizlik, ne kadar büyük bir budalalıktır.
Kitap ehlinin, müslümanlarla savaşmak söz konusu olduğunda kâfirlerin ve ateistlerin safında yer aldıklarını bile bile, böylesi bir sanıya nasıl kapılabiliriz? Her çağda olduğu gibi bu çağda da aramızdaki saf kişiler söz konusu uyarıcı gerçekleri kavrayamıyorlar. Kur'an'ın buyruklarını, yaşanan tarihî olayları tümden unutarak, kitap ehliyle ‘hepimiz Allah’a inanıyoruz diyerek’ elele tutup materyalizme ve ateizme karşı birlikte mücadele verebileceğimizi ileri sürüyorlar. Oysa kâfir olan müşrikleri göstererek “Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur.” (Nisa Suresi, 51) diyenler kitap ehlinin ta kendileriydi.
Medine’deki müşrikleri destekleyip müslümanlara karşı kışkırtanlar, kitap ehlinin ta kendileriydi. Yine iki yüz yıl süren haçlı savaşlarıyla müslümanlara saldıranlar kitap ehlinin ta kendileriydi. Endülüs'te yaşanan korkunç trajedinin sorumluları onlar değil midir? 19.yüzyılın başlarında Ateistlerin ve materyalistlerin de yardımını alarak,(Önce İslam devletimiz olan Osmanlıyı)sonrada Filistin'deki müslüman arapları perişan edenler, onların yurdunu Yahudilere verenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir? Habeşistan, Somali, Eritre ve Cezayir'de kısacası her yerde müslümanların perişan olmalarının nedeni onlar değil midir? Yugoslavya, Çin, Türkistan ve Hindistan'da, kısacası her yerde, ateistlerle, materyalistlerle ve paganistlerle de işbirliği yaparak müslümanların başına binbir çorap örenler kitap ehlinin ta kendileri değilmidir?2
Bugün de hala birçok İslam Ülkesini işgal edip müslümanları öldüren onlar değil midir? Tüm bunlara karşın bugün aramızdan kimileri kalkıp, Kur'an'daki kesin buyrukların tamamen tersine müslümanlarla kitap ehli arasında dostluk ve işbirliğinin mümkün olabileceğini ileri sürüyor! Neymiş! Böylece materyalizme ve ateizme karşı dini korumuş olacakmışız(!) Bunları söyleyenler, her halde Kur'an'ı okumamış olmalıdırlar. Okuduysalar bile, İslâm'ın özündeki hoşgörü çağrısını, Kur'an'ın yasaklamakta olduğu dostluğa çağrı biçiminde, yanlış anlamış olmalıdırlar.
Bu tür kimseler İslâm'ın Allah katında kabul görecek tek inanç olduğunu kavrayamamışlardır. İslâm'ın, yeryüzünde yeni bir yapılanmayı hedefleyen, dün olduğu gibi, bugün de kitap ehlinin düşmanlıklarına ve saldırılarına göğüs gerilmesini sağlayacak olan, yapıcı bir hareket niteliği taşıdığını anlayamamışlardır. Kur'an'da kitap ehline karşı takınılması istenen tutum, kesinlikle değiştirilemez. Çünkü bu son derece doğal ve alternatifi olmayan bir tutumdur.
Biz, Kur'an'ın buyruklarını yanlış anlamış veya kavrayamamış bu söz konusu kimseleri bir kenara bırakıp, Kur'an'a kulak verelim:
“Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”(Maide,3/51)
“İşte kalplerinde hastalık olanları: "Zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz" diyerek (O yahudi ve hıristiyanlarla) aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır.” ( Maide, 3/51-52)
Kurtubi (r.ha.)in “el-camiu li-ahkami’l-kur’an” isimli tefsirinde konuyla alakalı şunları söylemektedir:
“ ‘Kalplerinde hastalık bulunan kimselerin’ buyruğunda ki hastalıktan kasıt, şüphe ve münafıklıktır. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada kastedilenler ise, İbn Ubeyy ve arkadaşlarıdır.
“... Devrin aleyhimize dönmesinden" yani, ya kıtlık suretiyle zamanın aleyhimize dönerek onlar da bize erzak vermeyip bize ihsanda bulunmamak suretiyle, yahudilerin müslümanlara karşı zafer kazanıp Muhammed (s.a.s.)'in lehine olan bu durumun devam etmeyeceğinden "korkuyoruz diye aralarında" yani, yahudilerî veli ve dost edinerek onlarla dayanışma hususunda "koşuştuklarını görürsün.”
İbn Abbas da der ki: Allah, fethi nasib etti ve Kurayzaoğullarının savaşçıları öldürülüp, kadın ve çocukları esir edildi, Nadiroğulları da sürgün edildi. Ebu Ali de der ki: Burada fetihden kasıt, müşriklerin topraklarının müslü manlara fetih ile açılmasıdır. es-Süddî de der ki: Burada fetihten kasıt, Mekke'nin fethidir.
Onlar da içlerinde gizlediklerine pişman olacaklardır." Yani, Allah'ın müminlere yardımını görüp, ölüm esnasında da âhiretteki yerlerini görerek azaplarının müjdesi kendilerine verileceği vakit, kâfirleri veli edinmelerinden ötürü pişman olacaklardır.”3
Allah Bakara Suresi 257 Ayet’inde, şöyle buyurmaktadır:
اللّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُواْ يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّوُرِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ أَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Allah, âmenû olanların (Allah'a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
Kurtubi (r.ha.)’in “el-camiu li-ahkami’l-kur’an” da ayet hakkındaki tefsirinde:
“ ‘Allah iman edenlerin velisidir.’ Velî kelimesi fail anlamını veren "feîl" vezninde bir kelimedir. el-Hattabî der ki: el-Velî, mü'min kullarına yardımcı olan (Allah)dır. Yüce Allah: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır" diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Bunun sebebi şudur: Allah iman edenlerin velisidir, kâfirlerin ise velisi yoktur. (Muhammed, 47/11)
Katade der ki: Karanlıklardan kasıt dalâlet, nurdan kasıt ise hidâyettir.”4
Ayetlerden vela ve bera konusunda en güzel örnek olanlar şunlardır:
Said el-Kahtani “İslam’a Göre Dost ve Düşman” adlı kitabında şunları nakleder:
“Bu konuda Allah (c.c.)'ın yüce peygamberi İbrahim (a.s.), gerçekten güzel bir örnek, velâ ve berâ' mevzuunda en temiz ve seçkin bir önderdir. Evet, Hz. İbrahim'in; Rabbine, O'nun dinine ve mü'min kullarına karşı olan sevgisi, saygısı, dostluğu gerçekten güzel ve temiz bir örnektir. Aynı zamanda onun Allah düşmanlarına olan düşmanlığı ve onlardan el etek çekip uzak durması konusunda bizim için en güzel bir örnektir. O'nun düşmanları arasında babası da gelmektedir.
Allah’ın peygamberi Hz. İbrahim (a.s.)'in kavmi ile olan durumu, herhangi bir peygamberin kavmiyle olan durumdan farksız değildi. Hz. İbrahim (a.s.) kavmini en güzel bir tarzda Allah'a, O'na ibadete, kulluğa davet etti. O'na bir tek varlık olarak tevhid esasını aktardı. İbadette sadece Allah'a yönelmelerini, O'ndan başkasını tanımamalarını bildirdi. Allah'tan başka tapınılan her türlü tağuttan uzaklaşıp, onları inkâr ve reddetmesini istedi.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
‘Kitapta İbrahim'i an. Zira o, sıdkı bütün (işinde ve sözünde gerçekten son derece sadık, dürüst ve kadri yüce) bir peygamberdi.
Bir zaman o, babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiç bir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?’
Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir İlim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım.
Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a asi oldu.
Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup ta şeytanın yakını olmandan korkuyorum.
(Babası) Ey İbrahim! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur.
İbrahim: Selâm sana (esen kal) dedi, Rabbim'den senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı lütufkârdır.
Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht(emeği boşa gitmiş) olmam.
Nihayet onlardan ve Allah'dan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman
biz ona İshak ve Yakub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.’ (Meryem, 19/41-49).
İşte bu, Halilurrahman İbrahim (a.s.)'in başlangıç noktasıdır. Güzellikle davette bulunmuştur. Önce kendisine en yakın olan akrabasıyla işe girişmiştir. Gerçi ortada bu davetle birlikte karşılıklı bir cevaplaşma olmamış ama, ancak bu, batıl ve buna bağlılar için bir ayrılık sebebi oluşturuyordu. Çünkü bu yeni iş konusunda düşünmeye, onu reddetmeye ve menetmeye bir neden oluşturuyordu. Bir de davetçinin bâtıl ehline batıl işlerinde ortak olmaktan kurtulmak gibi problemleri vardı. Çünkü onlarla bir arada yaşamakta ve onların topraklarından hicret etmeye gücü de yetmemektedir.
Daha sonra Kur'ân Hz. İbrahim (a.s.)'in davetini açıklamıştır ve o, daveti konusunda kavmine her türlü hücceti apaçık ortaya koymuştur, her çeşit delilleri de sunmuştur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“(Rasûlüm)) onlara İbrahim'in haberini de naklet. Hani o, babasına ve kavmine, "Neye tapınıyorsunuz?" demişti. "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz." diye cevap verdiler. İbrahim, "Peki, dedi, yalvardığımızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?" Şöyle cevap
Nasruddin Yasin.