Ne Kadar Büyüğüz?
Çocuktuk, yetişkin olduk. Büyüktük, anne-baba, hatta büyükanne-büyükbaba olduk… Sahi ne kadar çok büyüdük; ülke nüfusu arttı, ülke ekonomisi büyüdü, çocuklar büyüdü, çiçekler büyüdü… Sormalı bir de yüreklerimiz, yani aslolan varlığımız ne kadar büyüdü?
Yüreklerimizi büyütmek adına çıktığımız yolda, yüreklerimizin üstüne üşüşen kirli dünya sevdaları arasında, yüreklerimizi unuttuk. Kaybettik onları; paslandılar, karardılar, görünmez oldular. Biz, karanlıklar arasında görünmeyen yüreklerimizi aramayı bile unuttuk. Biz dünya karmaşasında kendimizi unuttuk. Unuttuk tüm müminlerin kardeş olduğunu…
Yüreklerimizi büyütmek için büyük yürekleri rehber edinmeliydik oysa. Allah Resûlü’nün izinden gidip, üzerimizdeki yeni gömleği bile hediye edecek kadar açmalıydık gönül kapılarını. Girmeliydi içeriye sonsuz sevgiler. Ve can suyu olmalıydı, büyütmeliydi yüreklerimizi. O denli büyümeliydi ki yüreklerimiz; neyimiz var, neyimiz yok toplayıp getirmeliydik develerle. Ebû Bekirleyin arkada hiçbir şeyimiz kalmamacasına. Sonra Ömerler çıkmalıydı Ebû Bekirlerin ardından. Varlığının yarısını yükleyip gelmeliydi, yarışmalıydı cömertlikte Ebû Bekirlerle.
Sormayın “Ebû Bekirler nerede?” diye. Ebû Bekirler, yüreğimizde! Büyütelim onları; alalım bir avuç merhamet tohumunu, saçalım gönül toprağımıza. Sonra sulayalım sabır ve gözyaşıyla… Bakın nasıl da büyüyecek yüreklerimiz!..
Anlayacağız büyük sandığımız yüreklerin ne kadar küçük olduğunu. Anlayacağız küçük bir çocuğun Refah’ta şehit edilen babasının naaşı başındaki metanetini. Babasını alnından öpüp onu Rabbine uğurlayan küçüğün; yaşça küçük olsa da yüreğinin bizimkinden kat kat büyük olduğunu… Onun karartılmış dünyasında; babasız kaldığında bile, Rabbine nasıl yaslandığını, nasıl dimdik ayakta kaldığını…
Fark etmeliyiz yüreğimiz büyüdükçe, nefsimizin küçüldüğünü. Artıların çoğaldığında eksileri nasıl yok ettiğini… Her yıl ümitle beklediğimiz, hoşnutluklar getirmesini dilediğimiz Ramazan’da; sahur ve iftarlardaki rengârenk sofralar önünde hatırlamalıyız Gazze’yi ve diğerlerini…
Sahi, anlayabiliyor muyuz oksijen tüplerine bile el konulan çocukların yaşam için verdikleri savaşı. Bedeni bombalarla parçalanmış evladını kucaklayıp, elektrik ve ilaçtan mahrum bırakılmış hastanelere koşan babanın çabasını. Sorun bir kendinize! Aklınız alıyor mu yüksek duvarlarla çevrilmiş bir bölgede, az miktarda bisküvi ve meyve suyuyla Ramazan’ı kucaklayıp bir ay boyunca oruç tutmayı. Bir de hainlerle savaşmayı… Cemil Meriç’ in dediği gibi “Ulu çamlar, fırtınalı diyarlarda yetişir.” O çamların kökleri öylesine metanetle bağlıdır ki adı hayat olan toprağa. Ve yürekleri öyle bir metanetle iman eder ki toprağı Yaradan’a, fırtına onlardan yalnızca toz koparır.
Büyütmeliyiz yüreklerimizi, uzatmalıyız ellerimizi… Şairin dediği gibi, biriktirenlere inat paylaşmaksa hayat; paylaşmalıyız her şeyimizi… Öğretmeliyiz kalbimize kardeşliği. Ve sormalıyız onlara. Zamanın Sümeyyelerine, Zeyneplerine, Musablarına, Bilallerine, Hamzalarına… Nasıl direnilir tek başına, nasıl sabredilir bunca yoksul bırakılmışlığa, nasıl cesaret edilir bir başına zalime meydan okumaya, nasıl hayatta kalınır böyle bir savaşın ortasında ve nasıl şehid olunur kurban olurcasına… Nasıl pes edilmez herkes sustuğunda. Nasıl gül yetişir çölde, nasıl iman edilir kördüğüm gibi böyle…
Velhasıl bir an evvel öğrenmeliyiz; yüreklerimizi, -onlarınki kadar- şehadeti kucaklayabilecek kadar, büyütmenin yolunu…
Betül Bozoğlu.