Toplumsal Emanet - KİMSESİZ ÇOCUKLAR
Söz konusu çocuk olunca hiçbir söz, hiçbir fikir ve eylem önemsiz olamaz. Çocuğu ilgilendiren, onu temelden etkileyen eğitimden sağlığa, sosyal hayattan arkadaş ortamına her konu, her alan ayrı ayrı önemlidir. Birinin tekâmülü diğerinin eksikliğini gideremez. İşte bu noktada önem sırasına koyamadığımız hususları, pek tabii içtimai hayatımıza etkilerini dikkate alarak öncelik sırasına koyabiliriz. Çünkü her ülke kendi toplumunun geleceğini düşünmek zorundadır. Güçlü, huzurlu ve geleceğe güvenle bakan bir ülke olabilmek yalnız ve yalnız çocuklarını iyi yetiştirebilen bir toplum olmakla mümkündür.
Çocuk için en önemli hususlardan biri aile bütünlüğüdür. Bu yönden bakıldığında her alanda ailenin önemine değinen devasa bir literatür karşılar bizi. Bu literatür nihayetinde der ki; aile bir çocuk için her şeyin başlangıcıdır ve yoksunluğu telafi edilemeyecek kadar hayatidir. Bu açıdan ebeveyn yoksunluğu bir çocuk için zorlu bir yaşamın başlangıcıdır. Çocuk için bu sürecin fiziksel, duygusal ve sosyal açıdan derin etkileri olmakta ve çocukluk dönemi ile sınırlı kalmayıp tüm yaşamı derinden etkilenmektedir. Bu sürecin etkilerini en aza indirmek ise onun yakın çevresinden başlayarak tüm toplumun ahlaki mesuliyetleri arasındadır.
Kimsesiz çocuklar ve kimsesiz çocukluk ilk nerede başladı, ilk kimin başına geldi bilmiyoruz. Ancak kendi yakın tarihimize baktığımızda Osmanlı’nın uzun süren savaşlar ve salgın hastalıklar sebebiyle toplum olarak yetimlik olgusunu derinden yaşadığını görüyoruz. Devlet-i Âli bu çocuklara emanet şuuruyla hizmet etmek istemiş, hizmet kurumları olarak Darüleytamlar, Himaye-i Etfal Cemiyetleri gibi birçok müesseseyi hayata geçirmiştir. Nitekim bu hizmet Cumhuriyet döneminde de Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu adıyla devam etmektedir.
Geleneksel yapıda Osmanlı’da “kimsesiz çocuklar” kavramı daha çok savaşların etkisiyle ebeveyn yoksunluğu şeklinde kendini göstermiştir. Her ne kadar devlet bir çözüm sunma çabasında olsa da toplumun geleneksel yapısı içerisinde geniş aile, bu ihtiyacı gidermiş ve mesele toplumsal bir soruna dönüşmemiştir. Ne var ki kentleşme, sanayileşme ve modernleşme ile her şey yeniden biçimlenmiş ve kimsesiz çocuklarla ilgili seyir de başkalaşmıştır. Kentlere göç ve göçün ardından gelen parçalanmış aile, ekonomik yoksunluklar, değişen toplumsal yapı kimsesiz çocukların daha dramatik süreçlere maruz kalmasına zemin hazırlamıştır. Yetim ve öksüz çocuklar, bu değişimle birlikte korunmaya muhtaç çocuklara dönüşmüştür. Anne ve babası olduğu hâlde kimsesiz kalan çocuklar da modernitenin getirdiği sınırsız ferdiyetçilik cereyanına maruz kalmış, geleneksel toplumun kırık kalpli çocukları modern toplumun ayrıksı otları görülmüştür.
Korunmaya muhtaç çocuklar bugün devletin yurt ve yuvalarında her türlü maddi gereksinimleri karşılanarak yetiştirilmektedir. Ne var ki bu çocuklar aile yoksunluğunu en derin şekliyle yaşamaktadırlar. Devletin sosyal gayretleri ve sağladığı fiziki imkânları, çocukların anne ve babaya olan ihtiyaçlarını elbette giderememektedir. Ne acıdır ki toplum da bu çocuklara çoğu zaman mesafeli durmakta; uzaktan vicdan azabıyla yetinmekte ama onlarla münasebete geçildiğinde umursamaz davranmaktadır. Örneğin yurtta kalan bir çocuğun okulda kendi çocuğuyla aynı sırayı paylaşmasını istememektedir. Her çocukta görülebilen yaramazlıklar, kimsesiz çocuklarda gözlemlendiği zaman, bir yuva şefkatinden ve ebeveyn ilgisinden mahrum yetişen çocuklar kontrolsüzce azarlanabilmektedir.
Günümüzde kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklar yurt ve yuva bakımı yerine “çocuk evleri” modeli ile daha sağlıklı bir imkâna kavuşmuştur. Bu modelle kamu, topluma güven duyduğunu göstermiş, emanetin bir ucundan da toplumun tutmasını dilemiştir. Artık bu çocuklar alt komşumuz, çocuğumuzun mahalle arkadaşı, camilerimizin arka saflarında gülüşen melekler olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu çocuklardan sıcak bir tebessümü, içtenliği, şefkati mahrum etmememiz gerekmektedir. Çünkü annesi, babası ölen ya da terk edilen masum bir çocuğun ihtiyacı olan tek şey kabul edildiği, azıcık olsun sevildiği, güvende hissedebildiği bir sosyal çevredir.
Yetim bulunup barındırılan bir peygamberin ümmeti olarak vicdanlarımız her yetim çocukta Peygamber kokusunu hissedebilmelidir. Bu çocukların bizler için nasıl bir nimet ve aynı zamanda nasıl bir imtihan olduğu bir an olsun unutmamalıdır.
Peygamber Efendimizden insanlığa sâri olan, oradan medeniyet coğrafyamızın duru sinesinde yeniden filizlenen mesuliyet şuurumuz nasıl ki tarih boyunca dine, vatana ve insana hizmet etmekle maruftur, bugün de bizim aynı sorumluluk duygusuyla hareket ederek, dünyayı kimsesiz çocukların tebessümleriyle doldurması elzemdir. Toplumumuz ancak bu çocukların çehresinde değer kazanacaktır. Kimsesiz çocukların hepimize, önce Allah’ın sonra peygamberin bir emaneti olduğunu her an hatırda tutarak onların yaşadığı, oynadığı, ders çalıştığı velhasıl nefes aldığı her yeri sevinç saraylarına dönüştürmekle memuruz.