* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: İslamın Çalışmaya Bakışı  (Okunma sayısı 568 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi türkiyem

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 2156
İslamın Çalışmaya Bakışı
« : Kasım 17, 2024, 08:42:34 ÖÖ »


İslamın Çalışmaya Bakışı

Çalışma kavramı gerek insan, gerekse insan dışındaki canlıların hayatlarının tam merkezinde yer almaktadır. Bütün canlıların hayatlarını sürdürmeleri, hayat mücadelesinde ayakta kalabilmeleri, ne kadar çalıştıklarına bağlıdır. Canlılar barınma, beslenme ve diğer ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmak zorundadırlar. İnsan söz konusu olunca çalışma kavramı daha bir önem taşımakta, maddî ve manevî boyutuyla daha bir anlam kazanmaktadır. Geleceğe, kişisel ya da toplum olarak mühür vurmak, çalışma ve gayretin sonucunda gerçekleşecektir. Şair:

“Bekâyı hak tanıyan sa'yi bir vazife bilir.

Çalış, çalış ki beka say' olursa hak edilir.”(1)

Derken bu gerçeği ne güzel dile getirmiştir.

Kainatı sonsuz kudretiyle meydana getiren yüce yaratıcı, “O, her an bir şe'ndedir.”(2) âyetinin ifadesiyle, İlâhî iradenin her an bir çalışma içinde olduğuna dikkatleri çekmekte ve yeryüzünde, İlâhî iradenin “halife”liğini gerçekleştirmek gibi çok kutsal ve seçkin bir görevle donattığı insana yürüyeceği yolu göstermektedir. Bu sorumluluğun bilincinde olarak insan da aynen yaratanı gibi daima bir çalışma ve çabanın içinde olacaktır ki, hayatını daha güzel, daha yaşanır bir hale getirebilsin.

“Ne dinlenir ne de atıl kalır bir an

Şuun-ı hilkati teksif edip yaratmaktan.”(3)

Sadece insan değil, sonsuz kudret sahibinin elinden çıkan diğer varlıklar da; madde, mekan, zaman, yer, gök, güneş, ay vs. daima çalışmaktadırlar.

Protonlar, nötronlar atom çekirdeğinin etrafında hiç durmadan ve yorulmadan dönmektedirler. Tıpkı ayın dünya, dünyanın güneş ve herbirinin kendi ekseninde durmaksızın dönüp durdukları gibi. Gündüz geceyi, gece gündüzü asırlardır bıkmadan, usanmadan takip etmektedir. Mikro evrenden makro evrene her varlığın hiç durmadan çalıştığı bir alemde çalışmayan insanın hayat hakkı olabilir mi?

O halde insanın, hayatını sürdürmesi, şahsiyetini oluşturup, koruyabilmesi, kültür ve medeniyet kurabilmesi, geçmiş ve bu günü geleceğe sağlam köprülerle bağlayabilmesi için çalışması gerekmektedir.

Kur'an 'da Çalışma Kavramı

Kur'an'da çalışma ile ilgili olarak amel ve sa'y kavramları kullanılmıştır. Sözlükte çalışma, isteme ve hızlı yürüme anlamına gelen sa’y terimi, ister hayır ister şer olsun bir işteki ciddiyet ve çabayı ifade eder.(4) Nitekim Necm sûresinde yer alan ayetlerde insanın, nasıl olursa olsun, sadece çalışmasına göre karşılık göreceği bildirilmektedir: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.”(5)

Yine çalışma ve iş anlamına gelen “amel” terimi, Kur’an’ın temel kavramlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Isfahanî’nin de vurguladığı gibi, insanın kasıtlı ve niyetli davranışları “amel” olarak nitelendirilir.(6)

Kur’an, imandan bahsettiği hemen her yerde, arkasından ameli de eklemekte ve gerçek imanın amelle bütünleşmesi gerektiğine, insanın dünya ve ahiret saadetine ancak bu şekilde erişebileceğine dikkat çekmektedir. Üstelik ameli de salih nitelemesiyle ortaya koymakta, böylece insanın her davranışının, yeryüzünde barış ve sulhu gerçekleştirmeye, dürüst ve erdemli hareket etmeye yönelik olmasını istemektedir.

Kur'an bütünlüğü içinde “çalışma” denince, bu kavram ile iki hususun anlaşılması doğru olur. İlki, ibadet teriminin kapsamına giren ve manevî yükselişi temin edecek olan çalışma, diğeri ise, dünyevî kalkınma için yapılacak çalışmadır. Bu iki tarz çalışma birlikte ve dengeli olarak yürürse ancak o zaman başarıya ve huzura erişmek mümkün olur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: “Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz”(7) buyurularak ibadet ve çalışma aynı anda emredilmiştir. Âyetin dikkat çekici diğer bir yanı, dünyevî çalışmayı gerçekleştirirken de, Allah’ın hatırda bulundurulmasını, O'nun arzu ve isteği doğrultusunda çalışılmasını vurgulamasıdır. Çünkü Yüce Yaratacı her an hangi işte bulunursa bulunsun, kulunu görüp gözetmekte(8) ister hayır isterse şer olsun yapıp ettiklerine göre ona karşılık vermektedir.(9)

Kur'ânî ahlâk sadece ibadete değil, ibadet dışı hayata yansıyıp, onu da kuşatacaktır ki, her çeşit çalışma bir nevi ibadet sayılabilsin. “Herkes kendi kazandığının hesabını verecek...”(10) Diğer bir deyişle herkesin kişisel kurtuluşu kendi çabasının, çalışmasının neticesinde olacaktı. Sadece dünyevî kalkınmanın değil, ahiret yurdunun da bu dünyadaki çalışma ve gayretle kazanıldığı gözönüne alınacak olursa konunun önemi bir kat daha artacaktır. Allah Teâlâ da: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun.”(11) âyetiyle, cennete ulaşmanın ve Allah’ın bağışlamasına mazhar olmanın ancak durup dinlenmeksizin sürecek bir çalışmanın ürünü olabileceğini vurgulamaktadır. Ayetteki “sâriû” ifadesi oldukça dikkat çekicidir. “Koşunuz, yarışınız.” derken Yüce Yaratan, yürümekten bile acizlenen insanların ne bu dünyada ne de hayatın devamı olan ahirette bir şey başarabilmeleri, iyi bir iz bırakabilmeleri mümkündür. Oysa kutsal bir yürüyüş olan şu dünya hayatında çalışıp yorulanlar, kendisi, ailesi, toplumu ve tüm insanlık adına faydalı, hayırlı bir başlangıca imza atanlar, arkalarında anılmaya ve takdire değer izler bırakabilir. Bu izlerin İlâhî kudret tarafından daima gözetlendiğinin bilinci içinde hareket ederek Yasin Sûresi’ndeki şu âyeti her zaman hatırlar: “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz’da) sayıp yazmışızdır.”(12)

Ve bir kutlu müjde daha: “...Ben, erkek olsun, kadın olsun, -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiç bir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım...”(13)

Hz. Peygamberin Hayatında Çalışmanın Yeri

Hz. Peygamber (s.a.s.) küçük denilebilecek yaşta iken, hayatın getirdiği zorlukların bir sonucu olarak çalışmaya çobanlık yaparak başlamış oldu. Bu çalışması gençlik yıllarında ticaretle devam etti. Kutlu risalet göreviyle artan sorumluluğu ise O’na neredeyse dinlenmeyi, hatta uykuyu unutturdu demek mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.s.), kişinin çalışıp, ailesinin geçimini temin etmesini, Allah yolunda cihad etmek ve gündüzleri oruç tutup, geceleri namazla geçirmekle bir tutmuştur.(14)

Belki de hayatıyla, eşine rastlanmayacak derecede çalışma, azim ve direnç örneği sergileyen Rasûlüllah: “Allah kulunu, helal kazanç talebinden yorgun düşmüş görmeyi sever.”(15) “İnsanın yiyip içtiklerinin en helal ve bereketli olanı, çalışıp, kazanarak aldıklarıdır.”(l6) ve “Kişinin sırtında odun taşıyarak geçimini sağlaması, versin veya vermesin birisinden bir şey istemesinden daha hayırlıdır.”(17); “Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, sizden biriniz urganını alıp, arkasında dağdan odun yüklenerek getirmesi ve onu satıp geçinmesi, bir zengine gelerek sadaka istemesinden çok daha hayırlıdır.”(18) ''Kazancın en temizi ve güzeli, kişinin kendi eliyle elde ettiği kazanç, hileden, hainlikten uzak meşru alış-veriştir...”(19) “Kazancın en şereflisi, kişinin elinin emeğiyle kazandığıdır.”(20) gibi hadisleriyle ümmetini de aynı gayret ve çalışmaya teşvik etmektedir.

Günlerce kızgın kumların üstünde ve kavurucu sıcağın altında peşlerinden gelen düşmana izlerini kaybettirmenin gayretiyle uzadıkça uzayan hicret yolculuğunun hemen ertesinde Mescid-i Nebî’nin inşaat çalışmasını başlatan ve kendisi de bizzat çalışan Rasûlüllah’a; çalışmadan kazanmanın hileli yollarını araştıranların hangi gerekçelerle bu davranışlarnı haklı gösterecekleri çok iyi düşünülmesi gerekir.

Hendek savaşı öncesinde, açlıktan midesine bağladığı taşlarla, gece gündüz hendek kazmak için kazma kürek sallayanların en başında geliyordu o Kutlu Peygamber. Bu fiili duanın neticesindedir ki, savaş sırasında dudaklardan dökülen kavlî dualar da Rahman’ın katında geçerli olmuş ve ashab-ı kiram ilâhî yardıma layık görülmüştür. Şimdi çalışma ve gayret adına bir çivi çakmaktan aciz olanların, oturdukları yerden okuyacakları salat-ı tefriciyelerle kilitli kapıların açılmasını beklemeleri, Rasûlüllah’ın davasına ve manasına en büyük saygısızlıklardan biri olarak yürek sızlatmaktadır.

Hayatı; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”(21) âyeti uyarınca düzenlemeye başladığımızda, çalışma hayatını da bunun dışında düşünmek mümkün görünmemektedir. Doğru ve dürüst çalışma Kur’an’ın ve Hz. Peygamber'in gösterdiği hedefler arasındadır. Bir gün, çarşıda dolaştığı bir sırada, bir yiyecek yığınının önünde durup, çuvalın dibinin ıslak olduğunu anlayan Rasûlüllah (s.a.s.), “Bizi aldatan bizden değildir.”(22) buyurur. İmalatçı, müteahhit, işci, memur kısacası hangi meslekten olursa olsun, insanların bu hadisin ışığında hereket ettiği bir çalışma hayatının, topluma neler kazandıracağını hayal etmek bile çok güzel geliyor.

Tevekkül-Çalışma İlişkisi

Çalışıp didinmeyi, üretip insanlığa hizmet etmeyi ibadet kadar öne çıkarıp, önemseyen İslâm dininin mensuplarının yaşadıkları hayat standartına baktığımızda yürek burkucu bir manzarayla karşılıyoruz. İslâm dünyasını kuşatmış olan gerikalmışlık olgusunun, şüphesiz bu dinin gerektirdiklerinden değil, dini yanlış anlayıp, yorumlayan insanların hatalarından kaynaklandığını rahatlıkla söyeleyebiliriz. Bu bağlamda en çarpıcı yanılgılardan bir tanesi “tevekkül”e yüklenen yanlış anlamda ortaya çıkmaktadır.

Tevekkül, insanın gerçekleştirmek istediği bir iş için gereken herşeyi yaptıktan sonra, sonucu Allah’tan beklemesidir. İşte bu güven duygusudur ki, insanı her sahada başarıya götürür. O halde tevekkül, insanı tembelliğe değil bilakis çalışmaya teşvik eden bir unsurdur. İnsanı ümitsizliğe düşmekten kurtaran bir değerdir. Zira Allah’a güven duygusu insanı her sahada başarıya götürür.

Çalışıp, tevekkül ile Allah’a güvenmenin sonucunda insanın ilâhî yardıma mazhar olmasının en güzel örneklerinden birisi, Hz. Hacer validemizin yaşadığı o müthiş tecrübedir. Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve yavrusu İsmail’i çölün ortasında, istikbalin Mekkesi ve Beyt-i Muazzam’ın mekânında bırakıp gitmişti. Hz. Hacer susuzluktan ağlayan yavrusuna su bulabilmek ümidiyle Safâ ile Merve tepeleri arasında tam yedi kez koşmuş, yorulmuş, terlemiş, sonunda bu çabasının semeresi olarak Allah Teâlâ tarafından Zemzem suyuyla ödüllendirilmiştir. Bugün yudumladığımız ve tadına doyamadığımız bu su, bizlere o kutsal çalışmayı hatırlatmaktadır her seferinde. Ancak yanlış tevekkül anlayışıyla maalesef İslâm aleminin bugün geldiği noktayı Âkif’in mısralarıyla görelim:

“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun,

Onun hesabına bir çok hurafe uydurdun.

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”(23)

Bir zamanlar ecdadımız batıya ilim, fen, teknik, metod ve keşif ihraç ederken, gittikleri her yere bir sanat eseri, bir abide dikerek medeniyet imzası atarken, gün gelmiş, Ziya Paşa şöyle sızlanmış:

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kâşâneler gördüm

Dolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm.”

Şimdi bu üzücü manzaradan kurtuluşun çaresi Kur’an ve Sünnetin ışığında çalışma kavramını yeniden anlayıp, yaşantıya geçirmekle olacaktır kanaatindeyiz. “İşleyen demir ışıldar.” “İnsanın cevheri, iş başında belli olur.” “Sular durdukça bulanır, aktıkça berraklaşır.” Hikmetli sözleri de çalışmaya motive etmektedir insanı.

Sevginin Çalışmadaki Yeri

Konusu çalışma olan bir yazıda sözü sevgiye getirmek, biraz yadırgatıcı olabilir. Oysa, hayatın temelinde var olan ve yaşamın devamını sağlayan unsurların en başında gelen sevginin, çalışma ile de sıkı bir ilişkisi olduğu kanaatindeyiz.

Zira her bilgi içinde eylem yoksa boşuna olduğu gibi, içinde sevgi olmayan her eylem de boştur. O halde sevgiyle dolu olarak çalışmaktan ne anlaşılmalıdır? Sevgiyle çalışmak; dokuduğunuz kumaşı, sanki yalnız en sevdiğiniz kimse giyecekmişcesine yüreğinizden çektiğiniz ipliklerle dokuyabilmek; kurduğunuz yapıyı, sanki içinde yalnız en sevdiğiniz oturacakmışcasına özenle ve sevgiyle kurabilmek; serptiğiniz tohumları ve onun ürünlerini, sanki yalnız en sevdiğiniz yiyecekmişcesine sevgiyle ekip, biçebilmek; kısacası bütün yaptıklarınıza kendi canınızdan yükselen bir soluk katabilmektir.

Böylesine samimi ve sevgi dolu bir çalışmanın, hayatın her alanında istenilen başarı ve mutluluğa ulaşmada çok önemli kazanımlar sağlayacağında şüphe yoktur.

Sonuç olarak; Hz. Peygamber'in ahirette gerçekleşeceğine dair ön uyarıda bulunduğu o meşhur hadisini hatırlayalım. Ahiret hayatında her insan; “Ömrünü nasıl geçirdiğinden, gençliğini nerede ve nasıl tükettiğinden, malını nereden kazanıp, nereye harcadığından, sağlığının kıymetini bilip bilmediğinden ve bildiklerini aksiyona geçirip geçirmediğinden mutlaka sorgulanacaktır.”(25) Rasûlüllah (s.a.s.)’ın haber verdiği bu sorgulamayı, bir otokontrol mekanizması olarak çalıştırıp, ahirete bırakmadan, burada her gün, her saat nefsimizle yapmaya gayret etmeliyiz. Unutulmamalıdır ki, hesabını yüzakı ve rahatlıkla verebilecek bir hayat yaşamak, bu hayatı bize armağan eden Yüce Rabbin rızası doğrultusunda çalışmakla mümkün olacaktır.

----------------------------------------------------------------

1- Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, Huzur Yayınevi, İst. 1999, s. 313.

2- Rahman, 29.

3- Ersoy, a.g.e., s, 314.

4- Rağıb el-lsfahânî, Mu'cemu Müfredatı Elfazı'l-Kur'an, Beyrut, ty. s. 238.

5- Necm, 39-41.

6- Bkz. Isfahânî, a.g.e., s, 360.

7- Cum'a, 10.

8- Bkz. Fecr, 14.

9- Bkz. Zilzal, 7- 8.

10- Tur, 21.

11- Âl-i İmran, 133.

12- Yasin, 12.

13- Âl-i İmran, 195.

14- Bkz. Buhârî, Nafakât, 1.

15- Tac, II, 35.

16- İbn Mâce, Hn. 21237.

17- Buhârî, Buyu', 15.

18- Tecrid Terc. VI, 95.

19- Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 31, 42.

20- Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 141.

21- Hûd, 112.

22- Müslim, İman, 164; Ebu Davûd, Buyu', 50; Tirmîzi, Buyu', 72.

23-Ersoy, a.g.e., s. 329.

24- Bkz. Et- Terğib, II, 125.

İsraf Problemi ve Çözüm Yolları

Allah Teâlâ, insanı yaratıp, yeryüzüne gönderdiğinde onun hayatını devam ettirmek için ihtiyacı olabilecek herşeyi yaratmış ve insanın hizmetine sunmuştur. Gerçekten kâinatta varolan canlı, cansız her varlık doğrudan ya da dolaylı olarak insanoğluna hizmet etmektedir. İhtiyacımız olan herşey bir lütuf olarak önümüze sunulmuştur.

Allah Teâlâ, insanı yaratıp, yeryüzüne gönderdiğinde onun hayatını devam ettirmek için ihtiyacı olabilecek herşeyi yaratmış ve insanın hizmetine sunmuştur. Gerçekten kainatta varolan canlı, cansız her varlık doğrudan ya da dolaylı olarak insanoğluna hizmet etmektedir. İhtiyacımız olan herşey bir lutuf olarak önümüze sunulmuştur. Hayatımız Allah'ın sonsuz nimetleriyle devam etmektedir. Nitekim âyet-i kerimede buna işaretle: “Allah’ın verdiği nimetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz.”(1) buyurulmaktadır. Ancak sonsuz derecede insanoğluna ihsan edilen bu nimetlerden istifade ederken insanın dikkat etmesi gereken bir iki hususa işaret edilmiş ve bu noktada Yaratıcının kulunu tamamen başıboş bırakmadığına dikkat çekilmiştir. Nimetlerden istifade eden insandan şu hususa dikkat etmesi istenmektedir: “Bana şükredin, nankörlük etmeyin.”(2)

Şükür; nimeti vereni hatırlamak ve O'na minnettar olmak, nimeti O’nun gösterdiği biçimde kullanmaktır. Küfür de; burada ifade edilmek istenen anlamıyla nimete ve O'nu verene karşı nankör davranmaktır. Nankörlük bir yandan Allah'a şükretmeyi terketmek, diğer yandan da nimeti israf ederek kullanmak, onu Allah'ın emrine muhalif olarak isyan ve inkâr ile sarfetmektir. Şükür, nimetin artmasına, nankörlük ise onun elinden gitmesine sebep olur. Konumuz gereği, bir çeşit nankörlük sayabileceğimiz israfın ne olduğunu ifade etmeye çalışalım.

İsraf Nedir?

İsraf kelimesi lügatte; aşırı gitmek, insanın yaptığı işlerde sınırı aşmak,(3) şeklinde ifade edilmektedir. Bu, israfın en genel manasıdır. Kur'an-ı Kerim'de de bu manada kullanıldığı yerlere raslamaktayız. Örneğin: “İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız.”(4) buyurularak, Kur’an ve Allah’ın emirlerinden yüz çevirenler haddi aşanlar olarak belirtilmişlerdir. Bir diğer ayette; “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan (aşırı giden) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!..”(5) buyrulmuştur. Burada da israf ile kasdedilen; “Günah hususunda aşırıya giderek kendi nefislerine cinayet yapmış olan kullarım” manası olduğu bildirilmiştir.(6)

Yine Mü’min Sûresi’nde doğru söylemeyip, yalana tevessül eden kimsenin haddi aşmış olduğunu, bu kişinin asla doğru yola iletilmeyeceği belirtilmiştir: “...Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”(7) Yunus Sûresi’nde de israf kelimesi benzer anlamda kullanılmış ve Firavun’un yeryüzünde ilahlık iddiasında bulunarak, davranışlarıyla haddi aşmış olduğu belirtilmiştir: “...Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.”(8)

Aynı şekilde Cenab-ı Hakk’ın koymuş olduğu meşru yolu bırakıp, gayri meşrû ve tabii olmayan çirkin fiili işleyen Lut kavmi de, yapmış oldukları bu davranışları dolayısıyla müsrif “haddi aşan” olarak isimlendirilmişlerdir.(9) Görüldüğü gibi meşru ve helal çerçevenin dışına taşan, sınırları zorlayan ve aşan her husus israf kelimesinin manası altına girebilmektedir. Bu açıdan israf, gerçekten çok geniş bir alanı kapsarmaktadır. Öte yandan daha dar anlamıyla israf; insanın sahip olduğu nimetleri gereksiz yere ve aşırı olarak tüketmesidir. Nitekim israfı yasaklayan ayetlerde daha çok bu mananın kasdedildiğini görmekteyiz.

Dinimizde İsrafın Durumu

Genel olarak tüm dinler ve son olarak da Allah katında yegâne din (olduğu belirtilen ) İslâm(10), bildirmiş olduğu hükümlerle insanların mutluluğu ve huzurunu gaye edinmiştir. Bu gayeye mebni olarak korumayı hedeflediği beş husus göze çarpar: Bunlar; dinin, neslin, nefsin, aklın ve malın muhafazası. Bu sayılanlardan her birisi insan hayatı için büyük önem arzetmektedir. Adeta hayatın temeli durumunda olan hususlardır. O halde bunların korunup, insana faydalı hale getirilmesi bir zaruret olmaktadır. Malın muhafazası da bu zaruretler cümlesinden olup, İslâm Dini bunu, kişilerin gerek kendi mallarındaki tasarruflarına sınır getirerek, gerekse başkalarının mallarına el uzatmayı yasaklayarak temin etmeye çalışmıştır. İslâm, insanların hayatını her yönden düzenlemiş, ifrat ve tefrit diye nitelendirdiğimiz her türlü aşırılığın karşısında olduğunu belirterek daima itidal olarak nitelendirdiğimiz orta yolu tavsiye ve teşvik etmiştir. Kişinin elindeki nimetleri kullanması hususunda da aynı yolun takip edildiğini görmekteyiz. Müslüman her işinde itidali kendisine rehber edinmek zorundadır. İtidal de, her şeyin ortası, normali ve insan bünyesine en uygun olanıdır. Harcamalar noktasında ifrat ve tefrit kendisini israf ve cimrilik olarak gösterir. İsraf, tamamen düşüncesizce gerektiğinden çok daha fazlasını harcamak, cimrilik de harcanması gereken yerde kısmaktır. İsraf ve cimrilik, Kur’an’ın özündeki denge prensibini bozmaktadır. Kur’an her iki davranışın da uygun olmadığını, bu ikisi arasında orta bir yol izlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, “Rahman’ın kulları” ifadesiyle kendisine izafe edip şereflendirdiği kimselerin özelliklerinden bahsederken onların bir belirgin özelliğini de şu şekİlde ifadeye koyar: “(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”(11)

Masraf ya bir zaruret, ya bir ihtiyaç veya bir iyilik için yapılır. Zaruri olan harcama yapılmayınca hayatın devamı mümkün olmaz. Mesela, ölmeyecek kadar yemek bir zarurettir. İnsanlar için ihtiyaç olan masraf yapılmazsa güçlük çekilir. Mesela doyacak kadar yemek bir ihtiyaçtır. Fert ve toplumların kendi durumlarına göre bunun belli bir sınırı vardır. O halde bunlardan birinin karşılığı olmayan, faydası bulunmayan bilakis kişiyi zarara götüren her harcama israf olmaktadır. İtidalli olmaya teşvik eden bir başka ayette de şu ifade kullanılmıştır: “Elin sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.”(12)

Görüyoruz ki ayet; gerek cimri, gerekse müsrif olanların bu halleriyle neticede pişman olacakları durumlara düşeceğini haber vermektedir. Yarınını düşünmeden eline geçen herşeyi gönlünce harcayan, malını olur olmaz yerlerde sarfedenler, bu değirmenin suyu hiç bitmez diye düşünenler nihayet öyle bir gün gelir ki başkalarına muhtaç durumlara düşebilirler.

Allah Teâlâ insanlara ihsan etmiş olduğu nimetlerden, hem kendilerinin kullanmalarını, hem de etrafındakileri faydalandırmalarını istemiş, ancak itidali hedef almak gerektiğini, israfı alışkanlık haline getirenlerin şeytanlarla kardeş olmak gibi çok kötü bir duruma düştüklerini ifade etmiştir: “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.”(13)

İsraf eden kişilerle ilgili bu kadar ağır ifadeler kullanılmışken, insanoğlu nasıl oluyor da hâlâ bu kötü davranışı yapmaktan geri durmuyor? Hâlâ bilinçsizce saçıp savurmaya devam ediyor? Bu ve buna benzer sorulara cevap bulabilmek için insanın yaratılışını ve psikolojisini araştırmak yerinde olur.

İnsanı İsrafa Sevkeden Nedenler

İnsan psikolojisini, yaratılıştan getirdiği özelliklerini anlayabilmek için ilk insan olarak yaratılan Hz. Adem'in durumuna bakmak, Kur’an’ın bu konuda verdiği bilgileri dikkatlice incelemek yerinde olacaktır. Allah Teâlâ Hz. Adem ve eşi Havva’yı yarattığı zaman onlara şöyle buyurmuştu: “(Allah buyurdu ki): Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.”(14)

Hz. Adem ve eşi Havva'nın ihtiyaç duyacakları herşey varedilmiş, kendilerine sunulrnuştu. Tek bir ağaç dışında hepsinden dilediklerince kullanabileceklerdi. Ancak, daha önce Adem (a.s.)’e secde etmekten kaçınarak Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılan şeytan, insanları doğru yoldan saptırmaya ve Rablerine karşı şükürden onları menetmeye dair verdiği sözün gereği(15) işe koyulmuş ve Adem (a.s.) ile eşini en zayıf noktalarından yakalayıp, onlara yasak ağaçtan yedirmeyi başarmıştı.(16)

Bu hadise bize gösteriyor ki, Hz. Adem ve onun şahsında tüm insanlık, helal ve meşru olarak kendilerine sunulmuş sayısız nimet varken tabiatları gereği yasak olana meyletmişlerdir. Bu da insanoğlunun dünyaya ve dünya nimetlerine karşı aşırı düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır. İnsanın bu konudaki za'fiyetinin yaratılışından kaynaklandığının bir başka ifadesini de şu âyette görmemiz mürnkündür: “Nefsani arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağma hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.”(17)

Hz. Peygamber’in şu hadisi de konunun daha iyi anlaşılması bakımından önem arzeder: “Adem oğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister. Onun (muhteris) gönlünü topraktan başka birşey doldurmaz. Şu kadar ki, (ihtirastan nefret edip) tevbe eden kişinin tevbesini Allah kabul eder.”(18)

Kur'an-ı Kerim dünya hayatına, lüks ve gösterişe düşkün olanların akibetinin felaket olduğunu Karun ile ilgili kıssada gayet ibret verici olarak dile getirmiştir. Karun, Hz. Musa döneminde yaşamış, anahtarlarını güçlü bir topluluğun ancak taşıyabileceği hazinelere sahip, gösterişe düşkün, servetinin esiri olmuş bir şahsiyettir. Halkının karşısına son derece ihtişamlı bir vaziyette çıkar ve dünya malına karşı meyilli olan kimselerin özentiye kapılarak; “Keşke Karun’a verildiği gibi bizim de olsa” demelerine sebep olurdu. Fakat günün birinde Karun sarayı ile birlikte helak edilince, onun yerinde olmayı isteyenlerin akılları başlarına geldi ve hakikati ancak o zaman idrak edebildiler.(19) Karun, israf, lüks ve gösterişe düşkün olanların en çarpıcı misalidir.

İnsanda dünya malına, bolca harcamaya karşı tabi olarak bir meyil bulunmaktardır. İslâm bunu tamamen gözardı edip, fıtrata aykırı şeyler emretmemiş, ancak temayüllerini kontrol altına a1mıştır. Meşru ve helal dairede dilediği harcamayı yapabilecek ancak lüks ve israftan uzak duracaktır. İşte İslâm’ın istediği budur. Bunun dışında özellikle günümüzde insanlar ihtiyaç olsun veya o1masın tüketime sevkedilmekte, çeşitli reklam ve pazarlama yolları ile üretilen mallar çok cazip bir hale getirilmektedir. Dolayısıyla tüketime sevkedici güç ihtiyaçlar değil, üretim olrnuştur. Bu aşamada insanın sınıırsız arzularından istifade edilerek, reklam ve pazarlama yolları bilinçli olarak kullanılarak büyük başarılar elde edilmektedir. Neticede insan ister istemez reklamların etkisinde kalmaktadır.

Bir müslümanın tüketim konusunda da haramdan kaçınma, helalinden tüketme, temizlik, aşırılıktan kaçınma, sağlığını tehlikeye düşürmeme ve çevredekileri de hesaba katma gibi esaslara dikkat etmek zorundadır.

Günümüzde İsrafın En Yaygın Olduğu Alanlar

İnsanoğlunun, hayatını sürdürebilmesi için karşılamak zorunda olduğu temel ihtiyaçlar vardır ki, bunlar kainatın başlangıcından bu güne kadar, sadece şekil ve kapsam itibariyle değişikliğe uğramış, fakat her dönemde kendisini hissettirmiş olan ihtiyaçlardır. Yeme, içme, giyinme ve barınmayı bunların en başında zikredebiliriz. Ancak bizim için zorunlu olan bu ihtiyaçları giderirken özellikle bir takım hususlarda sınırlamaya gidilmiştir. Nitekim âyet-i kerimede; “Ey Adem oğulları, her mescide girişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin, yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.”(20) buyrulur.

Bir diğer âyette; “Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin; israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.”(21) buyrulmaktadır.

Görüldüğü gibi Allah Teâlâ, kullarına yiyip içmeyi, temiz ve güzel giyinmeyi adeta emir buyurmaktadır. Ancak insan bu ihtiyaçlarını temin için harcama yaparken, bunların vasıta olduğunu unutmamalı, gaye mesabesine çıkarılmamalıdır. Evet, yeme, içme, giyinme hayatın devamı veya yaratılışın gayesi olan kulluğun(22) gerçekleştirilebilmesi için sadece birer vasıtadır. Nitekim bu husus; “İnsan yemek içmek için yaşamaz, yaşamak için yer ve içer” şeklinde kaideleştirilmiştir. Ayette bir taraftan yeme içme emredilirken diğer taraftan “israf etmeyin” yasağının getirilmiş olması, bu konuda bir başıboşluğa izin verilmediğini gösteririr. Helal ve meşru yerlere sarfederken haddi aşmak israf olduğu gibi, haram yemek de bir nevi israftır.(23) Meselâ; karın doyuracak kadar yemek içmek helal, hatta gereklidir. Fakat mideyi tıka basa doldurmak, rahatsız olacak kadar yemek ise israf ve haramdır. Bunun yanında alkollü içkiler ve uyuşturucular gibi kullanılması dinen yasaklanmış olan maddelerin alınması da israf sayılmıştır. Allah Teâlâ müsrif olan kulları sevmediğini açıkça ifade etmiştir. Hz. Peygamber de bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Kibir ve israfa kaçmaksızın yiyiniz, içiniz, giyiniz ve tasadduk ediniz.”(24)

Günümüzde özellikle yeme içme hususunda çok büyük israflar yapılmaktadır ki, bunlarla yüzbinlerce aç insanın karnını doyurmak, bu israfı önlemek suretiyle dünya üzerindeki açlık ve fakirlik problemini kaldırmak mümkün olacaktır. Gerek evlerde ferdi olarak, gerekse toplu mekanlarda tüketilen yemek, ekmek ve diğer yiyecek maddeleri zaman zaman ihtiyaç gözetilmeksizin alındığı için büyük miktarlara varan artıklara yol açmakta, neticede bunların çöpe gitmesi kaçınılmaz olmaktadır. Özellikle dünden kalan ekmeğini bayatladığı için, bir öğünde yediği yemeği ikinci bir öğünde yememek için çöpe atmak sanırım hiçbir sağduyulu ve vicdan sahibi insanın kabul edeceği bir şey değildir. Torbalar dolusu ekmeği çöpe atmayı bir tarafa bırakalım, Hz. Peygamber (s.a.s.) bir lokmanın bile israf edilmesine göz yummamış ve şu ikazı yapmıştır: “Sizden birinizin lokması düşerse, alıp üzerindeki tozu toprağı gidersin ve yesin. Onu şeytana bırakmasın.”(25)

Zaman zaman duyup işittiğimiz, ekmeğin bir peçete olarak kullanılıp çöpe atılması asla bir çağdaşlık ifadesi değil, bilakis nimete saygısızlığın en bariz göstergesidir. Oysa Allah Teâlâ, başta ekmek olmak üzere tüm nimetleri saygıya layık görmüştür. Ekmek ve yemek her ne kadar şahsî malımız gibi görünse de aslında soframıza getirdiğimiz her nimette başkalarının bilhassa yoksul ve muhtaç insanların haklarının olduğunu da unutmamamız gerekir. Nitekim Hz. Peygamber: “Komşusu aç iken tok sabahlayan bizden değildir.”(26) buyurmaktadır. Artık olacak çöpe dökecek kadar çok pişirmek veya çok fazla yiyip de daha sonra maden sularına, hazım haplarına müracat etmek yerine ihtiyaç kadar yemek ve fazlası ile bir fakirin doymasına vesile olmak hem din hem de insanlığa daha uygundur. Bunların yanısıra, umumi olarak kullanılan ve herkesin hakkı bulunan kaynakları, diğer bir tabirle kamunun mallarını kullanırken de israftan uzak durmak her kişinin vazifesidir. Musluklardan suyu akıtırken, ellerimiz elektirik düğmelerine uzanırken hep bu sorumluluğun bilincinde olmamız ve bol bol kullanmaktan sakınmamız icabeder. Yeme, içme yanında giyim konusunun da da ayette ifade edildiğini gördük. Allah Teâlâ Hz. Adem ile eşi Havva’yı yarattığı zaman onlara elbiseler giydirmiştir. Giyinmek hayatın bir gereğidir. Giyinmenin iki gayesinden biri vucudu örtüp tesettür emrine uymak, diğeri de dıştan gelebilecek zararlara karşı korunmaktır. Bu gayeye hizmet edecek kıyafetler ortama, coğrafyaya göre değişebilir. Önemli olan meşru sınırlar içersinde bu işi yapmaktır. Mü'minin her yönüyle temiz ve pak olrması inancının gereğidir. Dolayısıyla giyim kuşamda da temizliğe dikkat edecektir. Ancak bu konuda da gösterişe, özentiye kapılarak israfa düşmek kabul edilemez. Hz. Peygamber, giyinirken kibir ve gurura sebep olmayacak elbiselerin tercih edilmesini tavsiye etmiş ve kendisi de sadeliği seçmiştir. Giyim kuşam insanlar arasında bir üstünlük ve ayrıcalık vasıtası asla olamaz. O, tabii bir ihtiyaçtır. Zira üstünlük ancak takvadadır.(27)

Günümüzde israfın en yaygın olduğu alanlardan biri de, nişan ve düğünlerde yapılan israftır. Nişan, bir evliliğin başlaması, yeni bir yuvanın kurulması için atılan ilk adımdır. Gaye iki gencin birbirleriyle evlenmek üzere sözleşmeleri ve bunun diğer insanlara duyurulmasıdır. Ehemmiyeti ancak bundan ibaret olan bir merasimin olabildiğince gösterişe ve masrafa düşülerek kutlanmaya kalkılması neticede daha evliliğin gerçekleşmesinden çok önce tarafların büyük sıkıntılar altına girmesine sebep olmaktadır. Bunun arkasından başlayan düğün telaşı ve hazırlıkları, ya da daha sonra yapılan düğün merasimlerinde de çok aşırı ve lüzumsuz harcamalar yapılmaktadır. Düğünün gayesi de iki gencin nikahlarını ilan ederek, yapılan işin meşruluğunu göstermektir. Bunu yaparken sünnete uygun olanı aslî ihtiyaçları imkan nisbetinde temin etmek, mümkünse düğün yemeği vermek ve hayır dualarla bir yuvanın temelini atmaktır. Temeli israf ve harama dayanan bir yuvadan mutlu ve hayırlı bir gelecek beklemek imkansız olur. Kısacası, bugün gerek evlilik gerekse sünnet düğünlerinde yapılan fuzuli ve gereksiz harcamalarla bir kaç fakir genci evlendirmek, üç beş yoksul çocuğu sünnet ettirmek mümkün görünmektedir. Giyim ve ev eşyası konusunda yapılan harcamalarda, “alınmış alınmıştır”, “fazla mal göz çıkartmaz” gibi telkinlerden ziyade, bu gerçekten ihtiyaç mıdır, yoksa lüks müdür? sorusundan yola çıkılarak harcama yapılırsa israfın önüne geçilmiş olunacaktır. Hiçbir faydası olmayan, luzumsuz yere yapılan harcamalar lükse girer. İslam, israfı yasaklarken zenginliğe değil, lüks ve gösterişe karşı tavır almıştır. Müslümanın çalışıp, elinin emeğiyle zengin olması, hac ve zekat gibi dinin temelinde olan farzlarını, umre ve sadaka gibi şahsına ya da topluma faydalı olan nafilelerini yerine getirebilmesi için zaruridir. Allah Teâlâ kuluna verdiği nimetlerin yerinde kullanılmasından hoşlanır. Zira Hz. Peygamber bu konuda: “Allah verdiği nimetinin izini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.”(28)

İnsan, zenginliğinin kendisini şımartmasına, lüks ve israfa sürüklenmesine asla fırsat vermemelidir. Lüks ile çağın gelişmiş teknolojisinden faydalanmayı birbiriyle karıştırmamak gerekir. Çağın mevcut gelişmelerine ayak uydurmalı, hayatı kolaylaştıran, pratikleştiren, zaman kazanmaya vesile olan her türlü yeniliğe açık olunmalıdır. Lüks ise, kişinin olduğundan fazla görünmeye çalışması, aşırı derecede tüketim tutkusu olması şeklinde anlaşılmalıdır. Bir manada lüks, sade ve gösterişsiz bir yaşamın zıddıdır.

İslam, israf yasağı ile özel mülkiyet hakkına bir sınırlama getirirken, temel olarak, servet kimin olursa olsun, onda toplumun hakkı bulunduğu ilkesini benimseyerek, israfla bu hakkın yok edilmesine engel olmak istemiştir.

Şu ana kadar israfla ilgili olarak açıklamaya çalıştığımız hususlar, maddî değeri olan, parayla kıymeti ölçülebilen şeylerdi. Bütün bu ifade edilen şeylerin dışında yine kendisini bolca ve düşünmeden tükettiğimiz, kıymet ve değerini hiç bir şeyle ölçemeyeceğimiz iki servetimiz vardır ki, bunlar sağlık ve boş vakitlerirnizdir. Sağlık ve vakit, insan oğlunun en çok israf ettiği şeylerin başında yer almaktadır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda: “İki nimet vardır ki, insanlardan çoğu bu nimetler konusunda aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.”(29) buyurarak bu iki önemli nimetin kıymetini bilmediğimizi ve onları ölçüsüzce kullandığımızı ifade etmiştir. Büyük Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman:

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” diyerek sağlığın önemini ne güzel dile getirmiştir. Özellikle alkollü içkiler, uyuşturucular ve sigara gibi diğer zararlı alışkanlıklar gerek fert, gerekse toplumların sağlığını ciddî derecede tehdit eden unsurların başında yer alır. Oysa sağlığın korunması, İslâmiyetin muhafazasını istediği beş gayeden biridir. Hastalıktan sakınmak, sağlıklı yaşamaya gayret etmek dînî bir sorumluluktur. Zira herşey sağlıklı olmaya bağlıdır. Sağlık, Allah’ın kullarına verdiği büyük bir nimettir. Cenab-ı Hak âyet-i kerimede: “Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayınız”(30) buyurmak suretiyle, insanoğlunun kendisini tehlikeye atacak, sağlığını kaybettirecek veya hayatına zarar verecek hususlardan kaçınması gerektiğini belirtmiştir. Yukarıda ifade edilen zararlı alışkanlıklar sadece fertlerin hayatlarıyla sınırlı kalmayıp, toplumların da etkilenmesine neden olmakta, toplum sağlığını da tehdit etmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın, alkol, sigara, uyuşturucu vb. alışkanlıklar, kişi ve toplumları felaketin pençesine atmaktadır.

Sağlığımızla birlikte heba ettiğimiz diğer bir nimet de vakitlerimizdir. Bu da Allah Teâlâ’nın bize verdiği ve sermaye niteliğindeki ömrümüzün tüketilmesi demektir. Müslümanın boşa harcayacak vakti olmamalıdır. Boş vakit tabirini zaruri işler, yapılması gereken vazifelerden arta kalan vakit olarak anlamak gerekir. Bu gün özellikle televizyonlar kitleleri adeta esir almış durumdadır. Sabahın ilk saatlerinden itibaren, gece yarılarına kadar dizi takip etme endişesiyle televizyonların karşısından ayrılmayanlar, kendileri için çok değerli olan zamanlarını öldürmekte, vakitlerini tamamen atıl hale getirmektedirler. Oysa “İki günü eşit olan zarardadır.”(31) hadisinin ışığında vakitlerimizi değerlendirerek, kendimizi her açıdan yetiştirecek çaba ve araştırmanın içinde olmamız gerekir. Toplum olarak en az kitap okuyanlar arasında ön sıraları almaktayız.

Kahvehanelerde kağıt oynayan, atari salonlarında kumar tahminleri yapan, eğlence köşelerinde vakitlerini heba eden insanımızın, özellikle de gençlerimizin halini gördükçe vaktin değil, ömrün ne kadar basite alındığını üzülerek müşahede etmekteyiz. “Allah müsrifleri sevmez” ifadesinin içine bunları da katmak sanırım yanlış olmaz.

Aklı selim sahibi herkes hayatını şu hadisin ışığında değerlendirmelidir: “Beş şey gelmezden önce beş şeyin kıymetini bil: Ölüm gelmezden önce hayatın, hastalıktan önce sağlığın, meşguliyetten önce boş vaktin, yaşlılıktan önce gençliğin ve fakirlikten önce zenginliğin.”(32)

Yukarıdaki hadiste ifade edilen, hayat, sağlık, boş vakit, gençlik ve zenginlik Allah Teâlâ'nın insanlara hazine değerinde vermiş olduğu nimetlerdir. Nimetlerin şükrü eda edildikçe, Allah onları artıracak, yoksa bütün bu güzellikler bir gün elimizden kaybolabilir.

İsrafa Karşı Alınacak Tedbirler

İsraf yapan, maddî ve manevî servetleri hoyratça kullanan varlık, insanın bizzat kendisi olduğundan dolayı, öncelikle alınacak tedbirlerin başında insanın bu konuda eğitimi gelmektedir. Zira her sahada iyi yetişmiş insan, hayatın, sağlığın, gençliğin ve vaktin kıymetini bilerek yaşamını devam ettirecek, tembellikten, ataletten sıyrılarak üretken bir insan olarak içinde yaşadığı toplumun yararına çalışacaktır.

İnsan öncelikle kendisini tanıyarak değerini bilmeli, maddî ve manevî servetlerini yerinde kullanabilmeli ki, kendisi dışındakilere de aynı gözle bakıp onlara da aynı değeri verebilsin. Bu konuda toplumun en üst birimlerinden başlayarak her kadamedeki insana bir takırn görevler düşmektedir. Gerek okul, aile, cami ve diğer müesseseler de görevli olan kişiler, küçük büyük bütün insanımıza israfın zararlarını her zeminde anlatmalı, bu kişiler tutumlu olmanın gereğine inandırılıp, tasarrufa yönlendirilmelidir.

İsrafın önlenmesinde dinî eğitimin oynayacağı rol asla inkar edilemez. Zira müslümanlar, gerçek anlamda Kur'an ve Sünnetin öğretilerine kulak vermiş, hayatlarını buna göre düzenlemiş olsalar israfa sürüklenmeleri o derece imkansız hale gelir. Çünkü insanın gösterişe, servet ve bolluğa aşırı meyline karşılık, dinimiz kanaatkâr olmayı, Allah'ın ihsan ettiği ile yetinip şükrü elden bırakmamayı tavsiye etmektedir. Zira kanaat tükenmeyen bir hazinedir. Kanaat, kişiyi aynı zamanda tutumlu olmaya da yöneltir ki, bu savurganlığa karşı yapılacak en yerinde bir tavırdır. Hz. Peygamber de: “Harcamada tutumluluk, geçimin yarısıdır.”(33) buyurarak tutumlu olmanın önemine dikkatlerimizi çekmektedir. Tutumlu olan insanın müsrif olması düşünülemez. Tutumlu olmak cimri olmak da değildir. Zira tutumluluk ölçülü olmaktır. İsrafa sebep olan hususları belirtirken, bu konuda kişilerin lüks ve bolluğa düşkünlüğünün büyük rol oynadığını ifade etmiştik. Bunda da özentinin büyük etkisi vardır. Özenti, insanın hiç düşünmeden kendisini büyük külfetler altına sokmasına sebep olabilecek bir durumdur. Neticenin ise daima israfla sonuçlanmasına yol açar. Kişi maddî konularda daima kendinden daha aşağıda olanları düşünmelidir. Doğru olanda budur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): “(Dünyaca) kendinizden aşağıda olanlara bakınız. Sizden üstün olanlara bakmayınız. Elinizde olan Allah’ın nimetini hor görmemenize en yarayışlısı budur.”(34) buyurmaktadır.

Hayatımızda Hz. Peygamber'in ifade etmiş olduğu bu ölçüyü tam olarak bir benimseyebilsek, hem elimizdeki mevcut sahip olduğumuz nimetlerin değerini idrak etmiş olacağız, hem de bu anlayış, bizi özenti ve israftan koruyacaktır. Bunun yanısıra mümkün mertebe sade bir hayatı benimsemek ve bunu prensip haline getirmek, israfla mücadelede önemli bir adımdır. Zaten Hz. Peygamber'in sünneti de bunu gerektirir. Zira O, gerek İslâm’ın en sıkıntılı dönemlerinde, gerekse zaferler ve ganimetlerle İslâm toplumunun refah seviyesinin yükseldiği zamanlarda daima sadeliği tercih etmiş, her alanda olduğu gibi bunda da insanlara örnek olmuştur. Netice olarak israf, dinin yasaklamış olduğu bir husustur. Dolayısıyla hangi noktada olursa olsun bu yasağı çiğnemek, itidal sınırlarını aşmak, Allah’ın emrine itaatsizlik demektir. O’nun sevgi ve rızasını kaybetmeyi göze almaktır. İsrafın sebep olduğu zararların ilki ve en büyüğü bu manevî kayıptır demek mümkündür. Diğer taraftan israf, hem fertleri ve hem de toplumun huzur ve mutluluğunu gölgeleyen etkenlerin başında gelmektedir. Bol harcamaya, tutumsuzluğa yenik düşen insanlar sadece ellerindeki nimetlerin değil, toplumun malı olan millî servetin de kıymetini bilmeyeceklerdir. Düşüncesizce yapılan tüketimler neticede kişi ve toplumların sahip oldukları maddî refah seviyesinin çok daha alt seviyelere inmelerine sebep olacaktır. Bu sebeple israfı, kişilerin ve toplumun geleceğini tehdit eden büyük bir tehlike olarak görmek ve ona karşı gerekli olan tedbirleri almak önemli bir vazifedir. Ancak bunu başarabilmek için öncelikle israfın zararlı olduğuna gerçekten inanmak gerekir. Bu konuda gereken hassasiyet gösterilmez ve acil tedbirler alınmazsa, dünyadaki doğal kaynakların, tüm çevrenin ve neticede hayatın yok olmasına seyirci kalınmış olacaktır. Yazımızı bitirirken bizzat Allah Teâlâ tarafından bizlere öğretilen şu duayı burada zikretmek yerinde olur: “...Rabbimiz! Günahlarımızı, işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, sebatımızı arttır, inkarcı topluluğa karşı bize yardım et.”(35)

------------------------------------------------------------------

1- A’raf, 31.

2- Bakara, 152.

3- Bkz. Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredat, Beyrut ty., s. 236; el-Mu’cemu’l-Arabiyyetü'l-Esâsi, Tunus 1988, s. 260; el-Mu’cemu’l-Vasıt, İst. 1986, c. I, s. 427.

4- Taha, 127.

5- Zümer, 53.

6- Bkz. Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, l936, VI, 4133.

7- Bkz. Mü’min, 28.

8- Yunus, 83.

9- Bkz; A’raf, 80-81 “Lut'u da (peygamber gönederdik). Kavmine dedi ki: “Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhuşu mu yapıyorsunuz? Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın (haddi aşan) bir milletsiniz”)

10- Al-i İmran, 19.

11- Furkan, 67.

12- İsra, 29.

13- İsra, 26-27.

14- A’raf, 19.

15- Bkz. A’raf, 16-17.

16- Bkz. A’raf, 20-23.

17- A'l-i İmran, 14.

18- Buhârî, Rikak, 10; Müsli

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

 


* BENZER KONULAR

Melek Girmeyen Evler Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:04:30 ÖÖ]


Doğru Çalışma Methodu Gönderen: türkiyem
[Bugün, 10:59:59 ÖÖ]


Başınızı Çevirip Gitmeyin Gönderen: türkiyem
[Bugün, 10:39:23 ÖÖ]


Ozan Birgül 320 kbps - 2 kısım Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 09:15:33 ÖÖ]


Ozan Birgül - İlahiler 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 09:04:09 ÖÖ]


Dualarımız Neden Kabul Olmuyor Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:10:43 ÖÖ]


Birlikte Hizmet Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:59:59 ÖÖ]


Gizli Halleri Açık Hallerinden Daha Hayırlı Adamlara İhtiyacımız Var Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:40:31 ÖÖ]


Mücahitler Kazandığınızı Kaybetmeyiniz Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:32:32 ÖÖ]


İnsanlardan Övgü Beklemek Ateşle Oynamak Gibidir Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:24:29 ÖÖ]


Zamanın Kıymetini Bilmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:17:13 ÖÖ]


Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Dün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Dün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Dün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Dün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Dün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Dün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:44:43 ÖÖ]