Farklı Ortamlarda Müslümanca Yaşamak
“Ben Müslümanlardanım” demenin tabiî ve fiili sonucu olan müslümanca yaşamak konusunu ortam bakımından iki başlık altında ele almak mümkün gözükmektedir: Ümmet-i icâbet (Müslümanlar) ile beraber Müslümanca yaşamak, Ümmet-i dâvet (ğayr-i müslimler) ile beraber müslümanca yaşamak.
1. Ümmet-i İcâbet (Müslümanlar) ile beraber Müslümanca yaşamak
Ümmet-i icâbet ile "bir arada Müslümanca yaşamak”, din kardeşliği çerçevesi içinde, ümmet bilinci ile hayatı paylaşmak anlamına gelmektedir. Bu anlamdaki beraberlik, İslâm imanına endeksli, yani Kitap ve Sünnet esas ve değerlerine bağlı olmak zorundadır. “Ancak müminler kardeştir” ayet-i kerimesinin çizdiği "kardeşlik" özü ve "Ben Müslümanlardanım"[ii] beyanı, iman kardeşliği çizgisinin temelliliğini ve sürekliliğini gösterir. Dolayısıyla Hz. Peygamber tarafından Kitap ve Sünnet çizgisinde örneklendirilmiş Müslüman hayat modelinin bu özelliği ile yaşanması yani İslam'ı yaşama sanatının Sünnetten meşk edilmesi hem fert hem de ümmet boyu tunda gereklidir. Bu gereğin, dünyanın neresinde olur olsun bütün İslâm toplum ve kesimleri için vazgeçilmez, olmazsa olmaz, yapısal bir nitelik olduğu açıktır.
Tarihi süreç içerisinde başlangıç itibariyle İslâm toplumlarında birlikte yaşamanın sosyal, ahlaki ve hukuki esasları ve bunların pratikleri genelde uygulanmıştır. Ancak zaman zaman Müslüman toplumlarda oluşan kimi gurup ve toplulukların kendilerini ifade biçimleri ve farklı konumlandırmaları sebebiyle "birliktelik" açısından ne yazık ki ciddi problemler oluşmuştur. O kadar ki din kardeşliği ve ümmet kavramlarının çerçevesini zorlayan, bozan, meşru çizgi dışına taşan beyanlar, davranışlar, uygulamalar ve bunlara bağlı fikri ve fiili kavgalar, sosyal kargaşalar görülmüş ve görülmektedir. Genelde din kardeşliği ilkesine dayalı birlikteliğe aykırı düşen ve zarar veren davranışlar ve sebepler ne yazık ki hiç de az değildir. Bu davranış ve sebeplerin[iii] Müslüman topluma ilk faturası, din kardeşleriyle bile kendi içlerinde ve aralarında birlikte - beraber olma duygu ve uygulamalarının ciddi anlamda yıpratılması hatta tamamen değilse bile büyük ölçüde ortadan kaldırılması olmuştur. Sonuç ise, bir ve beraber sanıldığı halde kalpleri darmadağınık[iv] toplum türünün yaygınlık ve etkinlik kazanım olmasıdır. Bu netice, Müslümanların bir arada-birlikte Müslümanca yaşama özellik ve erdemlerinin yok olmasına ve hemen her grup, cemaat ve topluluğun garip ve anlaşılmaz bir şekilde üstünlük sağlama ve öne geçme çabalarına yol açmış bulunmaktadır. Böyle bir durumun adı da birlikte hep beraber yaşamak değil, sadece bir arada görünmek olsa gerektir. Bu duruma dinlerini, inançlarını bin parçaya bölmüş toplum olgusu demek de mümkündür. Bir başka ifade ile, "adam öldürmekten daha beter olan fitne[v] ortamı bile denilebilir.
2. Ümmet-i Dâvet (ğayr-i müslimler) ile bir arada müslümanca yaşamak
Müslümanların farklı inanç gruplarıyla birlikte yaşaması, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından değişik aşamalarda örneklendirilmiştir. Bu konudaki yani ümmet-i dâvet içinde Müslümanca yaşanmışlığı, dâru'ş-şirk veya dâru'l-küfrde ve dâ-ru'l-emn'de bir arada yaşamak diye ikiye ayırmak uygun olacaktır.
a. Dâru'ş-şirk ve dâru'l-küfürde bir arada Müslümanca yaşamak ya da " Sizin dininiz size benim dinim bana" aşaması
Bu dönemi biz, 18. sırada Mekke'de nâzil olan Kâfirûn Sûresi'nde en yalın ifadesiyle belirlenmiş bulmaktayız. Bu sebeple de bu sûreye Allah'ın mutlak birliği (tevhid) ilkesini en yalın şekliyle ortaya koymuş bulunan İhlas Sûresi ile birlikte İhlâsân = iki ihlas sûresi denilmiştir. Çünkü bu sûrelerde İslâm inanç ve ibadetlerinin şirk ile asla birleşemeyeceği, tevhid ile şirkin birbirinin yerini alamayacağı vurgulu bir şekilde açıklanmıştır.
Şirkin ve küfrün egemen olduğu ortamlarda “sizin dininiz size, benim dinim bana" anlayışı içinde ben dinimi yaşamaya ve yaymaya devam edeceğim, sizin dininizi geçici süre ile de olsa kabul etmeyeceğim, bu konuda pazarlık söz konusu olamaz anlamında Hz. Peygamber'in konumu ve Müslümanların tavrı belirlenmiş olmaktadır.
İslâm toplumunun Mekke'deki ilk yıllarında Müşriklerin, "Allah yolundan Müslümanları alıkoyma" (saddün an sebilillah) özünde birleşen girişimleri akıl almaz bir çeşitlilik ve şiddetle devam etmiştir. Buna rağmen Müslümanlar ısrarla kendi inandıkları istikamette hareket edip, sabır ve metânet göstermiş, dik durmuş ve müşriklerle çatışmamaya çalışmışlardır.
Bu dönemin ilkesel tavrını tespit ve teşkil eden "sizin dininiz size benim dinim bana" âyet-i kerimesini, laikliğin/sekülerizmin ifadesi olarak değerlendirmek isteyen eski ve güncel kafaların, buradaki konum belirleme ve İslâm imanı üzere yaşama ve tebliğ eylemine devam etme azim ve iradesini göremedikleri ya da bilinçli olarak görmezden geldikleri anlaşılmaktadır. Oysa bu âyette dâru'ş-şirk veya dâru'l-küfr'de diklenmeden dik durmak ve inancını yaşamak diye ifade edilebilecek Müslüman tavrı belirlenmektedir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in nübüvvet öncesi yaşayışı da bu konuda dikkate alınmalıdır. Çünkü Efendimiz, müşrik bir ortamda doğmuş, büyümüştür. Ne var ki Efendimiz, o toplumun şirk kokan hiçbir uygulamasına bulaşmadan, ahlaki hiçbir kusur işlemeden ama onların arasında hakkı ve haklarını korumaya yönelik Hilfül-fudul gibi oluşumlara iştirak edip destek vererek bu dönemi geçirmiştir.
Müslümanların dâru'ş-şirkte Müslümanca ve birlikte tecrübeleri, egemen şirk düzeninin herhangi bir yaşama makamına talip olmadan ve uygulamalarına fiilen karşı koymaya kalkışmadan, gördükleri baskılara şiddetle mukabele etmeden, sadece kendi inançlarını yaşama sabrı ve fiili tebliğ tavrı içinde geçmiştir.
b. Dâru'l-emn'de müslümanca birlikte yaşamak
Dâru'ş-şirk'te bir arada yaşama tavrının Müslümanlarca tavizsiz sürdürülmesi, zaman içinde müşriklerin ciddi endişelerini körüklemiş ve Müslümanlara çok şiddetli baskı uygulamalarıyla sonuçlanmıştır. Bu dayanılmaz gelişme üzerine Peygamber Efendimiz, Müslümanların bir kısmının o günün dünyasında güven yurdu (Dâru'l-emn) olarak görülen Habeşistan'a hicret etmesine izin vermiştir. Habeşistan hayatı Müslüman muhacirler açısından, Hıristiyan bir yönetim altında, yani ğayr-ı müslim bir toplumda “birlikte yaşama" aşamasını başlatmış oldu.
Müslümanlar, bu ortamda kendilerine gösterilen kısmi/sınırlı hoşgörü sayesinde, herhangi bir siyasi ya da toplumsal harekete kalkışmadan sadece inançlarını ya amaya çalışmakla yetinmişlerdir. Mekkeli müşriklerin kabalıklarına ve anlayışsızlıklarına karşı, Habeş meliki Necâși'nin anlayış ve hoşgörüsü sayesinde " Sizin dininiz size, benim dinim bana" ilkesine uygun olarak dini yaşantılarını Mekke'ye nispetle daha rahat bir ortamda sürdürmüşlerdir.
Sözün özü, dâru'l-emn'de de Müslümanların gayri müslimlerle birlikteliği, siyasi, idarî, ekonomik herhangi bir talepte bulunmaksızın, sadece inançlarını yaşamak tarzında ve dolayısıyla fiili tebliğ ağırlıklı olarak gerçekleşmiştir.
Özetlemeye çalıştığımız gibi tarihi süreç içinde, başka inanç sahipleriyle bile belli ölçüler çerçevesinde “bir arada yaşama" ilkesine ve tecrübesine sahip olan Ümmet-i Muhammed'in yani Müslümanların, bu ilkeyi ve deneyimi, öncelikle ve mümkün olan en üst seviyeden kendi aralarında dindaşlık ve din kardeşliği çerçeve sinde güncellemelerinin beklenmesi pek tabiidir. Böyle bir durum, Peygamber Efendimizin, “Toplumsal kargaşa ve hercümerç içinde kulluk görevlerini yerine getirmek, bana hicret etmek gibi (soylu bir eylem)dir”[vi] buyruk ve uyarısının ümmetçe yaşanması anlamına gelecektir. Bu da ortam ne olursa olsun, bir arada görünmekle değil, din kardeşliğini önceleme erdemini ivazsız garazsız paylaşmakla gerçekleşecektir. Ötesi, Müslümanca yaşamak açısından sonu gelmez tartışmalara kapıyı açık bırakmak olacaktır.
-------------------------------------------------------------------------------
Hucurât Sûresi, 49/10.
[ii] Fussilet Sûresi, 41/33.
[iii] Geniş bilgi için bk. İ.L. Çakan, Ümmet Risalesi, s. 71-140, İstanbul 2016, İFAV yayınları
[iv] Bk. Haşr Sûresi, 59/14.
[v] Bk. Bakara Sûresi, 2/217.
[vi] Müslim, Fiten, 130; Tirmizi, Fiten, 31; İbn Mâce, Fiten 14.
Prof Dr. İsmail Lütfi Çakan