MÜSLÜMAN'I HOR GÖRME KÜÇÜKLÜĞÜ
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم : بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ
أَنْ يَحْقِرَأَخَاهُ الْمُسْلِمَ
Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem‘in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Müslüman kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak yeter.”[1]
Aynı imanı paylaşanlar arasında tabiî olarak varlığına ihtiyaç duyulan insanî ilişkilerin başlangıç noktası, hiç şüphesiz, kişinin kendisini öteki insanlardan farklı ve üstün, ötekileri de kendisinden aşağı ve önemsiz görmemesidir. Beşerî ilişkileri iman ile aynîleştiren, aynı imanı taşıyanları eşit haklara sahip kılan ve“mü’minler kardeştir”[2] temel ilkesini ilân eden İslâm, bu tespit ve ilânı ile inananları arasında tam bir ahlakî ve hukukî yaklaşım ve denklik sağlamıştır.
Konu aldığımız hadis, -Müslim’deki rivayetinde açıkça görüleceği gibi- aynı imanı paylaşan insanlar arasındaki önemli ve sıcak ilişkileri tek tek sayan bir hadisin son kısmıdır. Daha doğrusu, orada sayılan kardeşçe ilişkileri Müslüman’a çok görecek, onu imanından dolayı küçümseyecek olan asıl küçükleri uyaran kısmıdır.
Aslında hamuru topraktan yoğrulmuş insanoğlunun, kendisiyle aynı durumdaki bir başka insanı hor ve hakir görmesi, küçümsemesi, kendi küçüklüğü ve yanılgısıdır. Ne var ki bu beşerî zaaf ve yanılgı, maalesef hemen her devir ve toplumda çeşitli gerekçelere dayalı olarak ama mutlaka var olagelmiştir. Bu ahlakî bir zaaf olduğu kadar, güçlü sosyal yapıların kurulmasına mani olan sosyal bir çözülüştür de.
Biz konunun bu noktadan tahlilini uzmanlarına bırakarak onu iki yönden ele alacağız:
1. Müslüman olmayanların Müslüman’ı hor görmesi,
2. Müslüman’ın Müslüman’ı hor görmesi.
Küfrün imana, kâfirin Müslüman’a hoş bakmayacağı, onu elinden geldiğince horlayacağı açıktır. Tarih buna şahittir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim ibret alınması ve inananları teselli için bu gerçeğin misallerini vermektedir.
Hemen bütün peygamberlere ilk inananlar, toplumların üst düzey yöneticilerince horlanmışlar, hatta bu zümre tarafından inançsızlıklarına sebep olarak gösterilmişlerdir. Müşterek vasıfları azgınlık ve sapıklık olan ve Kur’anî ifadesiyle kendilerine mele’ denen bu yöneticiler, küçük gördükleri inananlarla aynı imanı paylaşamayacaklarını, onların kovulması halinde belki inanabileceklerini söylemişlerdir. İlk örnek Hz. Nuh ve kavmidir.
Nuh aleyhisselam, milletini Allah’a inanmaya ve kulluğa çağırdığı zaman, kavminin ileri gelenleri,“Bizim ayak takımının sana uyduklarını görüyoruz. Sizin bize üstün bir tarafınız da yok…” diyerek inananları açıkça küçümsemişlerdi. Hz. Nuh, bu seviyesiz horlamaları, bütün zamanlara örnek olacak tarzda şöyle cevapladı:
“Hor gördüğünüz mü’minlere Allah hayr/iyilik vermeyecektir diyemem. Kalplerindekini Allah bilir. Böyle bir şey söyleyecek olursam, o zaman zalimlerden olurum.”[3]
“İman edenleri (çevremden) kovamam… Ben onları kovacak olursam, Allah’ın intikamına karşı bana kim yardım edebilir?”[4]
Müslüman’ı imanından dolayı küçük görecek, horlayacak olanlara ne güzel cevaptı Hz. Nuh’un sözü:
“Hor gördüklerinize Allah hayır/iyilik vermeyecektir diyemem!”
Hemen her peygambere ilk anda inanan orta tabakadan insanlar, hep küçümsenmiş, horlanmışlar ve hatta peygamberlere, kendilerine bu tür insanların inanmış olması büyük bir ayıp imiş gibi gösterilme yoluna bile gidilmiştir. Ama daima sonuçta, en büyük utanç ve azab, kendilerini mevki ve makamlarını bir şey sanan imansızların nasibi olmuştur. Çünkü inananları hor görmek, neticede onların inandıkları İlahî gerçekleri küçük görmeye, önemsememeye götürmüş ve neticede şeytanî bir yanılgıya düşmelerine sebep olmuştur. Böylece onlar azaba bizzat davetiye çıkarmışlardır. Başkalarını hor ve hakir görmek, kendilerinde bir varlık vehmedip kibirlenmekten kaynaklanır. Ebedî mel’un şeytanın hatası da Allah’ın emri karşısında “Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten onu topraktan yarattın.”[5] diye kibirlenmek olmamış mıydı?
İmansızların inananları hor görmelerinin şekilleri Kur’an-ı Kerim’de bütün teferruatıyla gözler önüne serilmiştir. Alay, istihza, dalga geçme, jest ve mimiklerle tahkir etme, sözlü sataşmalarda bulunma, ahmak ve aptallıkla, anlayışsızlıkla, katılıkla, yobazlıkla, çağ dışılıkla (yanlış okumadınız) evet, namuslulukla, kötü lakaplarla, bozgunculukla, atalarının yolunu terk etmekle, görünmeyene inanmakla, hayaller peşinde koşmakla ve daha neler nelerle suçlamış, kötülemişlerdir. Bütün bu ve benzeri uygulamalar içinde değişmeyen temel tavır, Merhum Mehmed Akif’in isabetle belirttiği gibi daima aynı kalmıştır: “Nazarlardan taşan mâna, ibadullahı istihkâr!” Dünün ilkel inançsızlarıyla günün çağdaşlık yobazları arasında Allah kullarını hor görme (ibadullahı istihkâr) konusunda tam bir benzerlik bulunduğu da bir başka değişmeyen gerçektir. İnananları, kendilerine göre en çirkin şekilde karikatürize etmekten şeytanî bir zevk alanlar, kendi iç dünyalarını, kafa ve gönül çöplüklerini resmettiklerini bir anlayabilseler… Tabiî bu da bir idrak seviyesi ister…
Din ve imân bağı dışındakilerin mü’minleri küçümsemelerini yine bir ölçüde anlamak mümkündür. Çünkü “Tilki erişemediği üzüme koruk der.” Fakat asıl üzerinde durulması gerekli olan, bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı, yani aynı imanı paylaştığı insanı veya grupları hor görmesi, küçümsemesi ve ondan kopmasıdır. Zaten hadisimizde “kâfi kötülük” olarak belirlenen husus da ağırlıklı şekilde budur.
Aynı saftakilerin ayrılığı
Her insanın kendi kültür değerlerine sahip insanlar arasında rahat etmesi, kendisini güvenli hissetmesi pek tabiîdir. Müslüman’ın da kendi değer ölçülerine bağlı “öz nefsi için istediklerini mü’min kardeşleri için de isteyen” Müslümanlar arasında en büyük mutluluğa ereceği muhakkaktır.
Hatta böyle bir huzur ve mutluluk her Müslüman’ın en tabiî hakkıdır. Çünkü bu aynı zamanda Müslümanların iman olgunluğunun ölçüsü ve göstergesidir. Zira aleyhissalatü vesselam Efendimiz bir hadislerinde “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mü’min olamazsınız…”[6] buyurmuştur. Toplum fertleri arasında imana dayalı bir sevgi ortamı ve eşitlik duygusunun doğması için çok pratik bir de yol göstermiştir: “Aranızda selâmı yayınız!” Bu son tavsiyenin önemini, birbirlerine “Allah’ın selâmını bile çok gören” ve fakat aynı toplum içinde yaşayan Müslümanların ya da Müslüman grupların bulunduğunu kahrolarak hatırladıkça ve gördükçe daha iyi anlıyoruz. Bir başka ifade ile, namaz sonrasında her biri bir tarafa dağılıp giden camiler dolusu cemaatler gibi aynı saftakilerin ayrılığını düşündükçe dinî davranışları ve yaşayışları sebebiyle Müslümanlara yöneltilen ithamların, ayırım yapmaksızın bütün bu Müslümanları hedef aldığına şahit oldukça selamlaşmanın ne demek olduğunu ve fonksiyonunu idrak ediyoruz. Hedefte bulunanların zoraki birliğini bile aralarında tesis edemeyen, ortak savunma hissinden yoksun böylesi bir inananlar topluluğu için “aranızda selâmı yayınız” tavsiyesi, bir araya gelmenin başlangıç noktasını göstermesi bakımından ne kadar önemli ve yol göstericidir.
Selamlaşmak, Müslümanlar aleyhinde dilini konuşmaktan, kalbini kötü düşünmekten ve kıskançlık duygusundan alıkoymayı da beraberinde getirecektir. Her hâlükârda görüşüp konuşmayı, büyük bir ihtimalle de sonuçta anlaşmayı ve bütünleşmeyi sağlayacaktır. “Beni anla da istersen öldür.” diyen Arap atasözü, Müslüman kesimdeki çözülüşün, birbirlerini anlayacak kadar yekdiğerine tahammül edememekten ileri geldiğini belgeler gibidir.
İlk ve olgun Müslümanları tavsif eden ayet, “Kâfirlere karşı şiddetli ve zorlu, aralarında şefkatli, merhametli, yumuşak ve anlayışlıdırlar.”[7] tespitini yapmaktadır. Kâfirlere karşı zorlu olabilmek için, öncelikle kendi içinde uyum ve anlayışlı olmak gerekir. Bu uyum ve anlayış yoksa dışa karşı çetin ve zorlu olmak değil, pısırık-sessiz ve boynu bükük davranmaktan başka yapılacak bir şey kalmaz.
Aslında münafıkların durumunu anlatan “Sen onları birlik sanırsın, oysa onların kalpleri darma dağınıktır”[8] ayetinin anlam sınırları içinde gözüken günümüz Müslümanları bizler, bu durumun sebepleri ve giderilme çarelerini vakit kaybetmeden araştırmak zorundayız. Aksi halde ileride böylesi bir fırsatı hiç bulamayabiliriz.
Birlik ve beraberliğin en güçlü ve tabiî esas ve çağrılarına sahip Müslümanların, ortak hücumlar karşısında bile bir araya gelememelerinin makul ve anlaşılır herhangi bir sebebi olamaz. Unutulmamalıdır ki, Müslüman’ı hor ve hakir görmek ve Müslümanlarla bir araya gelmekten kaçınmak, gerekçe ne olursa olsun aynı saftakilerin ayrılığını, güçsüzlüğünü, etkisizliğini, perişanlığını ve yokluğunu getirir. “Zararı içinizden sadece zalimlere dokunmayıp hepinizi saracak olan fitneden sakının.”[9] ayeti herhâlde böylesi bir sondan sakındırmaktadır.
Münferid ya da zümrevî ve fakat birbirinden kopuk faaliyetlerin kimseyi bir yere götürmeyeceği, belli bazı kişi ya da kurumlara bir şeyler sağlasa bile Müslümanlara bir şey kazandırmayacağı, müşterek dertlere melhem olmayacağı muhakkaktır. Birazcık insaf ve imanî uyanıklık bunu idrak için yeterlidir. “Müslüman’ı hor görmek kötülük olarak kâfî” olduğuna göre, onu hor görmemek de birçok müspet adımların atılması için yetecektir.
Hadisimizin tespit ve çağrısı herhâlde budur.
Zira İslâm dünyasının, sırf birbirlerine güvenememeleri, kardeşçe yaklaşamamaları yüzünden, ellerindeki bütün imkânlara rağmen, emperyalist güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulamadıkları gözle görülen acı birgerçektir. Hâlbuki Müslüman, sadece yaşayan Müslümanlarla değil, daha önce ahirete intikal etmiş Müslümanlarla da iyi geçinmek, onlara da faydalı olmak mükellefiyetindedir. Olgun mü’minleri tanıtan bir ayet durumu şöyle açıklamaktadır:
“Onlardan sonra gelenler; “Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanmış kardeşlerimizi bağışla, KALBİMİZDE MÜ’MINLERE KARŞI KİN BIRAKMA… Rabbimiz, şüphesiz sen şefkatlisin, merhametlisin, derler.”[10]
Müslümanları bütün dert ve davalarıyla benimsemek, üzüntü ve sevinçlerine kardeşçe ortak olmak, onları en sıcak ve samimi ilgiye layık görmek, asla ama asla onları küçümsememek her birimizin iman borcu ve sorumluluğudur. Unutmayalım ki, en kutlu görevimiz, “Kalplerimizde mü’minlere karşı kin bırakma!” duasını tekrar ederek inançla, sevgiyle kardeşçe kucaklamak ve kesin olarak “safları sıkı tutmak”tır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Müslim, Birr 32; Ebû Davud, Edeb 35;Tirmizî, Birr 18; İbn Mâce, Zühd 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 491.
[2] el-Hucurât, (49), 10.
[3] Hud, (11), 31.
[4] Hud, (11), 30.
[5] el-A’raf, (7), 12.
[6] Yorumu için bk. “Hadislerle Gerçekler” kitabı, “İmân ve Sınırı” başlıklı yazı.
[7] el-Feth, (48), 29.
[8] el-Haşr (59), 14.
[9] el-Enfal 8 24.
[10]el-Haşr (59), 10.
Prof Dr. İsmail Lütfi Çakan.