Kişinin Kur'an-ı Hakimi İle Özel İletişimi
Kur’ân sayesinde insan, Allah’a muhatap olma gibi, mevkilerin en yükseğine yükselmiştir. Böyle bir mevkide bulunduğunun şuurunda olan bir insan, kendi dilindeki Kur’ân’da Rabbini dinler, Rabbiyle konuşur ve Rabbiyle konuştuğuna yemin etse, yemininde yalancı sayılmaz.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Hakîm’i kıyamete kadar yaratılacak bütün insanlar için rehber olarak göndermiştir. Bu umumiyet içinde, her bir neslin, kendisine mahsus dersi en yararlı bir tarzda alması için, özel bir şekilde ona yönelmesi gerekmektedir. Bu makalemizde, çağımızda yaşayan bir insanın Kur’ân ile kuracağı iletişimi nasıl gerçekleştirebileceği ve ondan alacağı özel dersi nasıl temin edeceği üzerinde duracağız.
Müslüman, Kur’ân’ın mahiyeti, neliği konusundaki anlayışını tazeleme ihtiyacındadır. Yani Kur’ân’la iletişimini ayarlamak için nasıl bir tutum izleyeceğini belirlemesi gerekmektedir. Allah, Kur’ân’ında insanlara tecellî etmektedir, fakat onların çoğu bunun farkında değildirler. İnsan, tükenmek bilmeyen bu lütuf ve enerji kablosundan beslenmelidir.
Kur’ân, yeri Arş’a bağlayan bu ehemmiyetinden dolayı, ibadet için Rabbimizin huzurunda bulunurken, manevî seyirde O’na doğru ilerlerken, bize verilen başlıca vasıta olmuştur. O, bir asansör gibi bizi Allah’ın huzuruna çıkarır, sözün bittiği yerde dilimizin bağını çözer. Bu lâhutî kelamı tilavet ederek Rabbimizle iletişim kurarız.
İbadetimizde ondan feyiz aldığımız gibi, Rabbimizin onda tecelli eden yönlendirmelerini almak için fikir hayatımızda da ona yönelmeliyiz. Fakat insan pasif bir konumda, robot gibi kalırsa bu beslenmeyi yapamaz. Öte yandan Kur’ân, realiteden uzak kalmamızı istemez; bilakis gerçek hayatın içinde yaşamaya, onunla alışveriş içinde olmaya hatta ona katkıda bulunmaya çağırır. İşte insan çağının bir tanığı olarak Kur’ân’a yönelirken tarihî tecrübesini, kendi ihtiyaçlarını, sorunlarını Kur’ân’a arz edip bu konularda onu konuşturmaya çalışmalıdır. Daha doğrusu hâlini Kur’ân-ı Kerim’e arz ederek, edep ve nezaketle “Lütfen elimden tutar mısın?” tavrıyla ona yaklaşmalıdır. Onun nadide eşya ve mallarla dolu piyasasında ihtiyaç duyduğu şeyleri bulur bulmaz dört elle sarılıp hırz-ı can ederek kendine mal etmeye çalışmalıdır. Ne var ki Kur’ân’la diyalogunun tamamlanması için, kendisinin de ona cevap vermesi gerekir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün Ashabdan namaz kılan bir cemaatin yanlarına geldiğinde onların yüksek sesle Kur’ân okuduklarını görünce şöyle buyurdu: “Namaz kılan, Yüce Rabbi ile münacat durumundadır. Dolayısıyla O’na nasıl münacatta bulunduğunu düşünmelidir. Birbirinize karşı Kur’ân'ı yüksek sesle okumayınız.” (Müsned, 2/36, 67; Muvatta, Nida 329) Demek ki Kur’ân-ı Kerim okuyan, insan olarak ulaşılabilecek en yüksek makama, yani Rab Teala ile özel sohbet makamına çıkmaktadır. Mesela bu sohbet esnasında Kur’ân’ın: “Nasıl, ihtiyacını bulabildin mi?”, “Aldıklarından istifade ediyor musun?”, “Görevlerini yapıyor musun, en kapsamlı şekliyle ibadeti gerçekleştiriyor musun?”, “Dürüst, erdemli hayat sürdürüyor musun? “Çevrenle ilişkilerin nasıl?” gibi sorularına cevap vermemiz gerekir. Böylece sadece Kur’ân’ı konuşturma şeklinde tek yönlü bir yol değil, gidiş-geliş çift yönlü yol olarak işleyen bir diyalog sürdürmelidir. İnsan bu bilinçle Kur’ân’ı konuşturmayı bilmezse, sathî bakışla onun bütün mânâlarını anladığını, onda bilmediği bir yer kalmadığını, onu tükettiğini sanır. Tefsir tekrarlardan ibaret kalır; biteviye, donuk, bayat hale gelir. Oysa Kur’ân tükenmek bilmez lütuflarla doludur.
Peygamber Efendimiz'in buyurduğu gibi “ وَلَا يَخْلَقُ عَلَى كَثْرَةِ الرَّدِّ وَلَا تَنْقَضِي عَجَائِبُه - Tekrar tekrar okunması, onu aşındırmaz. Onun bedi (orijinal) mânâları tükenmez.” (Tirmizî, Sevâbü’l-Kur’ân 14) Fakat bu lütfu sağmak için, ihtiyacını bilerek edeple ona yaklaşmak gerekir.
İşte Hz. Ali (r.a.), Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), kendilerine bıraktığı en kıymetli mirasın “مَا أَعْلَمُهُ إِلَّا فَهْمًا يُعْطِيهِ اللّٰهُ رَجُلًا فِي الْقُرْآنِ - bireysel Kur’ân anlayışı” (Buharî, Cihad 171; Tirmizî, Diyât 16; Dârimî, Diyât 5) olduğunu söylerken, bu yaklaşımı kastetmişti. Hatırlatmakta yarar var ki, bu diyalog, kişinin kendisinin veya çevresinin, önceden peşin olarak belirlediği bir cevabı almak için yapılmamalıdır. İnsan asla kendisinin veya diğer insanların Allah’tan daha iyi bildiği zımnî iddiasını taşımamalıdır. O, Allah’ın kurduğu bu muazzam kâinat sisteminin milyonlarca unsurundan sadece biri iken, O’nun sınırlı, fâni bir yaratığı iken, nasıl olur da Allah’tan daha isabetli, daha yerinde hüküm vereceğini düşünebilir?
Bu makalemizde önerdiğimiz yaklaşım tarzı, daha önceki Kur’ân anlayışlarını mahkum etmez, onların değersiz olduğu iddiasını taşımaz. Kur’ân değişmeksizin her asra, her seviyeye farklı ışınlar gönderir. Kristal bir avizenin ışık kaynağı ampul değişmediği halde, onun çevresinde farklı yerlerde oturanların farklı ışınlar ve renkler aldıkları gibi, bizler de bulunduğumuz konumlara göre Kur’ân’a yönelişimizden başka başka ışınlar ve renkler alabiliriz. Demek ki klasik anlayışları dışlamak, “Kur’ân iyi anlaşılmamıştı, asıl bizim bu anlayışımız tutarlıdır.” demek, haddini aşmaktır. Oysa şartlarına uyan yeni anlayışımız, bu asırlık çınarın gövdesine eklenen yeni bir halka olmaktadır. Gittikçe eklenen bu halkalarla, gövde daha da genişlemekte, ağaç daha fazla güçlenmektedir. Bu bilinçle hareket edilmezse, yapılan iş, içi doldurulamayan bir “Kur’ân İslâm’ı” iddiasından öteye geçemez. Unutmamak gerekir ki Kur’ân’ın “muhkemat” denilen değişmez, kesin gerçeklerinin yanında farklı anlayışlara imkân veren esnek hükümlerinin ve “müteşabih”lerinin bulunduğu da bir gerçektir ve bu, aynı zamanda onun, Allah Teâlâ’nın sözü olmasının bir delili sayılmalıdır.
İşin sonu nereye varır? Bunu bilmek benim görevim değildir. Bana düşen, yapabileceğimi yapmaktır. Her şeyden önce, benim bir şey olmam, bir varlık göstermem gerekir. Zira netice beklemek için, ortaya bir sebep, bir vesile koymak icab eder.
Hülasa, günlük emir alma şuuru içinde, her gün Kur’ân’dan bir parça okumalı. Başlamak için Eûzü çekerken, “Ya Rabbi, beni Sen’den uzaklaştıran her türlü etkiden kurtar, Sana sığınıyorum!” anlamı mutlaka hatırlanmalıdır. (Şeytan: Allah’ın rahmetinden kendisi uzak düştüğü gibi, insanları da O’ndan uzaklaştırmak için türlü tuzaklar kuran, mânâsına gelir). Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve selem) az önce naklettiğimiz hadisinde buyurduğu gibi Kur’ân okuyan kişi, Rabbi ile münacat ettiğini, özel randevu ile O’nunla baş başa kaldığını, böylece çok müstesna bir konumda olduğunu bilmelidir. Kur’ân’ı, adeta Hz. Peygamber aleyhisselamdan dinliyorcasına okumalı, hatta Sözü asıl Sahibi Hz. Allah’tan işitiyorcasına dinleyip, esas muhatabın yalnız kendisi olduğu, yeryüzünde başka dinleyen kalmasa dahi bu beyanın kendisine Rabbinden gelen mektup olduğu şuuruyla okumalıdır. “Sen’in beyanından Sen’i anlamamı nasib et!” diye O’na yönelmelidir.
Prof. Dr.Suat Yıldırım