Kur’an ile Hayata Dönmek
İslam, insanı ‘ölüm’e değil, ‘hayat’a davet ederken, bir taraftan “bu hayatın hangimizin amel ve davranışlarının daha güzel olduğunun açığa çıkması için kurgulanmış olan” (Bkz. Mülk, 2) bir zaman dilimi olduğunu kabul etmekte, diğer taraftan ölümle kayıtlanmış bu hayatı sonsuz bir hayat düşüncesine bağlayarak insan ruhunu, arzuladığı ebedilik fikrine alıştırmaktadır. Bu doğrultuda “Ey iman edenler! Allah ve Rasulü sizleri, size hayat verecek olan şeylere çağırdığında onların bu çağrısına karşılık verin ve Allah’ın (her an) kişi ile kalbi arasına girdiğini ve (bir gün) onun huzurunda toplanacağınızı bilin.” (Enfâl, 24) ayeti, ölümün ve yalnızlığın karanlığından çekip aldığı insanı, döngüsünü Allah’a ricat üzerine kurmuş olan bir hayat fikrine yöneltmektedir.
Bu anlayış, insan hayatını izafi ve uhrevi zamanın ahenginden doğan sermedî bir bütünlük içinde ele almaktadır. Buna bağlı olarak Kur’an, hayatı izafi ve maddi ilerleme kalıplarının çok ötesinde Allah’a dönüş fikri ile derinlemesine kuşatmakta, tarihi yazının icadına veya herhangi bir dünyevi tarih dönemecine hasretmeden, ilk insanın yaratılması çerçevesinde, metafizik boyutta cereyan eden olaylardan başlatmaktadır. Dolayısıyla raksını sonsuzluğa ayarlamış olan zaman sarkacının, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zaman olan kıyametin kopuşu (Bkz. Nahl, 77) ile hareketini sonlandırdığı söylenemez. Bilakis zaman, bu sıfırlanma noktasından sonra da uhrevi hayatın ebedi akışı içinde devinimini sürdürecektir. Kendilerine böylesi geniş bir zaman algısı bahşedilmiş olan Müslümanların, sağlıklı bir tarih bilinci oluşturamamış olmaları ve dünyada meydana gelen her türlü bilimsel, teknolojik, ekonomik ve sosyal yenilik karşısında, sıkça bu zamana ait olmadıkları vehmine kapılarak, “zamanın her geçen gün kötüye gittiği” düşüncesini terennüm ediyor olmaları tahlile muhtaç bir konudur.
Acaba, kıyametin ve kıyamete yakın yaşanacağı söylenen birtakım kötü olayların dehşetine kapılarak, ahiret hayatının enginliği, sonsuz güzellikteki cennet nimetleri ve Rabbin cemaliyle örülü baki bir hayatı, -tıpkı mahviyetin anahtarı olan inbisat duygusunu korku ve ümit girdabına kaptırmış olmamız gibi-, korku, dehşet ve hayal kırıklıklarıyla perdeledik mi?
Acaba, diyalektik felsefenin “tekâmülün, ancak zamanın ilerleyişine bağlı olduğu” tezini tahrif etmek suretiyle, “fesadın ancak zamanın ilerleyişine bağlı olduğu” kurgusu üzerine inşa ettiğimiz ve aslında Kur’an ile uyuşmayan bu çizgisel tarih anlayışıyla, her geçen günün kara yazgımızın dayattığı felaketlere bizi nasıl sürüklediğini eli kolu bağlı seyredişimiz bundan mı? Hayata karşı karamsarlığımızdan kaynaklanan makûs talihimizin bizi götürdüğü kaçınılmaz son karşısında hep böyle gözyaşı dökmekle mi yetineceğiz?
Karabasan gibi üzerimize çöken endişelerimizi, İslam’ın saf suretine dönülmesi söylemi ile bir terkibe dönüştürmeye çalışanlarımız, -ilerlemenin göreceli yanı bir tarafa- geri kalmışlığı, insaf ve izan damarını çatlatırcasına, bazen sırf demagojik bir tortu olarak gözümüze ilişen geleneğe yakıştıranlarımız çoktur. Daha gözü kara olanlarımızdan bunu İslam’ın iç dinamiğine bağlayanlar ve nihayet bitip tükenmek bilmeyen komplo teorileriyle hayal gücünü zorlayanları saymıyoruz bile… Bütün bunlar bu konuda sadece gözyaşı dökmekle yetinmediğimizin bir ifadesi olsa da, yine de tablo çoğu defa kültürel bir patinaj görüntüsünün pek ötesine gitmemektedir.
Bereket versin, İslam retoriğinin, daima apriori değeri taşıyan bazı temel ilkelere sahip olduğunu, bu retoriğin referans çerçevesini vahye dayalı bilginin oluşturduğunu ve vahyi yorumlamak için bir usulün (metodoloji) gerekli olduğunu pek az kişi reddetmektedir. Üstelik bu sağlam doku, yeni olanın, İslam’da dinî otorite ve ruhban sınıfının kucağına itilme ihtimalini ortadan kaldıran “İslam’da ruhbanlık yoktur” ilkesini düşüncelerimizin harcına katmaktadır. Batı’daki, kilise-otorite, kilise-özel hayat çekişmelerinden çok farklı şekilde, vahyin aydınlığında, bireyi her türlü güdüm ve düşünce ipoteğinden kurtaran bir mahiyet arz eden İslam düşüncesi, bize yeni olan karşısında serbestlik duygusu vermektedir. İslam tarihinde yer yer görülen farklı güdüm unsurlarının varlığının ise dinin yapısal örgütlenmesinden çok, politik şartların ve kültürün şekillendirdiği bir şey olduğunu kolayca fark edebilmekteyiz.
Yenilenme o kadar kaçınılmazdır ki, “kültürün kendisinden daha fazlasını ve daha eksiğini ifade etmeyen çevre, sürekli yeniden üretilmek, korunmak ve işletilmek istemektedir. Bu en genel anlamda yeni bir yaşam standardı kavramıyla nitelenebilecek ve topluluğun kültür düzeyine, çevresine ve grubun yeteneğine bağlı olan bir şey üretmek anlamına gelir.” (Bronislaw Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, İst., 1992, s. 66)
Dünyada her alanda hızlı bir şekilde değişimin yaşanması, gelenek ve yenilik ekseninde farklı konumlar edinmiş olan bütün söylemlerin hiç tereddütsüz kabul ettiği bir şeydir. Fakat söz konusu değişimin tahlili noktasında moderniteye karşı, sözünü ettiğimiz tarih anlayışından kaynaklanan farklı duruşlarımız olmaktadır. Bazılarımız, Batı’nın paradigmatik ve maddi alandaki ilerlemesinin, İslamî düşüncenin yeniden ele alınmasını zorunlu hâle getirmediğini ve reform, ıslah, tecdid, bid’at gibi bir yığın kelime karmaşasının arasında yenilenme fikrinin, gayrı makul olduğu kadar, hoş olmayan bir tarafı da olduğunu söylemektedir. Bazılarımız ise Batı ve Doğu arasındaki gelişmişlik açığının sadece Batı medeniyetinin maddi taraflarının İslam dünyasına aktarılmasıyla ortadan kalkmayacağını ve bunun teknik, idari, hukuki vs. müdahalelerle kapatılacak bir boşluk olmanın çok ötesinde epistemolojik ve etik bir sorun olduğunu söylemektedirler. Bu bağlamda “Batı’nın maddeten gelişmişliğine rağmen, Doğu’nun manevi olarak ileri olduğunu söylemek ‘koca bir yalandır.’ İslam toplumlarının ana sorunu, sadece maddi az gelişmişlik değil, daha çok ahlaki azgelişmişliktir.” (Fazlurrahman, Islamic Modernism, IJMES, c.I, s. 327-330; nakleden: Adil Çiftçi, Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, Ankara, 2000, s. 95) diyenler de vardır.
Bu noktada Batı medeniyetindeki din eksenli yenilenme hareketlerinin kilise ile ortaya çıkan sosyal bir mücadele sonucu olduğu gerçeği karşısında, ruhban sınıfına sahip olmayan İslam düşüncesinin, antropolojik bir montajla kendisine adapte edilmek istenen üstünkörü yaklaşım ve fikirlerle zaman zaman doku uyuşmazlığı yaşadığı da bir gerçektir. Bu çerçevede İslam medeniyetinde Luther-vari şekilde Protestan düşüncelerle farklı yorum enstrümanlarının geliştirilmesinin yapısal olarak zor olduğu aşikârdır.
Her şeyin hızla değişmesi, zihin dünyamızdaki karışıklıkla buluştuğunda ortaya kimlik buhranı adında başka bir problem çıkmaktadır. Söz konusu kimlik buhranından sıyrılmak için İslam’ın erken döneminin idealize edilerek, zamanın adeta dondurulmasından, İslami bir antropoloji kurmak gibi modern bilgiyi İslamileştirme çabalarına kadar uzanan farklı yaklaşımlar ortaya konulmaktadır. Bütün bu yaklaşımlar, kültür, bilgi ve nas (vahiy) olarak bilinen sacayağında aldıkları farklı pozisyonlara göre, farklılaşmaktadırlar. Batı dünyasında fiilî gelişmenin modern bilgi ve kültüre dayalı olduğu dikkate alınırsa duruşlar ne olursa olsun İslam düşüncesinin karakteristik yanını belirleyen şeyin vahiy ve bilgi olduğu söylenebilir.
Bir nazariyeye göre, dinî bilgi ile dinî olmayan bilgi arasında sürekli şekilde diyalektik bir alış veriş yaşanmaktadır. Dinî olmayan bilgide meydana gelen her türlü daralma ve genişleme bizatihi dinî anlayışımızın daralma ve genişlemeye maruz kalması anlamına gelmektedir. (Muhammed Rıza, el-Fikru’l-İslamî, Beyrut, 2000, s 303) Gerçek bilimsel duruş hiçbir zaman dine karşıt ya da alternatif bir şey olamaz. “Çünkü bilimsel duruş, olayların nedeni sorusunu bırakıp nasılını anlamaya çalışmaktadır. Bilim insan yaşamının anlamını bilim adına açıkladığını iddia ettiği andan itibaren bilimsel duruşun dışına taşar ve bilimciliğin içinde gölgelenir. (Alain Supiot, Homo Juridicus: Hukukun Antropolojik İşlevi Üzerine Bir Deneme, Ankara, 2008, s. 32)
Dünyanın bazı bölgelerindeki oluşumlar yukarıdaki nazariyenin haklılık payı taşıdığını göstermektedir. Özellikle 11 Eylül olayları sonrasında, New York Ticaret Merkezi’nin İkiz Kulelerinin havaya uçurulmasını ve terör olaylarını, Arapça’daki sözlüksel kullanımın imkânını bir tarafa bırakacak olursak- kelimenin içerdiği tarihsel manaya atıfla, - âdeta Manhatten Gazvesi olarak gören mutaassıp bir grubun varlığı, barış dini olan İslam’ın herkesçe yeterince anlaşılamadığını göstermektedir. Hâlbuki “tarihi, genellikle orta yolda (ılımlı bir yöntemle) mücadele eden güçler yapar, devrimler fanatiklerin desteğiyle gerçekleşse bile, tek bir sonuçla biter; bu sonuç da yönetimin ‘orta’ ya da ona yakın bir yerde duran ‘ılımlılar’ın eline geçmesidir. (Muhammed Âbid el-Câbirî, Yeniden Yapılanma, Ankara, 2001, s. 46) Kaldı ki Kur’an, “De ki: “Ey Kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve dümdüz yoldan da şaşmış bir milletin arzu ve keyiflerine uymayın.” Şeklindeki pek çok ayetle dinde aşırılığa gidilmemesini istemektedir. (Mâide, 77)
Aşırı yaklaşımlar eskiden sömürgeciliğe karşı Müslüman halkların mağduriyeti tartışılırken, günümüzde teröre karşı İslam’ın durumunu “İslamofobia” ekseninde tartışma konusu hâline getirmektedir. İnanç ve cihat arasında manipüle edilmiş bir gerilimden beslenen bu tür şiddet eğilimlerinin İslam uygarlık anlayışından kaynaklandığını söylemek mümkün görünmemektedir.
Bu kimlik krizi çerçevesinde Kur’an ile yenilenmenin gereği ortaya çıkmaktadır. Kur’an, bir uygarlığın yükselmesi (kıyam) için gerekli üç şeyden bahsetmektedir. Kur’an’ın kendi tabiriyle bunlar: ‘Mîzân’, ‘kitâb’ ve ‘hadîd’tir. (Hadid, 25)
Mizan, terazi demek olup, insanlık tarihi boyunca ‘adaleti’ ifade ede gelmiştir. Bunun toplumsal normların oluşmasını sağlayan bir metodolojiye işaret ettiği de söylenebilir. Adalet bir toplum için ilk şarttır. Kur’an ikinci olarak ‘kitap’tan bahsetmektedir. Bu, bir bakıma ruhunu ilahî bilgiden alan kültür, bilgi ve teknik olarak da yorumlanabilir. Kur’an’ın bahsettiği üçüncü kelime ‘hadid’ ise ‘demir’ demektir. Kur’an yorumcuları bu kelime hakkında çok şey söylemişlerdir. Kendi çağlarının bir gereği olarak bu kelimeyi, kılıçla yorumlayıp, ganimet, yani para olarak anlayanların yanı sıra, lafı fazla dolaştırmadan, bunun doğrudan para demek olduğunu söyleyenler de vardır. Dolayısıyla Kur’an, hayatın içinden bir kitap olarak, toplumun ayakta kalabilmesi için adalet, kitap ve ekonomik gücü beraberce gerekli görmektedir.
Yenilenmenin temel dinamiği olarak elimizde büyük bir cevher vardır. Bunlar Kur’an ve Peygamberin hikmetli sözleridir. Bu hikmet asırlar boyu, Biruni’lere, İbn Sina’lara, Farabi’lere ilham olmuş, istiridyedeki bir inci gibi bilgelik denizinin derinliklerinden çıkarılmayı beklemektedir. Kültürümüzün mayasında olan ise bu hikmetten başkası değildir.
Her türlü kimlik krizinin aşılmasında da yegâne çare bu engin hazinedir. İbn Mâce’nin kaydettiği bir hadiste Allah Rasulü Mina’nın yamacında ayağa kalkarak şöyle demiştir: “Allah, benim sözümü işitip de (başkalarına) bildirenin yüzünü ağartsın. (Sözlerimin başkalarına aktarılmasının faydası şudur:) (Sözlerimdeki) bir bilgiyi aktaran niceleri o bilgiyi kendisi kavrayamamış olup, (aktardığı kişi bunu kavrayacak) olabilir veya (sözlerimdeki) bir bilgiyi taşıyan niceleri kendisinden daha bilgili bir kişiye bunu aktararak (sözün daha iyi anlaşılmasını sağlayabilirler.) Üç nitelik vardır ki, bu üç özelliğe sahip inançlı bir insan, hainliği aklından bile geçirmez. Bu nitelikler: ’Sorumluluğu yerine getirip karşılığını Allah’tan beklemek’, ’Müslüman idarecilere samimiyetle bağlılık’ ve ’toplum hâlinde yaşama kararlılığında olmaktır.’ Çünkü insanların birlikte ürettikleri toplumsal değerler, arkalarında sağlam bir birikim oluşturur.” (İbn Mâce, Menâsik, 76)
“Toplumsal hayatta, amel düsturu olabilecek sünnet iki çeşittir. Birincisi nebevî sünnettir. Bu sünnet Kur’an-ı Kerim’in delaleti ve Şâri-i Hakîm’in sözüyle ve ameliyle sabittir. İkincisi sünnet-i vaz’iyyedir. İlim ehlinin bilgisi ve hayat tecrübesiyle vazedilmiştir. Bu sünnet önceki sünnet gibi dinin bir parçası ve rüknüdür. Allah Rasulü bunu anlatmak üzere bir hadislerinde şöyle buyurmuştur.” (Carullah, a.g.e., s. 20, 21)
“Kim İslam’da yeni bir güzel sünnet ihdas ederse, ona kendi ecri ve kendinden sonra onunla amel eden diğerlerinin ecri de verilir. Ve kim İslam’da kötü bir sünnet ihdas ederse ona kendi cezası ile beraber, onunla amel edenlerin cezaları da verilir.” (Müslim, Zekât, 69)
Kolektif hafıza olgusal bir birikim olmayıp, tarihsel bir birikimdir. Her asrın kültürünü ve anlayışını yansıtan gelenek, tarihsel bir ürün olarak, işlenmeye muhtaçtır. Bizlerin tasavvuru nasıl ki, çağımızın ve kültürel seviyemizin bir göstergesi ise geçmişin mirası da kendi çağlarının bulundukları, ilmî ve kültürel seviyenin bir göstergesidir.
Şu kadar var ki, her büyük ilerleme geçmişin deneyimine ve birikimine dayanarak, bilginin kesintisiz bir zincirin halkaları gibi devam ettiğini kabul etmek suretiyle gerçekleşebilmektedir.
Zira kır çiçekleri ve pıtrakların ömrü kısadır. Fakat çınarlar birer anıt gibi her daim dimdik ayaktadırlar. Sünnetin kökünü teşkil ettiği ve dalları vahye uzanan büyük kültür ağacımızı, Kur’an’da bahsi geçen bilgi ağacı bilmek ve bu ağaca, çağın idrakiyle hayat suyu vermek boynumuzun borcudur.