Kur’an Bize Ne Kadar Kılavuz Olabiliyor?
Kur’an, insanlığın sorması muhtemel sorulara verilmiş cevaplar toplamıdır.
İslam Nedir?
Dünya Müslümanları olarak uzun zamandır, arka arkaya çok sıkıntılı dönemler yaşadığımız herkesin malumudur. Yaşadığımız sıkıntıları aşabilmemiz için ilk yapmamız gereken şey, doğru bir İslam tarifinde karar kılmamızdır. ‘İslam nedir?’ sorusunu Allah’a yani vahye/Kur’an’a sorarak, aldığımız cevapla yetinmeliyiz. Zaten ‘Kur’an, insanlığın sorması muhtemel sorulara verilmiş cevaplar toplamıdır.’ denilse doğru söylenmiş olur. Çünkü insanlık bazı sorularını ancak Allah’a sorarsa doğru bir cevap alabilmek imkânına sahiptir.
İslam, tüm insanlığın dini olduğu için evrenseldir; bu sebeple zemine bağlı yorumların İslam sayılması İslam’a verilen en büyük zarardır. Nüzul zamanına bağlı olan yanlarını, zamandan bağımsız olan hedeflerin önüne geçirmek İslam’a verilen en büyük zarardır. İslam’ı bir zamanın yorumları içinde dondurarak, sonraki insanların akıllarını ve tefekkürlerini işlevsiz kılmaya çalışmak, İslam’a ve Müslümanlara verilen en büyük zarardır. İslam’ı farklı kültürlerle yoğurarak, hepsi birbirinden farklı yüzlerce görüşle harmanlayarak bu karışımlara İslam demek, İslam’a verilen en büyük zarardır. Geçmişten getirilen veya kalan bazı şeyleri kutsayarak tartışılamaz kılmak, ‘lâ yüs’el’ insanlar ve kitaplar olduğuna inanmak ve bu görüşü insanlara İslam adına dayatmak, İslam’a verilen en büyük zarardır. Hâlbuki insan ve eserleri la yüs’el olamaz. (21/Enbiya:23)
Müslüman Kimdir?
Müslümanlar olarak yaşadığımız sıkıntıları aşabilmemiz için ikinci olarak yapmamız gereken şey, ‘Ben kimim?’, ‘Benim adım nedir?’, ’Ben nasıl olmalıyım?’ sorusunu, tek doğru yere yani tüm insanları yaratan ve onlara din olarak İslam’ı indiren Allah’a yani vahye/Kur’an’a sorarak, aldığımız cevapla yetinmeliyiz. (5/Maide:3)
Bu soruyu soracağımız bilinerek verilen “ Allah, hem daha önce hem de bu Kitap’ta size Müslümanlar adını verdi.’ (22/Hacc:78) cevabı bize yetmeli ve hatta esasında kendimizi bu isme uygun hale getirmek için bir ömür çabalamamız gerektiği bilinmelidir. Çünkü bu ismi almak kolay, bu isimle kalmak ve yaşamak hiç de kolay değildir. Şirkin ve insan şeytanlarının her modelinin bulunduğu bir zaman diliminde, -Müslüman olabilmekten çok- Müslüman kalabilmek gerçekten ‘avuç içinde kor ateş tutmak’ gibi yakan bir durum olabilmektedir. Kalmaya çalışanların yaşadığı gibi…
Hiç şüphesiz ki İslam’ın oluşturmaya çalıştığı şahsiyetin tek adı ‘Müslüman’dır. İslam, o şahsiyet eliyle geriye kalan hedeflerini gerçekleştirmek ister. Şahsiyet oluşturmayı ihmal ederek, hedeflere yönelmek, ekmeden biçmeye çalışmak gibi bir şeydir. Bu hususta da her insan, ilk olarak kendi şahsiyetini Kur’an’a göre biçimlendirmekle mükelleftir.
Kur’an Bunları Söylüyor mu?
Ülkemizde, Müslüman olduğunu söyleyenlerin hayatlarından, İslam telakkilerinin yansıması olan farklı kesitleri, kısa film görüntüleri şeklinde gözler önüne sermeye çalışalım. Sonra düşünelim, araştıralım: Allah/İslam/Kur’an/Hz. Peygamber’in aldığı vahiy, bu vahyin hayata uygulanışı olan sünnet bize bunları söylüyor mu? Tüm bunların mesnetleri nelerdir?
Şöyle bir yöntemle bu yazıyı başlatalım: Eğer ben bir gayrimüslim olsam, içinde bulunduğum toplumun sapkınlıklarını ve şirkini fark ederek, dünyadaki dinleri (yaşam tarzlarını oluşturan değerleri) incelerken sıra İslam’ı incelemek üzere Türkiye Müslümanlarının yaşam tarzlarını incelemeye gelse… Bu süreçte aşağıda yazacaklarımı görsem, insanlığın ilk andan beri Allah katındaki makbul tek dini olduğu söylenen bu din mensuplarının, din adına ortaya koyduğu bu sahneler hakkında acaba ne düşünürdüm?
· Sahne: Yer İzmir, Konak civarındaki bir camide kadınlar namaz kılıyor. Bir hanım geldi, o da namaza duracak, kıyafeti ayaklarına kadar uzun, buna rağmen bir etek aldı, bel kısmını dizlerine kadar indirerek eteğin ayakları üstünde yığılmasını sağladı. Orada birisi ona bakınca: - Ayakların görünmemesi lazım, dedi. – Ayaklar tesettür bölgesi değildir, dedi bakan. – Bizim oradaki hocalarımız öyle diyorlar, biz de öyle yapıyoruz, diğer vakitte görünse bile, namazda ayaklarımızı örtüyoruz. – Peygamber ve sahabe, bazen ayakkabılarıyla, ayakkabıları yoksa bazen de çıplak ayaklarıyla dururlardı namaza. Peygamber döneminde çorap fabrikası mı vardı? – Hocalarımız öyle diyorlar ama. – Peygamber ve sahabe öyle yapmamış ama…
· Sahne: Yer Nevşehir. Okuduğu tıp fakültesini, üniversitede öğrendiği İslam telakkisi sonucu, haremlik-selamlık uygulanmıyor, diyerek terk eden öksüz genç kızın, kendi şehrine, üvey annesinin ve babasının yanına döndüğünde ziyarete gittiği bir ev. Ev, birkaç yıllık evli iki gence aittir. Evde bir odada iki kanepe, diğerinde bir yatak, bir diğerinde iki somya vardır. Okulu bırakan genç kız, bu küçük evin her yerini gördükten sonra giderken evin sahibesine şöyle dedi: - Ben senin evini, yalnızca yastık minderle döşelidir, diye düşünmüştüm. Aynı kız öğrenci dışarı çıkınca eşarbı üzerine yeniden örttüğü bir örtüyle, sağ gözünü de örterek gitmiş. Çünkü ‘Sağ göz ziynettir, kapatılmalıdır.’ denildiğine inanıyormuş ve görmek için yalnızca sol gözünü kullanıyormuş.
· Sahne: Yer Konya. Farklı yerlerde defalar kere bir arada bulunan iki ailenin fertleri, bir vesileyle birisinin evinde bir araya geldiler. İçeri girince, misafir gelen hanım, hemen telaşla: - Ayrı otursak, biz ayrı oturmak isteriz. Eşim kadınlarla konuşmaz, selamlaşmaz. – Niye, senin eşin doktor, bu nasıl mümkün olur? – Eşim muhatap olmaz. – Niye? – Takvasından. - Hastanede? – Ancak o zaman. – Yahu orada helal olan burada haram mı, dedi fakat gelenlerin kadınları mutfağa doluştu, erkekler de evin salonuna, çünkü başka oturulabilecek yer yoktu.
· Sahne: Yer Kayseri. Bir kısmı ülkenin farklı yerlerindeki fakültelerden mezun olan, bir kısmı okuyan, hepsi birbirinin arkadaşı, ondan fazla yeni evli hanım ve genç kız bir evde oturmaktadırlar. Bir konuyu hararetle tartışmaktadırlar. Tartışılan konu, beyaz eşya kullanıp kullanmamaktır. Bu kullanımın kişiyi tüketim kültürüne mahkûm edip etmediğiydi, dahası kişinin takvasına engel olup olmadığıydı. Bir taraftan biri herkesin sözünü sık sık şöyle kesiyordu: - Ayşe annemiz çamaşırı neyle yıkadı, çamaşır makinesi mi vardı? – Fatma annemiz çamaşırı neyle yıkadı? Aralarından sakince duran biri söze girdi: -Ayşe annemizin kaç kat çamaşırı vardı, diye düşünmek kimsenin aklına gelmiyor nedense. Neden beyaz eşyanın diğerlerine bu kadar takılmıyorsunuz da yalnızca çamaşır makinesine bu kadar takılıyorsunuz? Diğerlerine neden bir şey demiyorsunuz? Şehir hayatında yetiştiğiniz için olabilir mi? ( Bu topluluktan bazılarını bu anlamda etkileyen kişi buzdolabına da karşıydı ancak ocağa hiçbir şey diyemiyordu. Şimdi hepsinin evinde, o günlerde itiraz ettikleri her şey var. )
· Sahne: Yer Ankara. Zil çalınca okulun merdivenlerinden çıkan bayan hocalardan başörtülü olan birkaç tanesi yan yana geldi. Bir tanesi okullarının çoğunu dışarıdan okumuş, açık öğretimle devam etmiş ve bir şekilde öğretmen de olmuştu. Heyecanla insan hayatında sünnetin önemi üzerinde duruyordu. – Ben misvak kullanıyorum, evde de misvak özlü diş macunu bulunduruyorum. Misvak ağacı kullanmak sünnet ya, dedi. Yanındaki: - Misvak, fırçalamak demek, bizim misvak olarak bildiğimiz şey de arak isimli bir ağacın kökleriymiş. Yani misvak ağacı diye bir ağaç yokmuş. – Yani misvak sünnet değil mi? –Sünnet olan diş ve ağız temizliği…
· Sahne: Yer Aksaray. Bir hanım, bir topluluk içinde İslam’a ait bazı hususlardan söz ediyor ve çevresindekiler can kulağıyla dinliyor. Orada bulunan bir hanım sözünü kesip soruyor: - Hangi tarikattansın? - Hiçbir tarikata mensup değilim. – Yok canım, hem bu kadar dindar ol hem de… söylemek istemiyorsun galiba. – Yalnızca Müslüman’ım ve iyi bir Müslüman olmaya çalışıyorum, hepsi bu kadar. – Yok yok, var bir şey –Gerçekten ben Allah’ın Müslüman dediği bir kişi olmaya çalışıyorum. – Olur mu canım, inanmıyorum, niye gizliyorsun, söylesene…
· Sahne: Yer Sivas. Bir matematik öğretmeni eşiyle umreye gitmişti, orada ilk kez Cuma namazı kılmış, cenaze namazı kılmış, döndüğünde şunları söylüyordu: – Beytullah’a gelene kadar ben kendimi iyi, özgür, eşit hissetmedim. Din adına bana sürekli ‘şunları yapma, şunları etme’ şeklinde hep dikte eden erkeksi ağızlardan yasaklar olarak öğretildi. Kendimi hep bir gerilim hattında, bir cenderede hissettim. Çok bunaldığım oldu, Allah’ın emri sanarak bir sürü kişinin zannına uymuşum yıllarca! Yaşadıklarımın Allah’ın emri olmadığını öğrendiğimde, kendim başta olmak üzere herkese öfkelendim. Fakat ortada sorumlu yoktu ve hâlâ aynı teraneleri aşkla tekrarlayan çok kimse vardı. Ben şu anda 55 yaşındayım. Yeni baştan İslam’ı öğrenmeye başlayacağım.
· Sahne: Yer Karaman. Bir süredir evin genç kızları, sofrayı değiştirmeye çalışıyorlardı. Hangi yemek olursa olsun, çatal-kaşık koymuyorlardı. Yer sofrasında ve elle yemek için çaba içindelerdi. O gün çorba yapılmıştı ve sofra kuruldu. Sofrada yine kaşık yoktu. Ekmeği banarak yemeye çalıştılar. (Bu inandırıcı gelmeyebilir, ben misafir olarak oradaydım. İnsan bir şeyi sünnet bilirse ve ‘Benim sünnetime uymayan benden değildir.’ emrini işitirse o şeyi yapmak için çabalıyor. Bunun hayatımız içinde çok örneği var.)
· Sahne: Yer Edirne. ‘Müslüman’ca bir hayat yaşamak istiyoruz.’ diyerek evlenmiş, yeni evli, üniversite mezunu iki genç, kendilerini davet eden yakın bir akrabaya yemeğe gidiyorlar. Gittikleri yerin hanımı dini konularda bilgili ve insanların akıl danıştıkları birisiydi. Genç adam heyecanla aralarındaki görüş farklılıklarını anlatarak sordu: Öyle değil mi abla, kadın, kocasından izinsiz evinden çıkamaz, koca izin vermezse, ana-babasına bile gidemez, öyle değil mi?
· Sahne: Yer Nevşehir. Yaşı otuz dört olan kadın, daha düzgün yaşama kararıyla bazı yerlere gitmeye başlamıştı. Orada ona, siyah bir çarşaf giymesi gerektiğini telkin etmişler, o da giymişti. Kızını da şehirdeki imam-hatip lisesine göndermişti. Ev, okula yakın olduğu için kızı, bazen arkadaşlarıyla geliyordu. Kızlar, evin avlusunda bu kadını şöyle görüyorlardı. Çarşafıyla odun kıran kadın, çarşafıyla balkona çamaşır asan kadın, dışarıda çocuk düşünce önce çarşafını giyip sonra çocuğun yanına giden kadın... İmam hatipli kızlar, bu kadının takvasına hayranlık duydular. (Fakat bu takva altı ay sürdü.)
· Sahne: Yer Niğde. Bir eve ilk olarak gelen birkaç kadın, abdest alıp namaz kılmak istediler. Abdest aldıktan sonra, kendilerine serilen seccadelere duran kadınlara bir tanesi uymadı. Bu kadın: -Yatak odası şurası mı, dedi. – Evet, cevabını alınca, hızla oraya gitti ve hemen namaza durdu. Namaz sonrasında gereken bilgiyi verdi: - Evin yatak odasında kılınan namaz, salonunda kılınan namazdan daha faziletliymiş. – Ne kadar faziletliymiş, dedi ev sahibi gülerek. – Bilmiyorum, öyle diyorlar. – Kim diyor? – Bazı hocalar? – Hiç düşündün mü, peygamberimizin veya sahabenin öyle bir sürü odaları, salonları mı vardı da bunlar arasından tercih yapıyorlardı. Hepsi birer odada yaşıyorlardı zaten. – Öyle mi, tek oda da mı? – Evet, büyük çoğunluk tek odada…
· Sahne: Yer Kırşehir. 28 Şubat dönemindeki başörtüsü yasağı sebebiyle birincilikle bitirdiği imam-hatip lisesinden sonra sınava girmeyen ve arzu ettiği okulu okuyamayan bir genç kız, pek çok kişinin ‘Çok efendi bir delikanlıdır.’ diyerek hakkında iyi şehadette bulunduğu bir gençle evlenmişti. Sonra anlaşıldı ki efendiliği sessizlikten ibaret bir durummuş. İki çocuk dünyaya geldi ve bu yıllarda bu evde sorun hiç eksik olmadı. Evlilik görüşmelerinde kız hafız olmak, yapabilirse Kur’an Kursu hocası olmak isteğini dile getirmiş ve bu hususta söz istemişti. İstediği söz verilmiş fakat şimdi tutulmuyordu. Bu kızın arkadaşları da tıpkı bunun gibi birkaç çocuklu olarak açık ilahiyat okumuşlar bazıları dikey geçişle dört yıla tamamlamış ve öğretmen olarak atanmışlardı. O da benzer şeyler arzu ediyordu. Kur’an Kursu hocalığı için başvuru vardı, sınav yapılacaktı. Evde gündeme geldi ve erkek öfkeyle şöyle haykırıp kapıyı çarpıp gitti: - Eğer başvurursan benden boşsun. Genç kadın, kocasının bu tehdidi sebebiyle ilgili kurumun kapısına kadar gitti, orada iki saat oturduktan sonra başvuru yapmadan döndü geldi.
· Sahne: Yer Yozgat. Ayşe Hanım oğlunu evermişti ve hep birlikte oturacaklardı. Gelin de bu anlamda gereken hassasiyete sahipti. Bir gün oğlu eve geldiğinde, eşine şu talimatı verdi: - Bir daha balkonda oturmayacaksın. - Niye? - İşte öyle istiyorum. O günden sonra, gelin ve kayınvalide birlikte oturacakları zaman, kayınvalide balkonda, gelin kapının iç tarafında perde gerisinde oturmaya başladılar. Daha kırk yaşında genç bir kadın olan annesine nedense gerekmeyen bu yasak, yirmi iki yaşındaki eşine gerekiyordu.
· Sahne: Yer Nevşehir’in ilçesi Hacıbektaş. Hacı Mustafa Efendi’nin torununun sünnet merasimi yapılıyordu. Önce, çocuğun sünneti için biraz Kur’an okutuldu. Daha sonra mevlit okutuldu. İlgililerin harçlığı verildi. Sonra kesilen kurbanla misafirlere yemekler yapıldı. Sonra bir evde bu etin meze olarak kullanıldığı rakı sofrası arzu edenler için hazırlandı. Bu arada gelen misafirler, evin önünde, sesini sonuna kadar açtıkları müzikler eşliğinde hepsi karışık olarak epeyce oynadılar. O zaman bu durumu sıradan bir olay gibi anlattığım birisi şöyle demişti: -Tüm tanrılar hoşnut edilmiş.
· Sahne: Yer Kars. Yeni nişanlı çift hararetle tartışıyorlardı. Genç delikanlı, nişanlısının sandalet giymesini istemiyordu. - Ben senin ayak parmaklarını kimsenin görmesini istemiyorum, diyordu. – Ee, haram mı ki örteyim, el, yüz, ayak müstesna değil mi? - Öyle olabilir ama ben istemiyorum. - Hava çok sıcak, kapalı ayakkabı hem kokuyor hem de parmaklarımın arasında pişik yapıyor. - Dışarıda giymeni istemiyorum, hevesin varsa evde giy.
· Sahne: Yer Ankara. Bir grup genç, yeni kitabı çıkan bir hocadan söz ediyorlardı. - Bir de hocayım, diyor. Hocaymış güya, sakal yok, bıyık yok, otoban gibi dümdüz bir surat. Kıyafet dersen sünnetle alakası yok. Aralarından biri söze karıştı: - Sevgili Efendimizle, o toplumun mesela Ebu Cehil gibi müşrikleri de aynı giyinirdi, saç-sakal açısından da aynılardı.
· Sahne: Yer Samsun. Bir şehirde bir grup kadın, bir çalışmalarında Cuma Sûresi’nin davetinin kime olduğu konusunu gündeme aldılar. Çünkü âyette, tüm müminlere, Cuma vakti geldiğinde alışı da verişi de bırakarak camiye, namaza gelme emri vardı. Hepsi yüksek tahsilli olan ve şehirdeki farklı yerlerde iş ve gelir sahibi olan kırk yaş üzeri bu kadınlar, kendi durumlarının ne olması gerektiğini bilmek istiyorlardı. Konu netleşemeyince, orada bulunan bazıları kocalarına, bazıları hocalarına telefonla ulaştılar. İl içi, il dışı ve hatta ülke dışı, bir süre devam eden görüşmelerden sonra, fikrine danışılan erkekler, buradaki emrin, yalnızca erkekleri ilgilendirdiğini, kadınların buradaki ‘İman edenler’ hitabını üzerlerine alınmaması gerektiğini söylemişlerdi. Kadınlardan birisi, Arapçada çoğul hitaplar zaten müzekker siyga ile yapılır, diyecek oldu fakat onu da susturdular. Dediler ki: - Sen bu konuları falan, falan, falan ve falan hoca efendilerden daha iyi bilecek değilsin herhalde…
· Sahne: Yer İstanbul. Genç kadınla eski arkadaşı yolda karşılaştılar. Bunlar fakülteyi beraber okumuşlar ve öğrenciyken aynı evde kalmışlardı. Bu yüzden birbirlerine çok yakınlardı. Aynı kitapları okumuşlar, aynı şeyleri merak etmişler, aynı sorgulamaları yapmışlardı. Bir süre sonra birisi okulu bırakıp daha sonra da evlenmiş, diğeri okulu bitirdikten sonra evlenmişti. Bu arada ikisi de siyah giyme kararı almışlardı. Tepeden tırnağa her şeyleri siyahtı. Ayakkabı, çorap, eşarp, peçe, çanta, eldiven… Bunlardan biri yeni umreden dönmüştü. Üzerinde, aşırı sıcaklara karşı ve rahat hareket etmek için yaptırdığı krem renkli bir kıyafet vardı. Eski ev arkadaşı onu yolda, açık renk bu kıyafetle görünce şaşkınlıkla sordu: - Sana ne oldu böyle? Sen, umreye gidince takvanı mı kaybettin? Niye böylesin? Diğeri gülümseyerek cevap verdi: - Takva denilen şeyin bizim elbise rengimizle hiçbir alakası yokmuş kardeşim. Kur’an’da, Bakara Sûresi 177. âyet, Âl-i İmran Sûresi 133, 134, 135. âyetler doğru takvanın ne olduğunu bize öğretiyor. Öbürü, beğenmeyerek acı bir tebessümle üstten bakmakla yetindi ve söylenerek yürüdü gitti.
· Sahne: Yer Nevşehir. Bu iki gencin yeni nişanları yapılmıştı. Herkes onları birbirine çok uygun buldu. İkisi ilkokuldan beri beraber okumuşlar, yükseköğrenimlerinde ayrı şehirlere gitmişlerdi. Ailelerinin evlerinin yakın oluşu, birbirlerini tanımaları alınan kararda etkili olmuştu. Bir süre sonra nikâh yapılarak aynı yere atanmaları sağlanacak daha sonra düğün yapılacaktı. Nişanda olanlar gündemden düşmeden, yeni bir haberle çalkalandı yakın ve uzak çevre: - Nişan bozuldu. – Neden? – Damadın babasının şeyhi: ‘Yol oğlumuz yol kızımızla evlensin, neden başka tarikattan bir kızla nişan yaptınız. Olmamış bu.’ demiş. Baba da şeyhine: ‘Bozalım mı, demiş. O da: - Bozun, demiş ve nişan bozulmuş.
· Sahne: Yer Konya. Şehirdeki farklı fakültelerin erkek hocalarının eşlerinin bir araya geldiği bir toplantı. Bu hocalar radyolarda, TV’lerde yaptıkları programlarla, kitaplarıyla, dergi yazılarıyla insanlığa yol gösterme iddiasındalar. Bunların en şöhretli olanlarının karısı daha tanıştıktan otuz dakika sonra tüm hayatını özetleyip şöyle dedi: - Babam, kardeşim, eşim, oğlum hep dini eğitim aldılar. Fakat ben, kızım da aynı eğitimi alıp onların taleplerine ve düşüncelerine ‘Hayır, İslam’ın böyle bir emri yok!’ dediği ana kadar kendimi hiç insan gibi hissetmedim!
Yazının girişinde sorduğum şeyi, şimdi bir daha soruyorum: Burada çoğu ancak ihsas ettirilerek anlatılan şeyleri gören İslam’ın arayıcıları ne düşünür acaba hiç merak ettiniz mi? Hiç merak ettiniz mi İslam’ı bu hale getirirken kimlerin, nasıl vebalinin altında kaldığınızı? Bu hale getirilmiş bir dini, hakikatin arayıcısı özgür ruhlu bir kişi, özellikle bir kadın, din diye kabul edebilir mi?
Şimdi ben böyle birinin değerlendirmesini paylaşıyorum: Ben hakikati arayan biri olarak tüm bunları gördükten sonra, böyle bir dinin Allah’tan olduğuna inanmaz, bu dine de girmezdim. Ya siz?
Evet, kendimize bir kez daha sormalıyız: Kur’an, İslami hayat olarak hâlâ yaşanmaya ve önerilmeye devam edilen, yukarıda örneklenenlerin neresinde acaba?
Bu anlamda Kur’an, hayatımızı kendisiyle şekillendirdiğimiz, bizim için doğru ve yanlışların kılavuzu olabilmiş mi acaba?
Selam ve dua ile.
Ayten Durmuş.