Niçin "Kur’âni Hayat"
Her işimizin başı, ortası ve sonu O’nun adıyla ve O’nun adınadır.
Hamdimiz ve senamız Allah’adır. O Allah ki, özünde merhametli, işinde merhametlidir. Sonsuz rahmetin kaynağıdır. Vahiyle insana tenezzül buyurmuş, akleden kalplerimizi onunla doyurmuştur.
Desteğimiz ve salâtımız, onun vahyini bize aldığı gibi taşıyan, o vahyi taşımakla kalmayıp model bir hayatı yaşayan, insanlık sadakası olan ve insanlığa ucunda ebedi mutluluk bulunan aydınlık bir yol bırakan, bir ömrün vahye nasıl adanacağının sembolü olan, hayatı canlı bir Kur’an olan Rasulullah’adır.
Kelamın en yüksek tecellisi vahiydir. Varlık, O konuşunca var oldu. Tarih, O konuşunca başladı. Beşere ruh, O’nun dilini anlasın diye üflendi. O ruh içinde irade, akıl ve nutk O’nun kelamı muhatabını bulsun diye verildi. Ve insan, O’nu anlasın diye var oldu.
Varlığı kelam ile başlatan, insanın serüvenini de kelam ile başlattı. Hak ve sorumluluk verdiği insana, hak ve sorumluluklarını nasıl kullanacağını vahiyle öğretti. Tarihin eksenine kelamı yerleştirdi. İnsana vahiyle yol gösterdi. Hayatı inşa etsin diye insanı dünyanın “kalfası” (halife) yaptı. Bu kalfa işini iyi yapsın diye, insanı vahyin eliyle inşa etti.
İslam Allah’ın kâinatı yönettiği sistemin adı, vahiyse ilahi bir inşa projesiydi. Hayat yol, insan yolcuydu. Yolu da yolcuyu da yaratan oydu. Yol haritasını belirlemek, yolu ve yolcuyu yaratanın hakkıydı. Tüm ilahi vahiyler, kâinat ağacının bu soylu meyvesi var ediliş amacını gerçekleştirsin diye gönderilmişti. Ve insanlığın son çevriminde ebedi rehberlik Kur’an suretinde tecelli etmişti.
Son Vahiy, bütün bunların hepsini dört cümlede özetledi:
Er-Rahmân…
Alleme’l-Kur’an
halaka’l-insan,
‘allemehu’l-beyân…
O sonsuz merhametin menbaı…
Kur’an’ı O öğretti
İnsan türünü O var etti,
ona kendini ifade etme yeteneğini O bahşetti.
Kur’an vahyi, el-Hay olandan, hayatı inşa için, hayatın ta yüreğine inmiş tarifsiz bir hayattı. Amacı insanı zulümattan nura, karanlıklardan aydınlığa, bencillikten ben idrakine, içgüdülerin esaretinden ruhun özgürlüğüne, bilinçaltının gayyasından bilincin doruğuna, nefsin köleliğinden ruhun özgürlüğüne çıkarmaktı.
Varlık ağacının bu soylu tohumunun kendini ve elinin değdiğini çürütmesine engel olmaktı. Dahası, kendi kendini aşılayarak saflaşmasını, tekamül etmesini, yücelmesini ve potansiyelinin ufuklarına doğru yol almasını sağlamaktı.
Vahyin ve insanın sahibi, bu amacın gerçekleşmesini yasalara bağlamıştı. Eğer insan bu yasalara uygun olarak hareket ederse vahiy inşa amacını gerçekleştirecek, değilse insan bu inşadan mahrum kalacaktı. Bunun da ilk şartı vahye bir özne olarak yaklaşmaktı. Zira vahiy gerçekten özneydi.
Vahiy inşa edicilik fonksiyonunu bihakkın icra edebilme yeteneğine sahip olduğunu muhatabı olan ilk nesil üzerinden isbat etti. İnşa ettiği neslin elleriyle hayatı ve dünyayı inşa etti. İnşa ettiği neslin eliyle insanlığın ender gördüğü bir iman hamlesine imza attı.
Vahiy bir şeyi daha isbat etti: Eğer bir nesil kendini Kur’an’ın inşasına teslim ederse, Allah da tarihin inşasını o neslin eline teslim ederdi.
Yani Kur’an’a nesne olan, tarihe özne olurdu.
Vahyin çırağı olan hayatın ustası olurdu.
Vahye teslim olan hayatı teslim alırdı.
Hayatının yatağını vahyin belirlemesine izin veren, zamanın yatağını elleriyle belirleme liyakati kazanırdı.
Bundan sonra isbat sırası vahyin kendilerine emanet edildiği mümin muhataplardaydı. Fakat mümin muhataplar vahiyle inşa olma konusunda her zaman aynı başarıyı sergileyemedi. Vahiyle inşa olacaklarına vahyi inşa etmeye kalktılar. Vahyin nesnesi olacaklarına vahyi nesneleştirmeye yeltendiler. Bunun sonucu çok vahim oldu. Kendileri de tarihin nesnesi oldular. Bu, vahyi nesneleştirmenin cezasından başka bir şey değildi.
Vahyi nesneleştirme süreci şu aşamalardan geçerek gerçekleşti:
Kelimelerin Rabbi kelimelerin kalbine manaları indirmişti ki akleden kalp sahipleri indirilen o manaları anlasınlar, hayatlarına koyarak üretsinler. Vahiyle inşa olanlar anlam üretmeyi sürdürdüler. Kur’an dilinin tedvini, İslami ilimlerin tedvini, rasyonel bir izahı yapılamayan muhteşem İslam fetihleri, burhan, beyan ve irfan ilim sistemlerinin inkişafı, özgün bir medeniyetin inşası, ortaya konulan devasa ilim mirası, hayatın her alanındaki diğer gelişmeler, hep üretilen bu anlamın bereketli sonuçlarıydı.
Fakat bir gün geldi anlam üretilmez oldu. Anlam üretilmeyince tüketilirdi. Biri diğerinin doğal sonucuydu. Üretilemeyen anlamdan oluşan açığı kapatmak için bu kez form yüceltilmeye başlandı. Bu sürecin sonucunda vahyin lafzı manasının, manası maksadının üzerine kapatılmış, vahiyle ilişki “yüreğinden okumak” yerine “yüzünden okumaya” indirgenmişti. Vahyin sahibi bizden vahyi tertil ile okumamızı emretmişti. Tertil ile okuma emri önce tecvid ile okumaya, daha sonra “kaf çatlatmaya” indirgendi.
Vahiy elbette tecvit ile okunmalıydı. En güzel seslerle süslenmeliydi. En güzel hatlarla yazılmalıydı. En güzel hurufatla dizilmeliydi. En güzel sayfalara basılmalıydı. En güzel ciltlerle sıvanmalıydı. Büyüt bunlar vahiy için azdı bile. Fakat vahiy bunların hiçbiri için gelmemişti. Asıl anlamak, yaşamak ve yaşatmak için gelmişti.
Bu sürecin sonunda geldiğimiz nokta tam da Kur’an Şairi Mehmet Akif’in dediği noktaydı:
Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
Bu vahim noktayı vahiy kendi ifadesiyle “mehcur bırakma” olarak adlandırmıştı. Bunun açılımı şuydu: Elde taşındığı halde bilinçte taşımama, en yüksek yerlere konulduğu halde hayata koymama, dilde olduğu halde kalbe taşımama, kendisi göz önünde olduğu halde talimatını göz ardı etme, sesi dinlendiği halde sözünü dinlememe, özetle vahye bir “ölü metin” muamelesi yapma…
Vahiy anlamın kaynağı olmaktan işte bu süreçlerden geçerek çıkarıldı. Artık o anlamanın konusu değildi. Anlamanın konusu olmayan, hayatı nasıl belirlesin? Anlaşılmayan bir hakikat yaşanır mı?
Zaten olan bitenin izahı da buydu: Vahyin hayatsız bırakılması…
Bundan zarar gören vahiy değildi. Bundan asıl zararı hayat gördü. Ve kıyamet hayat vahiysiz kalınca koptu. İnsanlık içine düştüğü şu değersizleştirme ve anlamsızlaştırma girdabından nasıl kurtulacaktı?
Soruların sorusu, sorunların sorunu budur.
İdeolojiler birer birer ölüyor. Zira ideolojilerin insanlığın yarasına merhem olamayacağı artık ayan beyan anlaşılmış bulunuyor.
Değerlerin yerini fiyatlar aldıkça insan biraz daha yok oluyor. İnsanın insanlığının kan kaybını ruhtan yoksun güvenlik tedbirleri ve giderek tek tipleşen eğitim politikaları durdurmaya yetmiyor. Entelektüel bir katliama dönüşmenin arefesinde olan modern eğitim sisteminin derde deva olamayacağı fena halde anlaşılmış durumda. Rahman’ın rahmetinden nasibini almayan bir eğitim ve öğretimin, diplomalı vahşiler yetiştiren bir cangıla dönüşmemesi için hiçbir sebep de yok.
Küresel güç merkezlerinin gücü ve güçlüyü yücelten tavırları, ezilenlerin bile güce taptığı hastalıklı bir sonuç üretiyor. Rezzak-ı âlemle rızık arasındaki bağı görmezden gelen vahşi dünyevileşme, sebep olduğu krizler zincirine “gıda krizini” de ekleyerek tüy dikmeye hazırlanıyor.
Allah’ın mahlukat ağacının soylu meyvesi için donayıp döşettiği şu dünya misafirhanesi, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar hor ve hovardaca kullanılmadı. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını şuh bir açgözlülükle tüketen “modern hayat”, hazırlamakta olduğu felaketin tellallığı yapmaktan başka hiçbir çözüm üretmiyor, üretecek gibi de görünmüyor.
Kerameti kendinden menkul bütün gelişme ve ilerleme iddialarına rağmen insanlık bugün dünden daha mutlu değil. İnsan soyunun mutluluk ortalaması bugün dünden daha yüksek değil. Bugünkü açlık dünkünden daha az değil. İnsanlığın şefkat ve merhamet debisi, dünkünden daha fazla değil. Aksine insanlığın şefkat ve merhamet damarları günden güne kuruyor, kurutuluyor. Ve adalet açığı çığ gibi büyüyor.
Bunlar ve daha sayamadığım unsurlarıyla kötü gidişatı durdurmanın “vahye dönüş”ten başkaca bir yolu bulunmuyor. Eğer insanlık insanlığını yeniden kazanacaksa, bu, fiyatlardan değerlere dönmeden asla gerçekleşmeyecektir. Değerlere dönmenin Allah’tan bağımsız bir yolu yok. Çünkü Allah demek anlam demektir. Allah’sız bir hayat anlamsız bir hayattır.
İşte vahiy, Allah’ın hayatla olan anlam bağıdır. Ve başlıkta sorduğumuz “Neden Kur’ani hayat?” sorusunun cevabı da budur.
İnsanlık akleden kalbe dönecekse tekrar Kutsal kutaplara dönmek zorundadır.
İnsanlık kutsal kitaplara dönecekse, Kur’an’a dönmeye mecburdur. Zira bu alanda Kur’an’ın rakibi bulunmamaktadır.
Kur’an’a dönüş kaçınılmazdır. Kur’an’a dönüş salt entelektüel bir faaliyete dönüş değildir. Kur’an’a dönüş hayatın kalbine dönüştür. Kur’an hayata hayat vermek için inmiştir.
“Allah’ın ipi” Kur’an’dır. Kur’an’a yapışan Allah’ın ipine yapışmış olur.
Ey Rabbimiz! Kitab’a karşı tavrımızdan dolayı tevbe ediyor ve vahye “yöneliyoruz”! Biliyoruz ki vahye yöneliş Sana yöneliştir! Sen bizim yönelişimizi kabul eyle ve Sen de bize rahmetinle yönel!
“Kur’âni Hayat” akleden kalbinize mübarek olsun!