DÜRÜSTLÜK EN BÜYÜK FAZİLETTİR
Bugünkü sohbetimizde dürüst olmanın faziletinden söz edeceğiz. Allah Kuran’da şöyle buyuruyor:[1]
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ.
Sakafi kabilesinden, Abdullah b. Süfyan şöyle demiştir:[2]
Efendimize: -Ey Allah’ın Rasulü, İslam hakkında bana bir öğüt veriniz ki, sizden sonra artık kimseden bir şey sormaya ihtiyacım kalmasın, dedim. Bunun üzerine Efendimiz buyurdular ki:
قل أمنت بالله ثم استقم.
Dikkat edilirse gerek ayette ve gerekse hadiste İslam’ın iki ana bölümden ibaret olduğu bildirilmiştir. Bu bölümlerden biri Allah’a iman, diğeri de dürüstlüktür. Allah’a iman her şeyden önde gelir. Bize ilk farz olan Allah’ı bilmek ve O’na inanmaktır. Hz.Adem’den, son Peygambere gelinceye kadar bütün Peygamberler önce bir olan, eşi ve dengi olmayan Allah’a inanmaya çağırmışlar ve bu inanç etrafında insanların bütünleşmesini istemişlerdir. İman olmadan, ne yapılan ibadetin ve ne de hayır ve iyiliğin Allah katında bir değeri yoktur. Nitekim Kuran’da şöyle buyurmuştur:[3]
وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقِيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْآنُ مَاء حَتَّى إِذَا جَاءهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْئاً وَوَجَدَ اللَّهَ عِندَهُ فَوَفَّاهُ حِسَابَهُ وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ.
İşte inanmayanların, Allah katında değerlendirileceğini sandıkları amellerinin sonucu uzaktan hayal edilen bir pırıltıdan ibarettir.
Ayette kurtuluşa ermek için ön görülen ikinci nitelik ise, istikamettir. İstikamet, dosdoğru olmak demektir. Peygamberlerde bulunması gerekli beş sıfattan birisi hatta birincisi dürüstlüktür. Dürüstlük büyük bir fazilettir. Kişinin çevresine güven vermesini sağlayan bir niteliktir. Bunun içindir ki, Efendimizin İslam’a davet ettiğini duyanlar, ilk önce onun dürüst olup olmadığını sormuşlardır. Efendimizin dürüst olduğunu, şimdiye kadar kimseyi aldatmadığını ve yalan konuşmadığını öğrenenler şu değerlendirmeyi yapmışlardır: -İnsanlara karşı dürüst olan bir kimse, Allah’a karşı niçin dürüst olmasın.
Ayette, Allah’a imandan sonra ki diğer iman esasları da buna dahildir, kişinin bütün davranışları istikamet kelimesiyle ifade edilmiştir. İstikamet, yani dürüstlük; sözde, özde ve işte olmak üzere üç kısma ayrılır. Şimdi bunları birer birer ve özet olarak inceleyelim.
1. Sözde Doğruluk:
Her konuda olduğu gibi bu konuda da örnek alınacak insan, Efendimizdir. Efendimiz, doğru sözlülüğün en canlı örneği idi. Çünkü Kuran kendisine indirilmişti. Kuran ayetlerini önce o okuyor ve uyguluyordu. Sözleriyle işleri arasında tam anlamıyla bir uyum vardı. Nasıl olmasın ki Kuran şöyle diyordu:[4]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ.
Bu ayetin şu olay üzerine nazil olduğu rivayet edilir:
Müslümanlar; -Amellerin, Allah katında en sevgilisinin hangisi olduğunu bilseydik, o uğurda mallarımızı ve canlarımızı feda ederdik, demişlerdi. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:[5]
إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفّاً كَأَنَّهُم بُنيَانٌ مَّرْصُوصٌ.
Fakat Uhut Savaşında bazılarının geri dönmesi, ayetteki uyarıya sebep olmuştur.[6]
Efendimiz doğru sözlü olmasaydı, düşmanları bu yönü ile onu dillerine dolar, davetine engel olurlardı. Fakat şu bir tarihi gerçektir ki, onu tanıyanlardan hiç kimse, ona yalancı diyememiştir.
Bir gün Mekke’nin ileri gelenleri toplanmışlar; ne edelim, nasıl yapalım da Muhammed’i bu davadan vazgeçirelim, diye düşünmeye başlamışlardı. En tecrübelilerinden biri olan, Nazr b. Haris şu sözleri söylemişti:
-Ey Kureyş başınıza gelen felaketi hala ortadan kaldıramadınız. Muhammet sizin gözleriniz önünde büyüdü. Hepinizin en doğru sözlüsü, en güzel huylusu, en güveniliridir. Yaşlandığı zaman size yeni bir şey sunduğu için siz ona sihirbaz, şair, deli demeye başladınız. Halbuki Muhammed, ne şairdir, ne sihirbazdır, ne de delidir.[7]
Efendimizin en büyük düşmanı olan Ebu Cehil: -Ya Muhammed, ben sana yalan söylüyorsun demiyorum. Ancak getirdiklerini doğru bulmuyorum, demişti de bunun üzerine şu ayet nazil olmuştu:[8]
قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّهِ يَجْحَدُونَ.
Efendimiz bir gün bir dağın tepesine çıkarak: -Ey Kureyş, size bu dağın arkasından düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylersem, bana inanır mısınız? demiş. Orada hazır bulunanlar: -Evet, hepimiz inanırız, çünkü sen bir defa olsun yalan söylemedin, cevabını vermişlerdi.[9]
Bizans İmparatoru Herakl, ticaret için Şam’a gelmiş olan Ebu Süfyan’ı kabul ettiği zaman ona sordu:
-Peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın bundan önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu? dedi. Henüz müslümanlığı kabul etmemiş olan Ebu Süfyan: -Asla, yalan söylediğini duymadık, diye cevap verdi.[10]
Bütün bunlar, düşmanlarının itiraflarıdır. Onun yalan söylediğini duymuş olsalardı hiç örtbas ederler miydi?
İşte örnek alacağımız o Yüce Peygamber böyle doğru sözlü idi. Düşmanları bile onun doğru sözlü olduğunda ve hiç kimseyi aldatmadığında ittifak halinde idiler.
Esasen Efendimiz, sözünde ve işinde güvenilir birisi olmasaydı, insanlar kısa zamanda kendi inançlarını, adet ve geleneklerini bırakarak ona inanır ve etrafında toplanırlar mıydı?
Doğruluk, insanların dayanak ve direğidir. Doğruluk olmayınca ne bir evde, ne de bir ülkede anlaşma ve kaynaşma olmaz. Bu özelliği kaybeden milletin varlığı çöker, düzeni bozulur. Efendimizin şu sözü ne kadar düşündürücüdür:[11]
تَحَرَّوْا الصدق وإن رأيتم أن الهلكة فيه، فإن فيه النجاة.
Bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:[12]
عن بن مسعود عن النبى قال: إن الصدق يهدى إلى البر وإن البر يهدى إلى الجنة وإن الرجل ليَصْدُق حتى يكون صدّقا. وإن الكذب يهدى إلى الفجور وإن الفجور يهدى إلى النار وإن الرجل ليَكذِب حتى يُكتب عند الله كذّابا.
Doğru sözlülüğün karşıtı yalancılıktır. Yalancılık ise kötü bir huy ve nifak belirtisidir. Mümin yalan konuşmaz ve yalanla iş yapmaz. Çünkü onun derin bir saygı ile bağlı bulunduğu Peygamberi hiç yalan konuşmamış ve yalan konuşandan hoşlanmamıştır. Bir gün Efendimize sorulmuş:
-Mümin korkak olur mu? Efendimiz cevap vermiş:
-Olabilir. Mümin cimri olur mu? diye sorulunca, Efendimiz:
-Olabilir, buyurmuş.
-Mümin yalancı olur mu? denilince, Efendimiz:
-Hayır, olamaz, buyurmuş, iman ile yalanın bir arada bulunamayacağını bildirmiştir.[13]
Yalan, insan için en kötü sıfat olan münafıklık alametidir. Nitekim Efendimiz şöyle buyuruyorlar:[14]
عن عبد الله بن عمرو أن النبى قال: أربع من كن فيه كان منافقا خالصا ومن كانت خصلة منهن كانت فيه خصلةٌ من النفاق حتى يدعها: إذا اؤتمن خان وإذا حدّث كذب وإذا عاهد غدر وإذا خاصم فجر.
Müslim’in bir rivayetinde şu dikkat çeken ilave yer almaktadır:[15]
-Bu kimse isterse oruç tutsun, namaz kılsın ve kendini müslüman saysın.
Efendimiz, çocukları yatıştırmak ve oyalamak için onlara yalan söylemenin de günah olduğunu, bundan da sakınılması gerektiğini bildirmiştir.
Abdullah b. Amr anlatıyor:[16]
عن عبد الله بن عامر قال: دعتنى أمى يوما ورسول الله قاعد فى بيتنا فقالت: ها تعالَ اُعْطيك. فقال لها رسول الله: وما أردتِ أن تُعطيه؟ قالت: أردت أن اُعطيه تمرا. فقال لها رسول الله: أما إنك لو لم تُعْطِه شيئا كُتبت عليك كَذْبَةٌ.
Yalanın her çeşidi günahtır. Hele yalancı şahitliği, yalanın en çirkini ve en zararlısıdır. Herhangi bir çıkar için yahut hatır için mahkemede yalan şahitliği yapmak büyük günahtır. Yalancı şahit, başkasının dünyasını yapacağım, gönlünü alacağım diye kendi ahiretini yıkmış olur. Sonra da yaptığı yalan şahitlikle hakkın kaybolmasına ve günahsız insanların eziyet görmelerine, mağdur olmalarına sebep olur.
Bakınız Kuran’da ne buyuruluyor:[17]
وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَاناً وَإِثْماً مُّبِيناً.
Evet, bir müminin işlemediği bir günah yüzünden eziyet görmesi, buna sebep olanı rahatsız etmeyecek mi? Bunu düşündükçe içi sızlamayacak mı? Kendisine böyle bir muamelenin yapılmasını nasıl istemiyorsa, kendisi de başkasına böyle muamele yapmamalıdır.
Bakınız Allah Kuran’da ne buyuruyor:[18]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيّاً أَوْ فَقَيراً فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيراً.
Yalan şahitliği yapan kimse, üç çeşit günah işlemiş olur:
1. Yalan konuşmuş olur ve bu sebeple günahkar olur.
2. Haksız olan kimseye yardım etmiş olur.
3. Haklı olanı kötü duruma düşürmüş olur ve sebeple günah işlemiş olur.
Yalan yere şahitlik etmek nasıl günah ise, bildiğini ve gördüğünü söylememek de aynı şekilde günahtır. Çünkü bu durumda haksız olanın bilinmesi, suçlunun cezalandırılması örtbas edilmiş olur.
Kuran’da buyuruluyor ki:[19]
...وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ.
Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış organların işlediği günah gibi değildir. Bizzat imanın karargahı olan kalbin işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük günahlardandır.
2. Özde Doğruluk:
Müslümanın sözü gibi özü de doğru olmalı, içi kötü duygu ve düşüncelerden arınmış bulunmalıdır. Daha açık bir ifade ile müslüman düşündüğü gibi konuşmalı, konuştuğu gibi olmalıdır. Sözü ile özü arasında ayrılık olmamalıdır. Böyle olduğu takdirde olgun mümin olur. Böyle olduğu takdirde çevresine güven vermiş olur. Şu hadis bunu ne güzel ifade ediyor. Efendimiz buyuruyorlar:[20]
لا يستقيم إيمانُ عبد حتى يستقيم قلبُه ولا يستقيم قلبه حتى يستقيم لسانه ولا يدخل الجنة رجل لايأمن جاره بِوائقَه.
Efendimiz dilin ve kalbin uyum içerisinde olmasını ve her ikisinin de istikamet üzere bulunmasını tavsiye etmektedir.
Bazı kimseleri zaman zaman duyarız, şöyle derler:
-Sen benim söz ve davranışlarıma bakma, benim kalbim doğrudur, içimde fenalık yoktur. Bu sözler, yukarıda mealini sunduğumuz hadise göre bir değer taşımaz. Esasen bir kapta ne varsa o kabın ağzından o dökülür. Bir kapta bal şerbeti olduğu halde, ondan sirke dökülmesi nasıl mümkün değilse, iyi duygu ve düşüncelere sahip olan kimsenin diline ve organlarına yansıyacak olan da iyi söz ve davranışlardır.
3. İşte Doğruluk:
Müslümanın sözü ve özü doğru olunca işi de doğru olacaktır. Müslümanın işinde hile ve haksızlık olmaz. Kendi işini sağlam ve hilesiz yaptığı gibi başkasının işini de aynen kendi işi gibi yapacaktır. Nasıl yapmasın ki Yüce Efendimiz, kendisine reva gördüğü bir muameleyi, din kardeşine reva görmedikçe, kişinin olgun imana sahip olamayacağını bildirmiştir. Esasen Hakka inanan ve bütün yaptıklarından bir gün hesaba çekileceği muhakkak olan bir insan, başkasına nasıl haksızlık yapar?
Ebu Hüreyre’den şöyle bir rivayet gelmiştir:[21]
عن أبى هريرة أن رسول الله مر على صُبْرَة طعامٍ فأدخل يده فيها فنالت أصابعه بَلَلا. فقال: ما هذا يا صاحب الطعام؟ قال: أصابته السماء يا رسول الله. قال: أفلا جعلتَه فوق الطعام كى يراه الناس؟ من غَشَّنا فليس منا.
Müşteri ekinin tamamının üstü gibi kuru olduğunu sanarak ekini satın alması halinde aldanmış olacaktı. Çünkü ıslak ekin kuru ekinden daha ağır gelir.
Bazı satıcıların buna benzer hileler yaptıkları görülmektedir. Mesela; üzüm, incir, elma, portakal ve armut gibi meyveleri sepete veya sandığa koyarken, iyilerini sandığın veya sepetin üst kısmına; çürük ve küçük olanları görülmeyecek şekilde sandığın veya sepetin altına yerleştirir ve satışa sunarlar. Müşteri bununla aldatılmış olur. Aslında bir müslüman böyle yapmaz, yapmamalıdır. Çünkü her yapılan şeyi Allah görmekte ve bilmektedir. Allah’tan saklı olarak hiçbir şeyin yapılması mümkün değildir. İşte Kuran böyle sözünde, özünde ve işinde dosdoğru olan müminler için korku ve üzüntü olmayacağını ve bunların cennetle mükafatlandırılacaklarını bildirmektedir. Şair de güzel söylemiş: Müstakim ol, Hz.Allah utandırmaz seni.
Ne mutlu böyle bir müjdeyi hak edenlere.
Allah hepimizi inanan ve istikamet üzere yaşayan kullarından eylesin.
Amin.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Fussilet, 41/30.
[2] Müslim, İmare, 13.
[3] Nur, 24/39.
[4] Saf, 61/2.
[5] Saf, 61/4.
[6] İbn Kesir Tefsiri, 4, 385.
[7] İbn Hişam, 1, 299.
[8] Enam, 6, 33.
[9] Şibli, İslam Tarihi, 2, 937.
[10] Buhari, Bedu’l-Vahiy, 1.
[11] Münziri, et-Terğib ve’t-Terhib, 3, 590.
[12] Buhari, Edeb, 69; Müslim, Birr, 29.
[13] Suyuti, Tenviru’l-Havalık, 2, 154.
[14] Buhari, İman, 24; Müslim, İman, 25. (Açıklaması var s 37.)
[15] Müslim, İman, 25.
[16] Ebu Davud, Edeb, 88.
[17] Ahzab, 33/58.
[18] Nisa, 4/135.
[19] Bakara, 2/283.
[20] Münziri, et-Terğib ve’t-Terhib, 3, 353.
[21] Müslim, İman, 43.
Lütfi Şentürk .
EMANET
Emanet EMN kökünden gelen bir kelimedir. Emn ise korku ve endişeden emin olmak demektir. Emanet hıyanetin karşıt anlamlısı olarak, isim şeklinde kullanıldığı gibi güvenilir olmak anlamında mastar şeklinde de kullanılır. Ayrıca güvenilen bir kimseye geçici olarak bırakılan şey manasına da gelir. Halk arasında yaygın olan manası da budur.
Emanet kelimesi ayet ve hadislerde birbirinden farklı anlamlarda kullanılmıştır. İnsanın, gerek Allah’a, gerek ailesine ve gerekse bulunduğu topluma ve hatta insanlığa karşı görev ve sorumluluklarından tutunuz da korunmak için geçici bir süre yanında bırakılan eşyaya varıncaya kadar hepsine emanet denir. Özet olarak söylemek gerekirse insanın sorumluluk alanına giren her şeye emanet denir.
Peygamberlerde bulunması gerekli beş nitelikten birinin de emanet olması, emanetin mana ve önemini ifade etmektedir. Bu sıfat, Peygamberlerin her yönü ile güvenilir olduklarını ifade eder. Esasen insanların güvenmediği bir kimsenin, Peygamber olarak görevlendirilmesi düşünülemez. Çünkü Peygamber, Allah ile kulları arasında elçidir. Böyle bir kimse güvenilir olmazsa insanlar ona ne inanır ne de söylediklerini dinler.
Peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz, içinde doğup büyüdüğü toplum tarafından, daha Peygamber olarak görevlendirilmezden önce el-Emin olarak tanınmıştı. Halk, adından daha çok onu bu ünvanı ile anardı. Peygamber olarak görevlendirilip insanları Allah’ı tanımaya ve yalnız O’na ibadet etmeye çağırınca, Mekke müşrikleri ona düşman oldular ve düşmanlıkları, onları Efendimizi öldürmeye sevk etti. Onu öldürmek için bir araya gelen bu insanlar, birbirlerinden çok ona inanıyor, kıymetli eşyalarını, altın ve mücevherlerini ona emaneten bırakıyorlardı. Mekke’den Medine’ye hicret ettiği gece yanındaki emanetlerin sahiplerine verilmesi için Hz. Ali’yi bu sebeple yatağında bırakmıştı.
Efendimizin bu davranışı, onun emanete ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Esasen O, halkın güvenini kazanmamış olsaydı, insanlar kısa sürede inançlarını, adet ve geleneklerini bırakarak onun etrafında toplanırlar mıydı?
Evet, Değerli Müminler, insanın sorumluluk alanına giren her şey emanettir. Bakınız Efendimiz ne buyuruyorlar:[1]
عن بن عمر قال سمعت رسول الله يقول: كلكم راع وكلكم مسؤل عن رعيته، الإمام راع ومسؤل عن رعيته والرجل راع فى أهله وهو مسؤل عن رعيته والمرأة راعية فى بيت زوجها ومسؤلة عن رعيته، فالخادم راع فى مال سيده ومسؤل عن رعيته، وكلكم راع ومسؤل عن رعيته.
Hadiste, kişilerin birbirlerine ve topluma karşı yükümlü bulundukları görevler noktasından çoban olarak ifade edilmesi, görevin kutsallığını ve içtenlikle yerine getirilmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Toplumun değersiz ve kıymetsiz aşırı istek ve arzularından uzak bulunan ve daima yaratılış saflığı ile yaşayan, koyunlarını güdüp gözetirken onlara karşı duyduğu derin şefkat ve merhamet duygusu, kişilerin görevlerini yaparken aranılan samimiyetin en temiz örneğidir.
Değerli Müminler! Hiç şüphe yok ki, insanın ilk sorumluluğu, kendisini yaratan ve akıl gibi üstün yetenekler veren Allah’a karşı olan sorumluluğudur. Allah, insana bu sorumluluğunu hatırlatmak üzere pek çok Peygamberler göndermiş ve bu Peygamberlerin bazıları ile de kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda uyulması ve sakınılması gereken hususlar yer almıştır. Allah’ın görevlendirdiği son Peygamber, Efendimiz ve indirdiği son kitap da Kuran’dır.
Kuran, Allah’ın emanetini insanoğlunun taşıdığını bildirmektedir. Şöyle buyuruluyor:[2]
إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاً. لِيُعَذِّبَ اللَّهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكِينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَكَانَ اللَّهُ غَفُوراً رَّحِيماً.
Burada yer ve göklerin taşımadığı, kabul etmediği emanetin dini yükümlülükler olduğunda şüphe yoktur. Allah’ın sayısız nimet ve lütuflarına mazhar olan insanın, o nimetleri verene karşı bir takım yükümlülükleri olduğu hatırlatılmaktadır.
Allah’ın emir ve yasaklarına, gönderdiği son Peygamberin sünnet ve tavsiyelerine uymayan kimse yüklendiği bu emanete karşı görevini yapmamış olur. Nitekim Kuran’da şöyle buyuruluyor:[3]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَخُونُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُواْ أَمَانَاتِكُمْ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ. وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ.
Ayet, Allah’a ve Peygamberine itaatsizlik yapılmamasını emrediyor. Çünkü Allah’ın emirleri ve Peygamberinin tavsiyeleri insanın hayat kaynağıdır. Nasıl olur da insan kendisine hayat veren emir ve tavsiyelere kulaklarını kapar onları dinlemez. Böyle yaptığı takdirde Allah’a ve Peygamberine hainlik yapmış olur. Allah’a ve Peygamberine hainlik yapan ise emanetlerine hıyanette bulunmuş olur. Halbuki hainlik ve yalan müminde bulunmaz. Nitekim Efendimiz buyuruyorlar ki:[4]
يُطْبع المؤمن على كل شيئ إلا الخيانةَ والكذِب.
Emanetin geniş anlamlı olduğunu yukarıda söylemiştik. Müminin yüklendiği emanetlerden birisi de kamuya ait işlerdir, yani devlet işleridir. Kuran, devlet işlerinin önce ehline verilmesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:[5]
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُواْ بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعاً.
Rivayet edildiğine göre bu ayet şu olay üzerine nazil olmuştur:[6] İslam’dan önce Kabe ile ilgili bazı hizmetler, belli kişiler tarafından yürütülüyordu. Efendimiz Mekke’yi fethettiği gün Kabe’nin anahtarlarını Osman b. Talha b. Abdü’d-Dar taşıyordu. Efendimiz bu zatı çağırtarak Kabe’yi açmasını emretti. Orada hazır bulunan Efendimizin amcası Hz.Abbas, eskiden sorumluluğunda bulunan hacılara su dağıtma görevi ile beraber, Kabe anahtarlarının da kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Efendimiz de Kabe’nin anahtarlarını eskiden beri taşıyan Osman b. Talha’ya vererek:
-Ey Ebu Talha evladı, atalarınızdan kalma olan Kabe kapıcılığı sizde kalmak üzere, işte anahtarlarını alınız, bunu, haksızlık yapmadan hiç kimse sizden alamaz, buyurdu ve anahtarlarını eskiden olduğu gibi aynı sahibine iade etti.
Evet, bu ayet, emanetlerin ehline verilmesini emrediyor ve ehliyetli olan kimseden emanetin alınmamasını istiyor. Eskiden beri Kabe’nin kapıcılığı görevini ehliyetle yapmış olan birisinden bu görevin alınarak kendisine verilmesini isteyen Hz.Abbas, Efendimizin saygıdeğer amcası olmasına rağmen bu görev, ayetin işaretiyle ehil olan eski sahibinde bir daha ondan alınmamak üzere bırakılmıştır. Ayet, devlet işleri için ehliyetin dışında başka bir şey kabul etmiyor. Aklın da kabul ettiği bu değil midir? Eğer maksat kamu işlerinin aksamadan düzenli bir şekilde yürütülmesi ise bu işe ehil olan birisini getirmek gerekir. Emanetin önemine işaret eden bir hadis de şöyledir:[7]
عن أبى هريرة قال: بينما النبىُ فى مجلس يحدّث القوم جاءه أعرابى فقال: متى الساعة؟ فمضى رسولُ الله يحدّث. فقال بعض القوم سمع ما قال فكره ما قال وقال بعضهم بل لم يسمع، حتى إذا قضى حديثه قال: أين اُراه السائلُ عن الساعة؟ قال: ها أنا يا رسول الله. قال: إذا ضُيِّعَتْ الأمانة فانتظرْ الساعة. قال: كيف إضاعتها؟ قال: إذا وُسِّدَ الأمر إلى غير أهله قانتظر الساعة.
Dikkat edilirse Efendimiz, kıyametin ne zaman kopacağını öğrenmek isteyen kimseye daha önemli olan bir konuya işaret ederek cevap veriyor. Toplumda emanetin ehline verilmemesi, o toplumun kıyametinin kopması demektir. Siz kalkar bir kamu işine o işe ehil olmayan hatta o işten hiç anlamayan ve sorumluluk duygusu bulunmayan birini getirecek ve emaneti ona yükleyecek olursanız, o işin düzenli bir şekilde yürümesini bekleyemezsiniz.
Emanet ehline verilmeyince işler aksar, toplumda huzursuzluk başlar, şikayet ve kavga artar. Toplum fertlerinin birbirine olan güveni ortadan kalkar. İşte bu, Efendimizin ifadeleri ile o toplumun kıyametinin kopması demektir.
Kamu işleri için yetki vermek durumunda olan kimseler,ehil olmayanlara yetki vermekle emanete hıyanette bulunmuş olurlar ve bunun zararını da yine kendileri çekerler. Sonra da ne yapalım, Allah böyle takdir etmiş diyerek teselli bulmak isterler. Evet, Allah öyle takdir etmiş ama, Allah’ın bu takdirine biz sebep olmuş oluyoruz. Çünkü bizim ne yapacağımızı Allah biliyor ve ona göre takdir ediyor.
Emanet verme durumunda olan kimseler, dikkatli olacakları gibi emanet isteyen, görev talebinde bulunan kimseler de yapamayacakları bir görevi istemeyecekler, verilse bile kabul etmeyeceklerdir.
Sahabeden Ebu Zer diyor ki:[8] Efendimize: -Ey Allah’ın Rasulü, beni vali yapmıyor musun? dedim de Efendimiz şöyle buyurdular:
يا أبا ذر إنك ضعيف وإنها أمانة وإنها يوم القيامة خزى وندامة إلا من أخذها بحقها وأدّى الذى عليه فيها.
Emanet vermekle yetkili olan kimseler onu ehline verecekleri gibi, emanet kendilerine verilen kimseler de bunun sorumluluğundan kurtulmak için görevin gereğini yapmaya çalışacaklar ve görevde kusurlu davranmayacaklardır.
Bakınız Efendimiz ne buyuruyorlar:[9]
ما من أمير يلِى أمر المسلمين ثم لا يَجْهَدُ لهم ويَنصَح إلا لم يدخل معهم الجنة.
Efendimiz prensip olarak görev isteyenlere değil de, o işe ehil olanlara görev verirlerdi.
Sahabeden Ebu Musa diyor ki:[10] -Ben ve amcam oğullarından iki zat Efendimizin yanına gittik. O iki arkadaşımdan biri: -Ey Allah’ın Rasulü, bizi Allah’ın sizi hakim kıldığı yerlerden bazısına hakim tayin et, dedi. Öbürü de buna benzer bir istekte bulundu. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurarak görev isteyene görev vermek gibi bir adetinin olmadığını ifade buyurdular:
والله لا نُوَلِّى على هذا العمل أحدا سأله ولا أحدا حرَص عليه.
Görülüyor ki, Efendimiz görev isteyen ve buna aşırı istekli olan kimseye görev vermiyor; ehil olduğu, görevi başaracağına inandığı kimseleri göreve getiriyordu. Çünkü Kur’an, görevin ehil olana verilmesini emrediyor.
İnsan, Allah’ın en seçkin yaratığı olarak pek çok emanetler taşımaktadır. Bunların hepsini saymak için yeterli zamanımız yoktur. Ancak bunlardan önemli olan bazılarına işaret etmekle yetineceğiz.
1. Ailemiz ve çoluk-çocuğumuz önemli emanetler arasındadır. Çocuklarımızın eğitilmesi; her türlü zararlı akımlardan uzak tutularak, dinimiz, vatanımız ve milletimiz için yararlı olacak şekilde yetiştirilmeleri, görevlerimiz cümlesindendir. Çünkü Kuran’da şöyle buyuruluyor:[11]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَاراً وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ.
Müslüman anne-baba, çocuklarının dini terbiyelerine özen göstermeli, dinin inanç esaslarını, ibadetleri ve ahlak kurallarını onlara öğretmelidirler. Bu görevlerini ihmal eden anne ve babalar sonradan büyük pişmanlık duyacakları kaçınılmazdır. Zaman zaman basına ve televizyon ekranlarına yansıyan, okunması ve izlenmesi bile üzüntü veren olaylar, bu görevin ihmali sonucunda meydana gelmektedir.
Çocuklarımıza bırakacaklarımız arasında en değerli olanı, hiç şüphe yok ki, vatan ve millet sevgisiyle dopdolu ve dini değerlere bağlı olarak yetiştirilmeleridir.
Nitekim Efendimiz buyuruyorlar ki:[12]
ما نحَل والدٌ ولدا من نُحْلٍ أفضلَ من أدب حسن.
Bize emanet olan çocuklarımıza karşı görevlerimizi yapmadığımız zaman çocuklarımızdan sadece biz değil toplum da rahatsız olacak ve zarar görecektir. Bundan başka Allah’ın emrine uymadığımız için de O’nun yüce katında sorumlu duruma düşmüş olacağız.
2. Sağlığımız da bir emanettir. Sağlığımıza zarar veren her şeyden korunacağız. Zira İslam sağlığa zararlı olan her şeyi yasaklamıştır.
Çünkü hayatın tadı, ibadetin zevk ve neşesi, vücut sağlığına bağlıdır. Sağlığı yerinde olmayan bir müslüman, Allah’a, anne-babasına, ailesine, vatanına ve milletine karşı olan görevlerini gereği gibi yerine getiremez. Bunun içindir ki yüce dinimiz, insan sağlığına önem vermiş, onu tehdit eden her türlü uyuşturucu maddeleri yasaklamıştır. Yine bunun içindir ki; Efendimiz, sağlıklı ve kuvvetli müminin zayıf müminden daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Efendimizin şu uyarısına herkes kulak vermelidir:[13]
إغْتَنِمْ خمسا قبل خمس: حياتَك قبل موتك وصحتك قبل سَقَمك وفَراغك قبل شُغْلك وشبابك قبل هَرَمك وغناك قبل فقرك.
3. Malımız ve servetimiz bize emanettir.
Bir gün bu geçici dünya hayatına veda ederken malımızı ve her şeyimizi burada bırakacağız. Ancak Allah’ın huzurunda hesap verirken malımızı nereden kazanıp, nereye harcadığımızın da hesabını vereceğiz. Nitekim Efendimiz şöyle buyurmaktadır:[14][14]
لا تزول قدمُ بن ادم يوم القيامة من عند ربه حتى يُسئل عن خمس: عن عمره فيم افناه, وعن شبابه فيم أبْلاه, وماله من اين اكتسبه, وفيم انفقه, وماذا عمل فيما علم.
4. Vatan da bir emanettir.
Vatan bir toprak parçasıdır, ama her toprak parçası vatan değildir. Vatan, uğrunda şehitlerin kanlarını akıttıkları toprak parçasıdır. Şair bu gerçeği şu şekilde ifade etmiştir:
Bayrakları bayrak yapan üzerindeki kandır,
Vatan, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Vatan bir müslümanın her şeyidir. Çünkü din, namus, şeref ve bağımsızlık gibi kutsal değerler ancak vatan sayesinde kazanılabilir.
İşte atalarımız bu cennet vatanı, uğrunda şehit olarak, kanlarını akıtarak bize emanet etmişlerdir. Bu emaneti korumak bizim görevimizdir. Bu güzel vatanı bir taraftan düşmandan korurken, diğer taraftan onu imar edip güzelleştirecek ve bizden sonrakilere korumak üzere teslim edeceğiz.
Taşıdığımız emanetler sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Biz sadece önemli olanlarına işaret ettik.
Değerli Müminler! Emaneti olmayan, yani taşıdığı emanete riayet etmeyen kimse olgun mümin olamaz. Çünkü Kuran’da müminin özellikleri sayılırken emanete de yer verilmiştir:[15]
وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ.
Efendimiz de şöyle buyurmuştur:[16]
لا إيمان لمن لا أمانة له.
Yine Efendimiz emanete hıyaneti nifak belirtisi saymış ve şöyle buyurmuştur:[17]
أية المنافق ثلاث: إذا حدّث كذَب وإذا وعد أخلف وإذا أتمن خان.
İmam Müslim’in rivayetinde şu ziyade de vardır:
-Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini müslüman saysa da.
İşte Değerli Müminler! Dinimizin emanete verdiği değer budur. İslam emanete riayet etmeyeni, olgun mümin olarak kabul etmiyor. Peygamberlerde bulunması gerekli beş nitelikten biri emanet olduğu gibi olgun müminin özelliklerinden biri de emanettir. Zaten insanların, sözüne, işine ve halkla olan ilişkilerindeki davranışlarına güvenilmeyen bir kimsenin kamil manada mümin olması düşünülemez.
Allah’tan emanet ehli olmamızı niyaz ediyorum.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Buhari, Cumua, 11; Müslim, İmare, 5.
[2] Ahzab, 33/72.
[3] Enfal, 8/27.
[4]Ahmed b. Hanbel, 7, 252.
[5] Nisa, 4/58.
[6] Ayni, Umdetü’l-Kari, 4, 247-248.
[7] Buhari, Rikak, 35.
[8] Müslim, İmare, 4.
[9] Müslim, İmare, 5.
[10] Müslim, İmare, 3.
[11] Tahrim, 66/6.
[12] Tirmizi, Birr, 33.
[13] Hakim, Müstedrek, 4, 341.
[14] Tirmizi, Kıyame, 1.
[15] Müminun, 23/8; Mearic, 70/32.
[16] Münziri, et-Terğib ve’t-Terhib, 4, 5.
[17] Buhari, İman, 24; Müslim, İman, 25.