Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır Ve Hikmet İncileri - Karlı Alışveriş
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allah; mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında sa¬tın almıştır.
Onlar; Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler.
(Bu); Tevrât’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaattir.
Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır?
O hâlde yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin!
İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 111)
Cenâb-ı Hak, mü’minlere nimetlerin en büyüğü olan îman nimetini lutfetmiştir.
Bu nimetin şükrü, o nimeti canı pahasına korumak ve onu mahrumlara ulaştırmaktır.
Bu âyet-i kerîme ile Cenâb-ı Hak, mü’minleri mal ve can ile îman imtihanına tâbî tutmaktadır.
Mü’minler bu uğurda her türlü fedâkârlığa tahammül etmeyi de nimet bilirler. Allah yolunda cihada; ayak sürüyerek gitmez, canla başla şevkle koşarlar.
Nitekim Bedir günü Sa‘d bin Heyseme ile babası kimin gazveye gideceği husûsunda aralarında kur’a çektiler.
Kur’a Sa‘d’a çıktı.
Babası;
“–Yavrucuğum, bugün îsarda bulun. Beni kendine tercih et de, senin yerine gazveye ben gideyim.” dedi.
Sa‘d -radıyallâhu anh-;
“–Babacığım bunun sonunda cennetten başka bir şey olsaydı, dediğini yapardım.” dedi.
Allah yolunda şehâdeti ihlâs ile isteyen Sa‘d -radıyallâhu anh- Bedir’de babası Heyseme -radıyallâhu anh- da Uhud’da şehid oldular.
Onları, ölüme bu kadar iştiyâk ile koşturan duygu; âhirete, hakikati üzere îmân etmiş, onu tam anlamıyla idrâk etmiş olmalarıydı.
Eğer ebedî cenneti kazanma fırsatı karşılarına çıkmış ise, dünyada üç-beş yıl daha yaşamanın ne mânâsı olabilirdi ki?
Onların yakîn üzere îman ve idrâk ettikleri husus şuydu:
Âhiret bir deryâ… Dünya ise bir tek damla!..
Böyle bir îmâna sahip olur da kim damlaya talip olur?
Ölüm, hayat kadar tabiî bir zaruret… Onu, şehidlik gibi ulvî bir nimete dönüştürme imkânını bulmuşken, onu kim kaçırır?..
İstanbul’un fethinde de, Kosova Meydanı’nda da, Çanakkale’nin müdafaasında da şehâdete huzur içinde koşan Mehmetçiğin bükülmez îman azminde bu iştiyak vardır.
ŞEHÂDET NİMETİ
Tarih boyunca tevhid ehli, dinlerini korumak için canlarını ortaya koymak mecburiyetinde de kalmışlardır.
Samimî birer müslüman olan ilk îsevîler, sirklerde arslanların dişleri arasında parçalanmak pahasına îmanlarını muhafaza etmişler ve onlar da şehâdet şerbetini aşk ile içmişlerdir.
Habîb-i Neccâr zalim bir kavim tarafından taşlanarak katledilirken tebessüm hâlindedir.
Firavunun sihirbazları ise Musa -aleyhisselâm-’a îmân etmeleri sebebiyle kolları, bacakları kesilip hurma dallarına asılırken dahî bir îman zaafiyetine uğramanın endişesinden korkarak;
“…Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslümanlar olarak al!” (el-A‘râf, 126) diyerek son nefeslerinde îman mücadelesi vermiş ve kavuştukları îmânı muhafazadan başka bir endişe hissetmemiş, dünyada çektikleri ızdırabı bir hiç olarak görmüşlerdir.
Bidâyet-i İslâm’da; Hazret-i Bilâl, Habbab bin Eret, Ammâr bin Yâsir ve anne-babası gibi nice fakir ve zayıf müslümanlar, ağır işkence ve zulümlere dûçâr olmuşlar fakat tevhidden taviz vermemişlerdir.
Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde böyle bir îman mücadelesini, edebî lisanla zenginleştirerek mecazlarla ve misallerle tezyin ederek anlatır:
ASHÂB-I UHDÛD
Tevhid ehli ilk îsevîleri işkenceyle dinlerinden döndürmeye çalışan yahudi padişahı; büyük hendekler kazdırıp, içine ateş doldurttu. Burûc Sûresi’nde de zikredilen bu zulümle binlerce müslüman dinlerinden dönmediği için ateşe atıldılar. Bu esnada mûcizevî bir hâdise yaşandı.
Hükümdar; kucağında çocuğu bulunan mü’min bir kadını, putun önüne getirtti. Ateş alev alev yanıyordu. Çocuğu anasının kucağından aldı, ateşin içine attı. Kadın korkusundan îmandan çıkacak gibi oldu. Puta secde etmek istedi. Tam bu sırada, çocuk ateşin içinden;
“Anne ben ölmedim.” diye seslendi.
“Sen de buraya gel, anneciğim, gerçi ben görünüşte ateş içindeyim ama… Burada iyiyim, hoşum. Bu ateş; hakikati örten, göstermeyen bir göz bağıdır. Aslında bu ateş, mânâ yakasından başını çıkaran bir rahmettir, bir lütuftur.
Anne; korkma, ateşe atıl, ateşe gir de, Hakk’ın iyiliğini, ihsanını gör. Has kullarının zevk ve safâsını seyret.
Su gibi görünen, fakat aslında yakıcı bir ateş âlemi olan şu dünyadan çık da, ateşe benzeyen, ateş gibi görünen suya dal.
Anne korkma, ateşe gir de, ateş içinde yaseminler, güller, serviler bulan Hazret-i İbrahim’in sırlarını gör.”
Nitekim hadîs-i şerifte;
“Cennet nefse hoş görülmeyen şeylerle, cehennem ise nefsin arzu ettiği şeylerle çevrilidir.” (Buhârî, Rikak, 28) buyurulur.
Hazret-i Mevlânâ; dünyada âhiret için çekilen sıkıntıların, zâhiren ağır, meşakkatli görünse de, kavuşulacak cennet ve mânevî nimetler karşısında bir hiç olduğunu ifade etmektedir.
Misal verdiği Hazret-i İbrahim de, kavminin putlarını kırdı. Bu sebeple Nemrut tarafından ateşe atılmasına karar verildi.
Hazret-i İbrahim, hiçbir taviz vermeden ateşe yürüdü. İlâhî hükme tam bir teslîmiyet göstererek; “Rabbim bana yeter!” buyurdu. Ateşe yürüdü. Fakat Cenâb-ı Hak o ateşi gülzâra çevirdi.
Mâlûmdur ki;
Ateş su ile söner. İbrahim -aleyhisselâm-, ateşe atılmadan önce nefs alevini vefâ sularıyla söndürmüştü. Bu sebeple; atıldığı zâhirî ateş de, Halîlullâh’ın sadâkat, teslîmiyet ve tevekkülü ile söndü.
Bu misallerin bütün mü’minlere mesajı şudur:
Allah yolunda, cennet uğrunda çekilecek çeşitli sıkıntılar, İslâm’ı yaşamanın önünde asla engel olmamalıdır. Müslümanca yaşayan insanlar, küfür ve gaflet ehlinin elinden ve dilinden çeşitli eziyetlere uğrarlar. Bunlar, bir müslümana asla tesir etmemelidir. Bu çileler müslümanları olgunlaştırır. Mevlânâ buyurur:
“Ayın geceye sabretmesi onu apaydın eder. Gülün dikene sabretmesi, güle güzel bir koku verir.”
“Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?”
Hak yolundakiler, zalimlerden korkmazlar. Şerlilerin tehditleri, müslümanları tedirgin etmez. Hakkı tavsiyeye ve îmânı îlân etmeye devam ederler.
“Gülün dostu dikendir.”
Dikene tahammül sayesinde gül dikenle tezkiye olur. Tezkiye ise, sabırdır, iptilâlara katlanmaktır.
Bir müslüman dâimâ şu ve benzeri âyetlerin tehdit ettiği ahvalden korku hâlinde yaşamalıdır:
“Huzûrumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu; işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yûnus, 7)
Hazret-i Mevlânâ, o bebeği konuşturmaya devam eder:
“Anneciğim ben de senden doğmayı ölüm sanmıştım, senden ayrılacağım diye pek çok korkmuştum. Fakat doğunca, zindandan kurtuldum. Günün ışığına çıktım. Havası hoş, rengi güzel bir dünyaya geldim. Şimdi de şu ateş içinde rahatı, huzuru bulunca, dünyayı bir ana rahmi gibi yaşanılmaz bir yer olarak görmekteyim. Bu ateşin içinde öyle bir âlem gördüm ki, her zerresinde İsa nefesi var, her zerresi bir ölü diriltebilir.”
Ölüm; tıpkı doğum gibi bir dünyadan başka bir dünyaya, bir hayattan bir başka hayata geçiştir.
Ölümün korkulacak tarafı, mânen kötü bir ölüm olmasındadır. Hayatlarını dâimâ dünya tercihleriyle rezilce yaşayanlar;
elbette ölümden, yani ölüm kapısının açılacağı âhiretten, hesaptan, sırat’tan korkarlar. Çünkü hayatlarında; o âlemi tercih etmemiş, ona hazırlık yapmamışlardır.
Âhirete hazır, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için ise, ölüm; şairin ifadesiyle âsûde bir bahar ülkesidir.
Kıyâmet Sûresi’nde îkazen buyurulur:
“Hayır! Siz dünyayı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.” (el-Kıyâme, 20-21)
Devamında ise, âhireti tercih edenlerin güzel hâli şöyle tarif edilir:
“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir).” (el-Kıyâme, 22-23)
Dünyayı tercih edenler ise;
“Yüzler de vardır ki, o gün buruşacaktır; kendilerinin, bel kemiklerini kıran bir felâkete uğratılacağını sezeceklerdir.” (el-Kıyâme, 24-25)
Çocuk davet etmeye devam eder:
“Anne! Annelik hakkı için gel, ateşe gir de, bu ateşte yakıcılık olmadığını gör. Anne gel, ateşe gir, devlet, saâdet geldi.
Gel ateşe gir de, devleti, saâdeti elden kaçırma…
Ben sana acıyorum da, o yüzden, seni ateşe çağırıyorum. Yoksa neşemden seni düşünmeye vaktim yok.
Anne gir ateşe, başkalarını da çağır. Çünkü Allah, ateş içinde nimet sofrası kurmuştur.
Ey müslümanlar! Hepiniz gelin, ateşe girin, îman zevkinden başka her şey azaptan ibarettir.” (Mesnevî)
Habîb-i Neccâr da kavmi tarafından taşlanarak öldürülürken, onların gafletine acıdı, kızmadı, sadece acıdı:
“Keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!”dedi. (Yâsîn, 26-27)
MÜHİM BİR ÎKAZ
Burada istitrat kabîlinden şu îkazda bulunmak da zarurettir.
Müslüman, Allah yolunda canını verir. Ancak müslümanlar firâsetli olmalı ve îmânî heyecanlarını, başkalarının hele İslâm’ın azılı düşmanlarının istismâr etmesine de katiyen müsaade etmemelidir.
Devrimizde fitne ve kargaşalarla kavrulan İslâm âleminde, dînimizin mefhumları sû-i istîmal edilerek müslümanların, müslümanları her iki taraf da; «Allâhu ekber!» diyerek katletmelerine zemin oluşturulmaktadır. Fitne ve kargaşada, ne idüğü belirsiz teşkilâtların emrinde; ölmek şehâdet olmadığı gibi, savaşmak da cinayetten başka bir şey değildir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm davetinde bizim yegâne misâlimiz ve önderimizdir.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ne Mekke’de zalim müşriklere karşı, ne Medine’de fitneci münafıklara karşı, anarşi ve kargaşaya yol açacak bir silâhlı mücadeleye asla müsaade etmemiştir.
Günümüzde yaşananlar; batılıların birbirleriyle olan güç mücadelelerini, bölük pörçük olmuş İslâm ülkeleri üzerinde bir oyuna dökmüş olmalarından başka bir şey değildir. Uyanık olmak, fitneden uzak durmak ve toplumda îmânın kökleşmesi için gayretlere ağırlık vermek elzemdir.
Âhireti tercih etmeye asr-ı saâdetten bir misal daha verelim…
DÜNYA NEDİR Kİ?
Ensâr-ı kiram, bir gün kendi aralarında;
“–Daha ne zamana kadar bu kuyulardan su çekmeye devam edeceğiz? Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e varsak da bizim için Allah Teâlâ’ya duâ ediverseler; Cenâb-ı Hak da bizim için şu dağlardan pınarlar fışkırtsa! (ibâdetlerimizi daha rahat yapsak)” dediler. Bu düşüncelerle, Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları gördüklerinde;
“–Merhaba, hoş geldiniz! Bir ihtiyaç sebebiyle mi geldiniz?” buyurdular. Onlar da;
“–Evet yâ Rasûlâllah!” dediler.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Bugün benden ne isterseniz size mutlaka verilecek! Ben Cenâb-ı Hak’tan ne istediysem onu mutlaka bana vermiştir.” buyurdular.
Ensâr-ı kiram bulunmaz bir fırsat yakaladıklarını anlayıp birbirlerine baktılar ve kendi aralarında;
“–Dünyayı mı istiyorsunuz! (Ne kadar basit bir şeyin peşine düşmüşsünüz!) Siz asıl âhireti isteyin!” dediler. Sonra da;
“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ’ya, bizi mağfiret eylemesi için duâ edin!” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Allâh’ım! ensârı, ensârın çocuklarını, ensârın çocuklarının çocuklarını mağfiret eyle!” diye duâ buyurdular.
Ensâr-ı kiram; Peygamber Efendimiz’den bu duâsını, ensar dışından aldıkları zevce ve gelinlerinden dünyaya gelen evlâtlarına ve hattâ âzâd ettikleri kölelerine kadar genişletmesini istediler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu talebine de icâbet buyurdular. (Bkz. Ahmed, III, 213, 139; Hâkim, IV, 90/6975; Heysemî, X, 40)
Esasen, âhireti tercih Fahr-i Kâinât Efendimiz’in de en fârik husûsiyetidir. Nitekim her nebîye kendine mahsus bir duâ verilmiştir ki kabulü muhakkaktır. Her peygamber onu dünyada iken yapmış, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, onu kıyâmet gününe bırakmıştır. Onunla, şefâat-i uzmâsı gerçekleşecektir. (Bkz. Buhârî, Deavât, 1)
Demek ki Peygamber Efendimiz; dünyadaki hiçbir sıkıntıyı, âhiretin sıkıntıları yanında mühim bulmamıştır. Bizler de bu mesajı alarak, âhiret yolunda dünyada çekilen cefâları safâ bilmeliyiz.
Yâ Rabbî!.. Bize dünya ve âhiretin hakikatlerini bildir, âhirete îmânımızda yakînimizi artır, bizleri her adımda âhireti tercih edenlerden eyle.
Âmîn.